Adım Adım Kosova
Kanadı kırık özgürlükler
Yağmur yüklü bulutlardan
Düşen damlalarda zindanlaşır
Hançerler paslanır
Demir kapılar mühürlü
Sevdanın yükü zor
Umudu mahşer kokar
Küflü yarınlar,
Paslı özlemler bırakır nefesler de
Uzanan kırmızı gülde
Diken bulur batan tenin de
Sevdaya yankı bulur
Düşen her bir kan zerresin de…
Düştüğü yerde bıraktı her bir kan zerresi umutlarını, yarınlarını ta yüzyıllar evvel… Kosova diye ne zaman aklımdan geçirsem bu dizelerim aklıma geliyor nedense. Kosova ovasında yazdım diye mi, yoksa bu toprakların zamana yayılan savaşlara gebe kalması mı yahut ta kan zerrelerinin tarih içerisinde dönem dönem sulaması mı bu dizeleri çağrıştıran bilemem ama bildiğim bir şey var. Ne zaman insem Kosova ovasına şiirlerim daha bir çağlıyor. Farklı dizeler dökülüyor mısralarca. Evladı fatih-an torunu olduğumdan mı? Gazi Evranos’un soyundan geldiğim için mi? Yoksa yıllar boyunca bu topraklara gözyaşını sermiş nice anaları hissederken, anadillerini, dinlerini korumak uğruna savaşan demir yüreklerimi, şar dağı aslanlarını çağrıştırdığı için mi bilinmez ama. Farklı, buralar çok farklı. Hep farklıydı. İşte bu yüzden hep buralar göz önünde ve savaşların ilk sırdaşıydı. Nice otağlar yıkıldı, nice evler dağıldı da, hala o ruh, o liriklik o kendine güven, o sanatın bilgeliğinde ışıyan yürekler budanamadı, budanamayacakta.
EN BÜYÜK YÜREK
Ve en büyük yürek burada Sultan Murat burada yattıkça, buraya dokundukça, himayesinde ki nice evlad-ı fatihan'ların ruhları buraları sarmaladıkça, nice kızlar onun himayesinde gelin oldukça, nice evlatlar onun cesaretini, yüreğini, asilliğini, bilgeliğini, hükümdarlığının zarafetini erkekliğe ilk adımlarında, sünnet törenlerinde onun huzurunda yanlarına kattıkça, bu dağlarda daha çok aslanlar doğacak. Ve bu topraklara her ayak basışınız da daha çok anadilinizle karşılanacak, kendinizi evinizde hissedeceksiniz. Ben her uçaktan indiğimde bunları hissettim işte. Yine gidiyorum yolum Priştine’ye, Prizren’e bu sefer. Sanatla Uyanmak Festivali’ne. Festival Prizren'de başlıyor Priştine'de destek oluyor bu çabaya. Her sene yapılıyor, tam 10 senedir sanatla uyanıyorlar. Türklüklerini sanatla canlandırıyor, sanatla o sıcacık ellerini bize uzatıyor. Ve bizden kocaman ellerimizi bekliyorlar. Bizim için orada yüzyıllardır dimdik mücadele ediyor. Adımızı, anadilimizi, dinimizi yaşatıyorlar. Ve sanat ile bu yola ışığı katıyorlar. Sanat ile doğup, sanat ile uyanı, sanat ile yaşıyorlar. Ben dokuzuncusuna davetliyim. Kişisel sergimi açıyorum atalarımın mimarisi Prizren Gazi Mehmet Paşa Hamamı’nda. Hamamı canlandırmak için festival burada başlıyor. Restore ettirmek istiyorlar. Çünkü atalarımızın nice güzel eserlerinden biri. Ben bunun çok yakında olacağını anavatandan oraya el uzatan nice kuruluşların bu hamamı eskisinin aynı, ama daha heybetlice yükselteceklerini hissediyorum. Çünkü bir o kalmış böyle boynu bükük buralar da zamana direnmeyen eski elbiseleri ile devam eden. Görevini yaptığı için mi bilinmez ama restorasyonun gecikmesi, biraz boynu bükük sırasını bekliyor kanımca. Ama sanat kapısı görevini de başarı ile gururlu bir şekilde yerine getirmiyor değil. Hala mağrur hala gururlu. Laf aramızda bazı yerleri dayanamasa da yaşlılığa, romatizmalı ayakları çöktürse de onu koltuğa, Prizren halkı değnekleri veriyor koluna, destek olmaya çalışıyorlar, plastik örtüler ile örtüyorlar su alıp romatizmaları artmasın, çöken yerler yıkılmasın diye… Ellerinden şimdilik