Balkan Paktı’ndan beklentiler Türkiye’nin Balkan politikası

Osmanlı Devleti, tarihî işlevini yerine getirerek sona ermiş ve daralan topraklarında varis olarak yeni bir Türk Devleti ortaya çıkmıştır. Sınırlarının esası, önemli nispette Misak-ı Millî hudutlarından geçen Yeni Türk Devleti, kuruluşu ile birlikte Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun jeopolitiğini göz önünde bulundurmuştur.

 

Yeni Türk Devleti’nin Batı dünyasına bağlanma yolu olan Balkanlar, kısmî sükunete rağmen siyasî, etnik, dinî ve kültürel huzursuzlukların da görüldüğü bir coğrafya olmuş, Türkiye, başlangıçta ikili ilişkiler ile Lozan’da çözüme kavuşturulamayan meselelerin çözümü ve Balkanlara yönelik statükonun muhafazası esaslı barışçı bir siyaset izlemiştir. 1930’lu yılların başı ile birlikte savaş belirtilerinin kendisini hissettirdiği görülmüş, Almanya ve İtalya tehdit oluşturmuş ve bu bağlamda revizyonist ve anti revizyonist ülkeler arasında cereyan eden gerginlikler ortaya çıkmıştır. Balkanların, büyük devletlerin nüfuz sahası haricinde tutulması ve bir denge unsuru olarak kullanılmak istenmesi neticesi, tarihî deneyimlere sahip olan Türkiye’yi genel barışa ve ülke menfaatine katkısı olacağı düşüncesiyle, Balkanlarda bir Paktın kurulması istikametinde ısrarcı bir tutuma yöneltmiştir. Balkan Paktı, 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanmıştır.

İmzalanan bu anlaşmaya “Balkan İtilâfı Paktı” adı verilmiş, bu gelişmelerle Balkan ülkeleri için İtalya, İspanya, Portekiz yarım adalarında olduğu gibi belli ve tabii coğrafyaya dayanan sabit bir sınır gösterilmesi imkânının olmadığı görülmüştür. Türkiye, Balkan Paktı’nı yaşatmak için büyük çaba sarf etmiş, ancak Paktın 1940 yılında dağılmasına engel olamamıştır. Günümüzde de devam ettiği gözlemlenen Türkiye’nin barışçı tutumunun temelleri, 1923-1938 tarihleri aralığında atılmıştır. Türkler öncesi, Balkanlarda Haçlı kumandanları tarafından çeşitli feodal devletler kurulmuş Frank, Katalan ve Germen unsurlar buralara yerleşip kalmışlar, çoğunluğu Slav ve Yunan kökenli olan yerli halkın önemli bir kısmı, bu feodal devletler arasında paylaşılmıştı. 1354 tarihi ile birlikte Türkler,  Gelibolu üzerinden Balkan Yarımadasına geçip 1361 tarihinde Edirne’yi fethettikten sonra başta üç küçük Bulgar Krallığı olmak üzere feodal devletleri yıkıp Balkanları süratle ele geçirmeye başlamışlardı (Güney, 2003: 367), (Karpat, 1992: 29). Bölgede 1800’lü yılların başına kadar ciddi bir sorun yaşanmamış olmasına rağmen bu tarihten itibaren milliyetçilik cereyanları burada yaşayanları da etkilemişti. Milliyetçiliğin, Balkanlarda ortaya çıkmasıyla nüfus meselesi, yani Müslüman ve Hıristiyan nüfus arasındaki oran değişimi başlı başına bir önem kazanmıştı. Hıristiyanların Osmanlı idaresine karşı ayaklamaları Avusturya’nın desteğiyle 1804’te Sırbistan’da başlamış, Sırp isyanını İngiltere’nin manevî desteğine sahip 1821 Yunan ihtilali takip etmiş ve bunun sonucunda Yunanistan 1829’da istiklâlini elde etmişti. 