Günümüzde ortaya çıkan birçok hastalığı başında ne yazık ki “nemelazımcılık” gelmektedir. Her geçen gün kronik hale gelen bu sosyal hastalık, toplumun tüm kılcal damarlarını sarmalamaya devam ediyor. Evlerde atılan bu tohumlar, sokaklarda, okullarda, iş hayatımızda hatta ibadethanelerimizde kök salarak büyük bir hızla büyüyor. Yeşeriyor… Yağmur altında geceyi sokakta geçiren mülteciler, aç çocuklar, kuraklıktan ölüme terk edilen ağaçlar, kimsesiz hastalar, evlerinde yalnızlığa terk edilmiş yaşlılar, sahipsiz hayvanlar, öldürülen kadınlar, mezarlar, mezar taşları, bizim dünyamızda bunlara ait hiçbir görüntü yok. Öyle yaşıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa her fırsatta gururla adından söz ettiğimiz Osmanlı toplumunda “nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın bir hastalık değildi. Osmanlı toplumu konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Gelin bunların bazılarından ders çıkaralım. Hayatımızı yeniden gözden geçirelim. Fransız gezginlerinden Du Loir, 1654’de Paris’te yayınladığı eserinde, Osmanlı toplumunun bazı kötülüklerinden haberdar olmadığını yazmaktan kendini alamıyor: “Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler. Dinlerinin bu hususa ait bir hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adeta ilan etmek durumundadır. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübarek olsun!’ der.”
OSMANLI’NIN KADINLARA TAVRI
Lady Craven’de Osmanlı’da erkeklerin kadınlara saygısını “aşırı” bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’nin kadınlara tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor: “Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Mesela bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır” Ve tekrar Du Loir… Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı şöyle anlatıyor: “Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yok. Çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklar. Osmanlı sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ’Vallahi’ şeklinde Allah’a yemin ederler”. 1700’lerde İstanbul’a gelen Fransız müellif Motray da şunları yazıyor: “Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”Fransız tarihçi M.A. Ubicini ise Osmanlı topraklarındaki gözlemlerini dünya ya şöyle anlatıyor: “Dükkâncılar namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez. Ayrıca, çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığı. Osmanlı insanı kul hakkı sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmez. Hatta ağaçlar zikreder düşüncesiyle, onları yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı.”
Bugün Osmanlı edebine ve nezaketine her zamankinden fazla muhtacız. Kurak günlerde ulu çınarları sulatan, kapısını kilitlemeyi komşusuna hakaret sayan bir medeniyeti özlememek mümkün mü!
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
6 gün önceHABERLER
10 gün önce