sadece destek olmak geliyor çünkü. Savaştan çıkmışlar ekonomilerini düzeltmeye çalışıyorlar. Ama yinede canla başla savunuyorlar atalarının mimarilerini. Geçmişle gelecek arasında tutundukları köprülerini. Hamam bir hafta boyunca ev sahipliği yapacak biz sanatçılara. Duvarlarından hadi gayret bu seneyi de çıkartalım dediğini duyar gibi oluyorum. Yıllara direndik ne savaşlar gördükte bir yıl daha mı dayanamayacağız diye inildiyor sanki iki nefes arasında. Biz Osmanlı mimarisiyiz yüzyıllar değil bin yıllarca dayanırız dediğini duyar gibi oluyorum. Ve bu müthiş atmosferde olmaktan onur duyuyorum. Tablolarımın duvarların lirizminde canlanırken yaşadığım hayranlığa, o mimarinin içinde nice dokulara bulanıyorum. Sanatçı yönümü dolduruyorum her nefeste. Beni buraya davet eden organizasyonun mimarı hocam Ethem Baymak’a, Kosova sanatçılarına ve bizi hiç yalnız bırakmayan, Türk kadınının adını yücelten, gururu olan, sıcaklığı, profesyonelliği ile hem halkın hem de gelen her misafirin sevgisini ve hayranlığını kazanan Sn Büyükelçimiz Songül Ozan hanımefendiye ve tabi ki beni evimde hissettiren kardeşlerime Prizren'in o muhteşem insanlarına minnettarlığımı nasıl ödeyeceğimi düşünüyorum sokaklarını arşınladıkça, pak deresine dalıp anlarımı, hatıralarımın küfesine kattıkça…
30 DERECELERDE SEYREDEN SICAKLIK
Prizren'de Arasta Cafe’deyim Machiato’mu yudumluyorum. Ve dizelerim dökülürken, yazıma da başlıyorum sanırım. Buradayım nasıl geçti zaman, geleli kaç gün oldu, diye düşünüyorum birden. O kadar kaptırmışım ki kendimi bu dokuda yaşamaya zamanı unutmuşum pak deresinin akışında, hemen başlamalıyım anlatmaya aslında… Baharın sıcaklığına ki İzmir'de bu yazdır aslında. Biz hiç yaşayamayız ki baharı. Hop hava hemen 30 derecelerde seyreder. E dolayısı ile bilemeyiz bahar da ne giyilir. Hemen yazlık kıyafetler sıralanır vitrin misali sokaklarda. İşte bende İzmir kadını olmanın rehavetinin dimağımı bağladığı noktada kendimi kaptırıp bavulumu hazırlarken çorap bile almadan çıktığım, her yeri İzmir kadar sıcak sandığım yanılgısında ki yolculuğuma bu şekilde başlıyorum. Sürekli hava durumu ile ilgili haberlerde duyduğumuz Balkanlar’dan gelen soğuk hava özdeyişi Priştine sokaklarında ayaklarım donarken daha bir canlanıyor beynimde nedense. . Sanatla Uyanmak Festivali’nde kişisel sergi açmak için davetliyim. İzmir’den iki dostum ile yola çıkıyorum. İzmir Karşıyaka Belediyesi’nin başarılı basın danışmanı ki 14 senedir bu görevde Sedat Sözer ve şair dostum, ağabeyim Hüseyin Ünlü.
Onlarda benim gibi davetliler festival için ve tabi Türkiye’den çok değerli ressam, şair ve fotoğraf sanatçısı arkadaşlarımızla da buluşacağımızı biliyoruz festival bünyesinde. Tablolarımı paketlemenin ardından, kolay değil kırk tablo bir tavşan edasında geçen günlerimin heyecanındayım derken, Priştine’de gülen gözlerin, sıcak bir karşılama hoş geldiniz diyen havaalanı görevlilerinin yanından geçiyorum. Priştine'ye ayak basar basmaz yapılması gereken ilk şeyi yapmak için can atıyorum. Hep merak ettiğim. Huzuruna çıkmak istediğim ve türbesinde dua etmek istediğim o değerli şahısın yanına gitmek için. Beni karşılayan hocama rica ediyorum mümkün mü gidebilir miyiz diye. Programda zaten ilk orasının olduğunu belirtiyor, çünkü sonrasında belli bir saatte randevumuz olduğu Sn Büyükelçi hanımefendinin hoş geldiniz davetine icabet etmemiz gerektiğini ve daha vakit olduğunu belirtiyor. Demek ki yürekten istemek her yolu açıyor diye ümitleniyorum.