1878’e kadar Balkan Yarımadasının büyük bir kısmı Osmanlı idaresinde kalmaya devam etmiş ancak, Müslümanların çok sayıda öldürülmeleri ve sürülmeleriyle neticelenen 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Balkanların büyük bir kısmı Makedonya ve Trakya hariç, Osmanlı idaresi altından çıkmıştı. 1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşmasıyla Sırbistan, Romanya ve Karadağ tam istiklâl kazanmış, Bulgaristan’a ise muhtariyet tanınmıştı. İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra ortaya konulan çabalarla kurulmaya çalışılan birlik ve beraberlik yok edilerek az zaman içinde çok sayıda yayın ile kısa bir süre öncesi akla ve hayale gelmeyen düşünce ve görüşler günün konusu haline getirilmiş, muhalefetin yayın organlarında çıkan tenkitler, yıpratıcı tartışmalara sebep olmuş, bundan istifade eden Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler, Anayasanın yürürlüğe konmasını ve vaat edilen hürriyetlerin gerçekleştirilmesini istemeye başlamışlardı. Avrupa ülkeleri ise Osmanlı Devleti içerisinde cereyan eden bu gelişmeleri, bir zaaf ve dağılma belirtileri olarak görmüştü. Bu temelde 5 Ekim 1908’de Avusturya, Bosna ve Hersek’i daha sonra Yunanistan, Girit’i kendi topraklarına dâhil ettiklerini, Bulgaristan ise senelik vergi vermeyeceğini ilân etmişler, dolayısıyla Balkanlarda durum hızlı bir şekilde bozulmuştu (Karpat, 1988: 369-370), (Karpat, 1992: 30). 1908 yılı sonunda Osmanlı halkı, Türk-Müslümanlar ve azınlıklar olmak üzere daha önce olduğu gibi tekrar ve belirgin olarak ikiye bölünmüş, İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi idareyi kuvvetlendirme gayreti içinde olması, lâiklik fikri bağlamında nasyonalizme alâka göstermeleri Arapları ve diğer Müslümanları tedirgin etmişti (Karpat, 1988: 371). Daha sonra meselelerin devlet menfaati açısından ele alınması, İttihat ve Terakki tarafından zorunlu görülmüş, Doğu Anadolu’da Rusya’nın desteği ile gelişen Ermeni grupların, Makedonya’da Bulgarların giriştikleri ayrılıkçı terörist hareketlerin bir süre sonra Arnavutlukta da başlaması üzerine, devlet zor durumda kalmış, bazı tavizlere rağmen isyancıları tatmin edememişti. Devletin yetersiz kaldığını gören isyancılar, nihayet 1912’de faaliyetlerini bir istiklâl mücadelesi haline getirmişlerdi. Osmanlı Devleti içinde tutulmak için Arnavut’lara, geniş muhtariyet hakkı tanınmış, ancak Arnavutlar bunu ret etmişlerdi.  Osmanlı Devletinin içine düştüğü bu kötü durumdan ilk istifade eden devlet İtalya, Avrupa devletlerinin rızasını alarak 29 Eylül 1911’de Osmanlı Devletine savaş ilân ederek Tobruk’a asker çıkarmış, Arnavutluk’a silah sevk ederek bölge ve Arnavutluk isyanını desteklemişlerdi. İtalya’dan destek gören Bulgaristan, Makedonya’yı ele geçirmek için fırsat kollamış, Makedonya’nın Bulgaristan’a ilhak edilmesini istemeyen Sırbistan, Yunanistan’la Osmanlı Hükümeti ile Bulgarlara karşı bir anlaşmaya varmak istemişse de netice alamamıştı. Ayrıca bir bölge ittifakı düşünen bu devletler, Avusturya’nın Balkanlarda yayılmasını da önleyebileceklerini ümit ediyorlardı (Karpat, 1992: 372-373). Arnavut isyancıların Karadağ’a sığınmaları üzerine Osmanlı Devleti buraya asker sevk etmiş, 3 Ekim 1912’de Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ hükümetleri Osmanlı Hükümetine ortak