KOSOVA OVASI
Sultan 1. Murat Türbesi veya Meşhedi Hüdavendigar Priştine –Mitroviça yolu üzerinde Priştine’ye 6 kilometre mesafede yer alıyor. Yapı Kosova’daki en eski mimari eser, 14. yy da inşa edilmiş ve günümüze kadar zamana direnebilmek için birçok onarımdan geçmiş. Aslen burası 1389 yılında Kosova Savaşı’nın yapıldığı ve haince bir saldırının kanının aktığı Kosova Ovası. Tarihte bahsedildiğine göre Sultan Murat’ı tanımlayan birçok eserde okuduğum yazıların ve bilgilerin hep aynı yönde olması ışığında şöyle tanımlarsam hiçte yanlış olmaz diye düşünüyorum.’’ Sultan Birinci Murat, gayet nazik, sevimli ve çok halim selim olan. Âlim ve sanatkârlara hürmet gösteren, fakirlere ve kimsesizlere şefkatli davranan. Dahi bir asker ve devlet adamıydı. "Derviş Gazilerin, Şeyhlerinin Kralı Murat Gazi" diye anılan Sultan Birinci Murat, bütün hayatı boyunca planlı ve programlı hareket etmesi ile bilinmekte idi. Sultan Birinci Murat, Bizans Kilisesi'ne göre bir kâfir ve İsa düşmanı olarak görülse de, fethettiği yerlerde yaşayan Hıristiyan halka Papa'dan daha iyi davrandığı için onların da sevgisini kazanmıştı. 1382 yılından itibaren "Murat Hüdavendigar" diye anılan Sultan Birinci Murat, yönettiği 1.Kosova savaşına giderken şehit olacağını hele ki bu şehitliğin iyi niyetinden gerçekleşeceğini hiç düşünemezdi ki. Belgelerde, 1389’da meydana gelen Kosova sahrasındaki savaşta ise Osmanlılar, büyük bir zafer kazandılar. Birinci Kosova Zaferi neticesinde Tuna Nehri'nin güneyindeki Balkan bölgesinde Osmanlılara karşı direnebilecek bir kuvvet kalmadı ve Kuzey Sırbistan yolu açıldı. Güneydoğu Avrupa'da bu dönemde ayaktaki tek güçlü devlet ise Macaristan'dı. Düşmanın bozguna uğrayıp kaçmasından sonra, büyük bir zafer kazanmış olan Birinci Murat harp sahasını dolaşmaya başladığı esnada. Sırp prensi Lazar’ın damadı Miloş Obiliç, Müslüman olacağını ve önemli bilgiler vereceğini söyleyerek hükümdarın yanına gelmeyi talep etmiş. Bir hançer ile Murat Hüdavendigâr'a saldıran Miloş Obiliç, hükümdarı kalbinden yaralayarak attan düşürmüştür. Hemen Birinci Murat'ın yaralandığı yerde bir çadır kurularak hükümdarın tedavi altına alındığı belirtilir. Ancak yarasının ağır olduğu ve hayatından ümit kesildiği için büyük oğlu Yıldırım Bâyezid çağırılır. Sultanın oracıkta şehit olmasından sonra Yıldırım Bâyezid hükümdar ilan edilir. Daha sonraları ise Osmanlı hükümdarlarının huzuruna çıkacak yabancıların, devlet görevlileri tarafından iki koluna girilmek suretiyle padişahın eteğini öpmelerine izin verilmesi ise bu hadise sebebi ile vuku bulmuştur. Kosova'da Sultan Murat'ın iç organlarının gömüldüğü türbe burada yaşayan Türk’ler ve bu topraklara herhangi bir sebepten gelen bütün Türkler için oldukça için önemli ve kutsal bir ziyaretgâh dır. Ben bunları düşünene kadar yolumuz tamamlanıyor ve işte geldik huzurundayız. Ziyaretimizi yapmak üzere aracımızdan ayrılıp türbelerin kendine has huzur dokusundan yudumlamaya, huzurla dolarken o devri algılamaya, çıkarken iç yolcuğumuzu da yanına yoldaş edip yol bulmaya doğru hamle yapıyor ve zihnimde bir sultanın önünde olduğumu hatırlıyorum. Bu etnik ve ruhsal doyum içinde Kosova’da yapmak istediğim ilk sıradaki isteğimi yerine getirmiş olmanın mutluluğunu ise güvercinlerin kollarına bırakıyorum.
Türbenin dışındaki çınar ağacı beni hiç yanıltmıyor. Sanki beklediğim buydu dercesine bakıyorum. Sanki o ağaç beni daha çok bağlıyor buraya, torunum diye dallarını açtığını hissediyorum. Çünkü çınar ağacının Türk toplumu ve Osmanlı devleti için apayrı bir değeri olduğunu, Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin evinde gördüğü rüyayı, Osmanlı devletinin tarihinin bu rüyada gizli olduğunu, Türk milletinin gittiği her yere diktiği bu çınar ile insanlara adalet ve hoşgörü suyu dağıttığını biliyorum çünkü…
Çınar ağacı ihtişamlı ve uzun ömürlü bir ağaçtır. Geçmişi geleceğe bağlar. İnsanlara sabırla yaşamayı, beraber ve birlik olmanın üretkenliğini gösterir. Osmanlı devleti de uzun ömürlü ve ihtişamlı bir devlettir. Dört bir yana dikilen bu çınarlar derine giden kökleri ile geçmişten aldığı bilgilerin gücü ile dalları ile geleceği kucaklar. Onlarca milletin bilgisini, birikimini beraber yaşamanın verdiği huzuru taşır, hatırlatır bizlere. Çınar ağacı ile ilgili sevdiğim bir hikâye vardır aslında. Hemen dökülüyor satırlarıma.
“Bütün mağrurluğu ve tevazusu ile duran yaşlı tek başına bir çınar varmış. Bir gün dibinde bir kabak bitivermiş, çabucak büyümüş, dallarını çınara dolayarak, çınardan kuvvetlenerek yükseklere kadar ulaşmış. Çınar ise mütevazı bir şekilde onu rüzgârlardan koruyup kollamış. Kabak artık olduğunu sanmasının verdiği şımarıklık ile başlamış çınara büyüklenmeye, şansım da yaver gitti de büyüdüm ve senin üzerine bile geçtim diye böbürlenip durmaya. Çınar kabağın bir mevsimlik saltanatına bıyık altından gülerek, şımarıklığına karşılık sadece hazanı bekle güzel kabağım diye cevap vermekle yetinirmiş. Sadece hazanı, hazanın solmuş güneşini bekle demiş ve mevsim bittiğinde kabak hazin sonu ile çok geçmeden karşılaşmış. Osmanlı Devleti de devletler içinde mütevazı bir hayat sürerek koynunda nice devletlerin büyümesine izin vermiş. Ama iyi niyetinden aldıkları güç ile savaşlar ile meydan okumaya çalıştıklarında Osmanlı devleti bu savaşları kazanarak hadlerini bildirmiştir. Zaten mütevazılık de haddini bilmek ve haddini aşanlara da hadlerini bildirmek değil midir?
Osmanlı Devleti de bir çınar gibi kökleri ile beslenerek gittiği her yerde genişlemiş dalları ile yol cami, çeşme, bedesten yaptırarak geleceğe nice meyveler bırakmış, gücüne güç katmıştır. Gün gelir çınar ağacı için vakit dolar. Yapraklarını döker, yaşlanır, zamana yenilir ve el etek öptürmekten, el etek çekmeye doğru ince bir geçiş yapar. Kendi içini yemeye başlar. Osmanlı Devleti de sonsuza dek yaşayacak değildir ya… Bir gün kanıyla aldığı toprakları o da ağaçtan yaprağın hafif bir rüzgârla düştüğü gibi kaybedecektir kolayca masa başlarında… Dışarıdan düşmanlar çınar yapraklarını döksün diye zoraki rüzgâr estirirken, içerden de kendi evlatları ateşe vermeye başlamışlardır onu. Vakti dolan ağacın yeniden büyümeyeceği muhakkaktır. Ama onun ihtişamı, köklerini tarihe bir bir saplayışı, meyveleri olan mimarileri, destanları, evlad-ı fatihanlar’ın Balkanlar’da bıraktıkları hatıraları, tarihin derinliklerinde unutulmayacak bir iz bırakmıştır. Hem ismi hem de kendisi ihtişamlı bir ağaç ve simgesi bu ağaç olan bir devlet. Kaderlerinin bu kadar bir birine benziyor olması. Osman gazinin rüyasını, rüyada büyüyen çınar ağacını ve her alınan toprakta bırakılan eserlerin yanındaki çınar ağaçlarını hiç yabancılatmıyor nedense bana…