bir nota verip, üç gün içinde eski Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk ve Girit’e muhtariyet verilmesini talep etmişlerdi. Adı geçen bu hükümetler sürenin bitiminde isteklerini tekrar dile getirip, Batılı devletlere de ortak bir nota vererek, aksi durumda isteklerini silahla kabul ettireceklerini bildirmişlerdi (Küçük, 1992: 23-24). Kurulan Balkan ittifakının arkasında Rusya yer almış, onun teşviki ile 13 Mart 1912’de Sırplar ile Bulgarlar aralarında anlaşmışlar, Makedonya topraklarının taksimi düşünülmüştü. 29 Mayıs 1912’de Yunanistan ve Bulgaristan, 6 Ekim 1912’de Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan antlaşması ile Osmanlı Devletine karşı kurulan cephe tamamlanmıştı. 8 Ekim’de Karadağ’ın Yeni-Pazar’a saldırmasıyla savaş başlamış ve on gün içinde Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan aynı safta savaşa dâhil olmuşlardı. Balkan Savaşı, Doğu/ Trakya ve Batı/Makedonya ve Arnavutluk olmak üzere iki cephede cereyan etmiş, Doğu Cephesinde Bulgarlarla, Batı Cephesinde bütün müttefiklerle savaşılmıştı. Savaş sırasında ordu içindeki siyasî görüş ayrılıkları yenilgide önemli rol oynamış, az zaman içerisinde Osmanlı orduları her cephede yenilmişlerdi. Bulgarlar, Trakya Cephesini tutmuşlar savaşın en önemli kısmını üzerine alarak, Çatalca önlerine kadar ilerlemişlerdi. Ancak Bulgarlar, asıl hedefleri olan Makedonya’nın Sırp ve Rumların eline geçmesine engel olamamıştı. Balkanlarda özellikle Makedonya ve Trakya’da on binlerce Türk hunharca katledilmiş, yüz binlercesi topraklarını ve evlerini bırakarak Anadolu’ya doğru kaçmaya zorlanmışlardı. 16 Aralık 1912’de Londra’da toplanan Barış Konferansı, Midye-Enez hattının batısında bulunan toprakları, Edirne dâhil, Balkan ülkelerine bırakmak şartı ile bir anlaşmaya varmak üzere iken durum birden bire değişmiş, Osmanlı Devletinde kabine değişikliği ile birlikte, durmuş olan Balkan Savaşı 30 Ocak 1913’te tekrar başlamıştı. 16 Nisan 1913’te ateşkes sağlanarak, 9 Haziran 1913’te ikinci Londra Konferansı toplanmıştı. Neticede Osmanlı Devleti, Midye-Enez hattı batısındaki toprakları Girit dâhil, Balkan devletlerine terk etmek zorunda kalmıştı. Taleplerine ulaşamayan Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın Makedonya yüzünden çatışması ile İkinci Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgaristan aleyhine Sırbistan ve Yunanistan’ın kurduğu cepheye Romanya’nın da katılmasıyla Bulgarlar, kesin bir yenilgiye uğratılmıştı. Bulgarların zaafından istifade edilerek, 12 Haziran 1913’te kurulan İttihat ve Terakki’nin mutlak hâkim olduğu yeni kabine ile de 21 Temmuz 1913 günü Edirne ve Kırklareli kurtarılmıştı (Karpat, 1988: 372-373). İkinci Balkan Savaşı neticesi ezilen Bulgaristan, 10 Ağustos 1913’te Bükreş’te imzalanan bir antlaşma ile Makedonya’nın çok küçük bir parçası hariç, Balkan Savaşında eline geçirdiği toprakların tamamını diğer Balkan ülkelerine, 29 Eylül 1913’te ise imzaladığı bir antlaşma ile Edirne ve Trakya’yı Osmanlı Devletine bırakmıştı. Böylece Balkan Savaşı ile Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki topraklarının büyük bir kısmı elden çıkmış olmakta idi.