Ve ne zaman bir çınar görsem bir şiire konu edesim, bir mısranın diline dolayasım geliyor. El ele tarih sayfalarından çıkartıp seyyahların satırlarında coşturasım geliyor. Ressamların renklerinde boyu yasım geliyor. Evliya çelebi ressam olsaydı diyen duydunuz mu? Ben duydum buralardaki eserleri satırlardan taşısalardı tuvallere ta o zamanlar diyeni de. Ve o kişinin bunu bu devirde kalanlar için yaptığını da bu topraklarda gördüm. Ve onun tek olmadığını da. O çınarın dallarından düşen meyveler, bu topraklarda bu görevleri canla başla üstlenerek taşıyorlar tuvallere, mısralara bir bir inci gibi yansıtıyorlar türbeleri, camileri, köprüleri, bedestenleri…Ve bizde evladı fatihan torunları olarak onlara desteklerimizi vermeye çalışıyoruz anayurdumuzda tek tek…
Saat gitme vakti yola düşme vakti diyerek Priştine sokaklarını arşınlıyoruz. Modern bir şehir havasında olduğunu görüyorum bu şehrin. Genç nüfuslu bir şehir. Fazla Amerikan yanlı olduklarını öğreniyorum. Ama Türkiye içinde olumlu konuştuklarını… Priştine'de eskiden Komünist dönemde camilerin boş olduğunu şimdi ise din özgürlüğünün çok olduğunu ve camilerin tıklım tıklım olduğunu öğreniyorum. Nene Tereza (Rahibe Teresa) Caddesi'nde güzel bir yürüyüşle sokakları arşınlamaya ve sohbete devam ediyoruz. Hindistan’daki çalışmaları dolayısıyla Nobel Barış Ödülü alan Rahibe Teresa Arnavut asıllı olduğu için bu bölgede çok sevildiği için adı birçok yapıya ithaf ediliyor. Aslında bu cadde yeme içme, alışveriş ve eğlencenin merkezi. Burası Priştine halkı için çok önemli. Alışveriş ve eğlencenin yanı sıra siyasi protestolar da burada gerçekleşiyor. İstanbullular için İstiklal Caddesi ne ifade ediyorsa Priştineliler için de Rahibe Teresa Caddesi aynı şeyi ifade ediyor aslında. Priştine aynı zamanda Kosova’da alışveriş ve eğlencenin adresi. Alışveriş merkezleri, kafeler, gece kulüpleri günün her saati canlı durumdaymış. Ancak sokaklardaki hareketliliğin bir nedeni de işsizlik. Yine de son dönemdeki küresel krizin onları olumlu etkilediğini öğreniyoruz. Çünkü birçok firma iş gücü ucuz olduğu için Kosova’ya yönelmiş. Kafelerde oturup uzun saatler geçirmeyi seven Priştine halkının ki buda bana kendimi İzmirimde hissettiriyor. Ve İzmir’in de bir Balkan yapısını içinde ne kadar barındırdığını görüyorum yine. En sevdiğim yönü kahve kültürünün çok gelişmiş olması buralarda. Yoksa ne yapardım ben. Gerçi bavulumda her zaman kahve makinem ve kahvem var ama olsun ya biterse? Özellikle macchiatoları çok güzel ve yaygın olarak tüketiyorlar. Bizim grup en sonunda dayanamıyor benim masum masum iç geçiren kahve içebilir miyiz diye ağlayan bakışlarıma. Hemen oturup sohbetimize bir kahve eşliğinde devam ediyoruz. Sanatçılarında lafı bol olur, her telden çalarız ağzımızdan dökülen kelimelerin notalarında, birbirimizden besleniriz çünkü seyrettiklerimizden, gördüklerimizden, duyduklarımızdan. Bazen birinin yüzüne bakar kalırız. Karşıda ki rahatsız olur bana bakıyor diye. Biz ona bakmıyoruzdur ki aslında. Hatlarına, mimiklerine duruşuna yoğunlaşmış oluruz. Ya bir tuvale yerleştiriyoruzdur beynimizde, yâda yüzüne akseden duygu selini yaşatmaya çalışıyoruzdur mısralarımızda. Biraz meraklıyım ya hemen kafenin menüsünü karıştırmaya başlıyorum sohbet benden diğer tarafa doğru kayınca. Bir kez daha kanıtlamak istiyorum kendime damak aynı damak, yeme içme alışkanlıklarımız aynı diye. Hiç yanıltmıyor beni menü, ne diyeyim ki gülümsüyorum işte Balkan kızıyım iyi ki diye…
Yerimizden kalkıp yürürken sohbetin dallarında bade bade dolanmaya devam ediyoruz, bir bakmışız ki Caddenin sonundaki Priştine Meydanındayız. Meydanın çevresinde Murat Camii, Yaşar Paşa Camii, şu anda müze olarak kullanılan Eski Yönetim Binası ve Fatih Camii (Büyük Cami) yer alıyor. Tabi ben yine sağa mı bakayım sola mı bakayım derken tepe sersem oluyorum. Yıldırım Bayezid tarafından 1389'da inşaatına başlanan, Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanan Sultan Murat (Küçük Fatih/Çarşı) Camii, 12 köşeli bir kasnağa ve merkezi bir kubbeye sahip. Mihrap, minber ve mahfili orijinal olan caminin minaresi ve son cemaat yeri yeniden inşa edilmiş. Kosova Müzesi yanındaki Yaşar Paşa Camii 1835 yılına tarihleniyor. Priştine camilerinin en görkemlisi, 1462 tarihli Fatih Sultan Mehmet Camii ise, yine bir Osmanlı eseri olan saat kulesinin yanına konumlandırılmış. Yapı, kündekâri kapısı ve ahşap kepenkleri ile oldukça ilgi çekici… Ulusal müze taş devri arkeolojik eserlerini içeriyormuş benim vaktim kalmıyor gidip görmeye. Arabamıza biniyoruz vakti geldi randevumuzun. Arabada giderken aklıma takılıyor
TEK VE ÇİFT KATLI EVLER
Kentin merkezinde bir ilkokulun yıkılıp şaşalı bir Katolik kilisesine döndürülüyor olması, başka bir yer yok muydu da bir okulu yıkıyorlar diye hayıflanmıyor değilim. Okul orası ki bu kadar eğitimli bir toplumda okulun yok sayılması bir sanatçı olarak beni çok üzüyor. O çocuklar ne olacak. Neden okul sahası neden bir apartman değil de okul. İşte bu Avrupa'dan beklediğim bir şey değil. Sokaklar kalabalık, trafik var yoğun iş çıkış saati tam. Arabamızla ilerliyoruz. Tek ve çift katlı evlerin olduğu sokaklara doğru yöneliyoruz. Mimariyi çok seviyorum. Hemen başlıyorum orayı burayı seyre koyulmaya evler çok güzel dik çatıları var. En sonunda büyükelçiliğimizin önüne geliyoruz. Hafif gerginim. Babam bir üst düzey devlet adamı olduğundan ve protokolü bildiğimden sanırım hemen en ciddi ve resmi halimi takınıyorum. Çünkü bir büyükelçi önüne çıkacağım az sonra. Sanatçılara hoş geldin resepsiyonu veriyor kendisi. İçeriye doğru yol alıyoruz. Kapıda gözleri ışıl ışıl gülen bir bayan muhteşem bir sıcaklıkla hoş geldiniz diyor. Eğilip usulca soruyorum kim diye?