1. PAKT ARAYIŞI

Yukarıda adı geçen savaşlar, Balkanların yapısını yansıtır bir vaziyette, göç ve azınlık meselelerine önemli bir boyut kazandırmış, Osmanlı Devletinin Balkanları terki, diğer Balkan devletlerini meydana getiren sınırlar içerisinde önemli miktarda Türk nüfusun kalmasının sebebi olmuş, Balkanların siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel dengesini etkilemiş, bugün yaşanmakta olan bunalımların temelinde yer almıştı (Çetiner, 1994: 339). Balkanlar, “Panislavizm” ile “Pancermenizm” in çatışma sahası olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan en fazla etkilenen bölgelerin başında gelmiş, imparatorluklar döneminin kapanmaya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya yüz tutuğu bir dönemde “Balkanlaşma” süreci hız kazanmıştı. Bölgeye doğrudan egemen olmuş ya da bölge devletleri üzerine dolaylı etkide bulunmuş olan Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Rusya parçalanmış ve onların toprakları üzerinde daha küçük Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye gibi millî devletler ortaya çıkmış, Batılı devletler tarafından kurulması arzu edilen düzen, Yarımada’nın siyasî haritasını bütünüyle değiştirmişti. Her ülkede çok sayıda siyasî parti türemesine rağmen hiç birinde geçek anlamda bir demokrasi kurulamamış, sonunda ya faşist parti ya da şahıs diktatörlüğü hâkim olmuştu (Karpat, 1992: 30), (Gürkan, 1993: 259). Türk İstiklal Mücadelesi’nin nihaî ve önemli bir safhasını oluşturan Büyük Taarruzla askerî safha sona ermiş, diplomasi savaşının yaşanacağı Lozan Barış Konferansının yolu açılmış, Türk davası için Barış Konferansında diplomatik müzakerelerle maceralara atılmamak tercih edilen yol olmuştu (Bıyıklıoğlu, 1987: 472-473). Müzakerelerde Yarımada ile ilgili askerî, siyasî ve ekonomik hususlarda Yunanistan, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve Romanya ortak hareket etmişler, Balkanlar’da ortaya çıkan devletler, Osmanlı İmparatorluğunun varisi şeklinde beliren, yeni Türk Devleti’nin bölgede etkili olmasını istememişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Barış Antlaşmaları neticesi Balkanlar’da; Transilvanya Romanya-Macaristan, Baserabya Romanya-SSCB, Makedonya Bulgaristan-Yunanistan-Yugoslavya, Kosova Arnavutluk-Yugoslavya, Güney Arnavutluk Arnavutluk-Yunanistan, Dobruca Romanya-Bulgaristan ve Banat Romanya-Yugoslavya arasında temel toprak ve buna bağlı azınlık sorunları ile ortaya çıkmıştı (Akşin-Fırat, 1993: 99). İki savaş arası dönemde Romanya başta olmak üzere bütün Balkan devletlerinin birbirlerinden karşılıklı olarak azınlıklara dayalı toprak talepleri olmakta ve bu talepler, etnik çatışmalara sebebiyet vermekte (Yerasimos, 1995: 97) iken Türk Devleti, Avrupa’nın güçlü bütün devletleri; Sovyetler Birliği, İngiltere (Irak mandası ve Kıbrıs ), Fransa (Suriye mandası ), İtalya (12 Ada ve Meis Adası) ile ortak sınırlara sahip olmuştu. Dolayısıyla Türkiye’nin stratejik önemi artmış Türkiye, Batılı ve Balkan devletleriyle Lozan’da çözüme kavuşturulamayan meselelerin çözüme kavuşturulması yolunda barışçı bir politika takip etmişti (Gönlübol-Sar, 1990: 54), (Gürel, 1983: 522), (Armaoğlu, 1989: 187).Yeni Türk Devleti, Misak-ı Millî ile         tespit edilen topraklara tam manasıyla sahip olmadığı halde, Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan ya da savaşın neticelerinden tatmin olmayan