Büyükelçimiz Sayın Songül Ozan diyorlar. Hayranlıkla bakıyorum kendisine, müthiş bir enerjisi ve sıcaklığı var. O sizi karşıladığı anda evinizde hissediyorsunuz kendinizi duruşunun verdiği özgüven, sıcak ses tonundan yayılan şefkat ve profesyonelliğinin getirdiği tutum. Daha yanına gitmeden hayran oluyorum kendisine. Merhabalaşıyor ve tanışıyoruz. Kendimi evimde hissettirdiniz diyorum. Sıcak bir tebessümde bulunuyor. O sıcak tebessüm bütün gerginliğimi alıyor. Biliyorum ki bir sanatçı olarak ülkemi temsil ediyorum ve ülkem Songül hanımla birlikte burada. Yanında bu güveni, ülkemi ve Türklüğümü hissediyorum. Ve sanırım bu yüzden Kosova'da yaşayan her Türk ona hayran, oldukça güzel sohbetler ediyoruz. İzmir den bahsediyoruz bir süre, Türk gelenek göreneklerindeki misafirperverliği hissediyoruz iliklerimize kadar. Herkesle tek tek ilgileniyor. Sohbet ediyor. Enerjisinin bitmediğini çok çalışkan olduğunu mırıldanıyorlar kulağıma. Çok onurlanıyorum, Başarılı bir Türk kadınını görmekten, başka bir ülkede Türk kadının adını bu kadar saygı ve sevgi ile çağrıştıran başarılarından. Ve tanışmaktan çok mutlu oluyorum. Ben çok seviyorum başarılı ve çalışkan kadınlar ile tanışmayı. Günü çalışırken kaybedenleri. Ve bunu bir örnek halinde yüksek mevkilere çıkarak diğer kadınlara bakın olabiliyor, isteyince azmedince çalışınca e birde doğru insansanız ve salmayın kendinizi her şey çalışarak oluyor diyen kadınlar ile aynı ortamda bulunmayı. Çalışmak en büyük erdem değil midir? E getirisi de başarı tabi… Bir de bir ülkenin kendine hayran olması, beni de eklemeyi unutmayın hayranlar arasına…
BÜYÜKELÇİNİN BÜYÜKLÜĞÜ
Ayrılırken farkında değilim bir daha görüşeceğimizin, görüşmek üzere diyorum, görüşeceğiz diyor gülümseyerek. Tabi o an çalışkanlığının, orada yaşayan Türk vatandaşlarını ne kadar sahiplendiğinin, yanlarında bulunmak için canını dişine taktığının ve festival boyunca görevini büyük bir profesyonellikle seyredeceğimin… En güzeli de, sergimin açılışında ki heyecanım esnasında bana sıcak sıcak gülümseyerek beni rahatlatacağının farkında değilim. Biz sanatçılar için her sergi bir doğum sancısı. O sancıları çekerken bir değil beşiz doğuruyoruz sanki. O saat gelene kadar ne biz kalıba ne kalıp bize uyuyor, sadece bir gün değil hazırlık aşamasından sergi açılışına kadar geçen her gün doğum sancısı çekiyoruz. Ama bebek sadece sergide doğuyor. İşte o an sıcak bir gülümseme aradığın gözleri görmek sakin tutuyor sanatçıyı. Bu eşin olabilir, ustan olabilir, güvendiğin biri olması sanırım en önemli şart. Ve ben orada onun gözlerinde sakinleştiğimde mesleği ile özdeşleşmiş kişiliğinde duraksıyorum.
Ve ayrılıyoruz makamından. Bahar kültür merkezinde yapacağımız şiir dinletisine doğru yol alıyoruz. Giderken alışveriş canavarı önümü kesiyor tabii ki bir bayan olarak hayır demek mümkün mü hemen kanıyorum onun şirin ama can acıtan çağrısına… Allah’tan sadece mesleğim için alışveriş yapıyorum da ucuz kurtuluyorum. İki katlı bir malzeme mağazasındayım rengârenk boyalar alıyorum. Akrilikler, suluboyalar, fırçalar aman aman bir küçük bavul nerede ise. Havayolu şirketinin dönerken bavulumu kaybedeceğimi bilseydim bu kadar heyecanlanır mıydım diye düşünmeden edemiyorum maalesef. İlerliyoruz zor ayrılıyorum. Yarın yine gelirim diyorum nasılsa. Ama Prizren'e gideceğimi ve bir haftayı orada geçireceğimi unutarak tabi ki. Priştine’de hemen her şeyin Türkiye’yle kıyaslandığında daha hesaplı olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Restoranların, otellerin, elektronik eşyaların fiyatları Avrupa’daki diğer ülkelere göre çok daha ucuz. Bu fikri hocamla paylaştığımda “Bize ucuz gelmiyor fiyatlar. Çünkü maaşlarımız da düşük. Aylık kazancımız 200-300 Euro civarında. Size ucuz gelen şeyler bize pahalı geliyor” dedi. Doğru aslında oran aynı ise değişen bir şey olmuyor ki… Ha maaş yüksek hayat pahallı, ha maaş düşük hayat ucuz, âli’ninki veliye veli’ninki âli’ye hikâyesi işte…
Bahar kültür merkezindeyiz. Şiir dinletimiz var. Birçok üstat burada, onların karsında olma onuru ile biraz mahcup biraz mutlu dillendiriyorum şiirlerimi. İzmir Karşıyaka Belediyesi basın danışmanı Sedat Sözer moderatörlüğünde başlıyor. Bir muhteşem seste kilitleniyorum. Aman Allah'ım ben nasıl şiir okuyacağım şimdi. Tamam, şiir yazabiliyorum da okumak beceremediğim bir konu. Özel bir yetenekte onun için gerekiyor çünkü. Üstüne bir de ses tonu eklenince ezici bir yoksunluk kaplıyor insanı. Haza beyefendi şair yazar Mustafa Hatipler ve değerli eşi ile tanışıyorum. Tabi muhteşem sesi ve şiire can katan üslubu ile de… Sırası ile şairler dile geliyorlar. İzmir’den Hüseyin Günlü ağabey sıralıyor dizelerini, balkanların ünlü şairleri de orada Enver Baki, Murteza Büşra, Raif Kirkul, Altay Suroy Recepoğlu, İbrahim Arslan ve tabi ki Sanatla Uyanmak’ın mimarı üstadım Ethem Baymak ve bendeniz. Şiir dinlemek, okumak ne kadar zevkli bugün suyun iki yakası da burada, mısralar havada uçuşuyor. Dizelerin eteğini tutup indirince. Coşkun mısralar soluklanma arası verdiğinde. Söz Konya’dan gelen fotoğraf sanatçısı Ömer Lütfi Bakan’ın fotoğraf sunumuna geçiyor. Farklı bir sanat lezzeti yaşatıyor bizlere. Bahar kültür merkezinden zevk ve dizeleri fotoğraflayarak uzaklaşıyoruz. Biraz sokaklarında turluyoruz tekrar Priştine'nin sevgi yolunda dolaşırken hocam bana güzel eşi Drita ile olan aşklarını, bu sokaklarda yaşadıkları gençlik anılarını anlatıyor ufak ufak. Güzel gözlerine nasıl vurulduğundan, buluşmaya giderken nasıl heyecanlandığından bahsediyor laf aramızda, çok sohbetlerimizde hep eşinin adını zikretmeden edemez. Her sohbetimizde adı geçiyor mutlaka. Çok iyi anlaştıklarından, çok zeki olduğundan, esprili yönünden hep bahsedip durur. Priştine sokakları da gençlik anılarını canlandırıyor anlaşılan. O konuştukça ilk günden beri neden ona baba dediğimi tekrar tekrar hatırlıyorum. Dört sene evvel ölen babama o kadar çok benziyor ki. Anlatışında ki üslup bile aynı. Ben bunları düşünürken o anlatmaya devam ediyor.
EŞLERİN BİRBİRİNİ SEVMESİ
Bütün gün görmedi ya özlediğini hissediyorum, doluyor gözleri şu köşede buluşurduk, bu köşede ayrılırdık derken. Balayı dönüşüşünde yine ona o köşede yaptığı espriyi anlatırken. Eşlerin birbirini sevmesini çok seviyorum, bu daha çok hayran ediyor beni insanlığa, besliyor sanatçı yönümü işte ne yapayım.
Kahve üzeri sohbet ki kırk yıl hatırı katlıyor valla birleşince. Bittiğinde yola revan oluyoruz. Tabi ki benim bütün dişilik hormonlarım mağaza vitrinlerini görünce pik yapıyor yine, alışveriş alışveriş bayrakları göndere çekilmiş. Bir kolumdan vitrinler çekerken diğer kolumdan hocam ve arkadaşlarım çekiyor masraf yapma diye. Mağlubum alışveriş bugün kazanamadı. Bakalım ne ara fırsat bulup soluğu çarşıda alacağım. Priştine gezimiz hızlı hızlı sokaklarda dolaşarak sonlanıyor. Bütün gezilecek yerleri gezdiğimi söylüyorlar. Bu kadar büyük bir şehirde çok gezemediğimi söyleyince. Çünkü bütün doku prizren ‘dedir diyorlar. Birkaç kere daha Priştine'ye gidiyorum ama bende şimdi daha çok katılıyorum Prizren’siz olmuyor Kosova ‘da. Çok, yabancı geldi bu şehir. Türkçe fazla yok, İngilizce konuşana da rastlamadım. Kalabalık ama canlı değil sanki ruhu yokmuş gibi. Bürokrasi canlı bir tek, her başkentte olduğu gibi. Ama doku yok işte. Ya da ortaçağın zaman geçidinden buraya bırakılmış halindeki Prizren’i görünce yavan geliyor. Yola çıkıyoruz Prizren’e doğru. Bu yol muhteşem çiçekler yemyeşil tarlalar ve hayatımın en ölümsüz en muhteşem anısı bu yolda oluyor sanırım…