devletler gibi revizyonist blokta yer almamış, (Armaoğlu, 1989: 165), (Gürel, 1983: 522), (Ortaylı, 1995: 5), (Gürkan, 1993: 262) Balkanlar’da komşularıyla yaptığı ikili antlaşmalarla azınlık meselesini önemli ölçüde çözümlemişti. Türkiye, Balkan Antantı öncesinde Balkan devletleri ile ikili dostluk antlaşmaları yapmış; Arnavutluk ile 15 Aralık 1923’de imzalan “Dostluk Antlaşması”; Bulgaristan’la 18 Ekim 1925’de imzalanan “Dostluk Antlaşması” ve Yugoslavya ile 28 Ekim 1925’de Ankara’da imzalanan “Barış ve Dostluk Antlaşması”, Türkiye’nin Balkan devletleri ile münasebetlerinin düzelmesini sağlamıştı. Diğer yandan Locarno Antlaşmaları, Kellog Paktı ve Litvanov Protokolü gibi barışçı teşebbüslerle Küçük Antant gibi statükocu ittifakların ortaya çıkması da Balkanlardaki işbirliğinde teşvik edici etkenler olmuş, 1930 tarihli Türk-Yunan işbirliği, Balkan Antantı Anlaşmasında esas unsuru oluşturmuştu. Türkiye, Milletler Cemiyetine katıldığı zaman Balkan devletleri arasında büyük bir yakınlaşma ve işbirliği başlamıştı (Armaoğlu, 1984: 337), (Fırat, 2004: 350). İlk Balkan Konferansı, 5 Ekim 1930’da Atina’da Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Türkiye temsilcilerinin katılımlarıyla toplanmıştı (Akşin, 1991: 141). Konferansta; Balkan devletleri arasında her yıl dışişleri bakanları seviyesinde toplantı yapılması, savaşın yasaklanması, uyuşmazlıkların barışçı yoldan çözülmesi ve bir saldırı durumunda karşılıklı olarak yardımlaşma konusunda pakt hazırlamak, Balkan ulusları arasında ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasî alanda yakınlaşma sağlamak, Balkan birliğinin kurulması amacını taşıyan sürekli bir örgüt oluşturmak gibi önemli kararlar alınmıştı (Dilan, 1998: 24-25), (Öksüz, 1996:114). İkinci Balkan Konferansı, 20-26 Ekim 1931’de İstanbul’da toplanmış, bu toplantıda statükocu ve revisyonist devletlerin bir araya getirilmesine çalışılmış, Türkiye-Yunanistan her alanda ortak hareket etmişler, revizyonist politika izleyen Bulgaristan ile İtalya’nın etkisi altındaki Arnavutluk muhtemel bir paktan uzak durmaya özen göstermiş, Yugoslavya ve Romanya ise Balkan birliğini şiddetle savunmuşlardı. Üçünü Balkan Konferansı 23-26 Ekim 1932’de Bükreş’te yapılmış, Bulgaristan kendi talebi istikametinde bir netice alamayacağı için Konferanstan çekilmiş, diğer devletler aralarında gümrük birliği kurulmasına karar vermişlerdi (Fırat, 2004: 351). Yukarıda da belirtildiği gibi Balkan ülkeleri arasında anlaşmayı teşvik ve kolaylaştırmak amacı ile 1932 yılında yapılan Balkan konferanslarının üçüncüsünde Balkan Paktı tasarısı ortaya çıkmış, işbirliği faaliyetleri siyasî münasebetler alanına bununla geçirilmişti (Armaoğlu, 1984: 338). Dördüncü Balkan Konferansı 5-11 Kasım 1933’te Selanik’te toplanmış, devletler Bulgaristan olmaksızın yola devam etme kararı almışlar, Bulgaristan’a da açık kapı bırakmışlardı.  Ancak, Bulgaristan revizyonist bir dış politikaya yönelmiş bu durum, Balkan işbirliği çalışmalarından kendisinin çekilmesine sebep olmuştu. Arnavutluk ise İtalya’nın etkisiyle çalışmalardan uzaklaşmıştı. 1933’te Küçük Antantın devamlı bir statü ve teşkilât kurması ve Almanya’da Nazi Partisinin iktidara geçmesi, Balkanlıları da harekete geçmeye sevk etmiş, Türkiye ve Yunanistan 14 Eylül 1933’te bir “Samimi Anlaşma Paktı” imzalamışlardı. On yıl için imzalanmış olan bu pakt ile iki devlet, sınırlarını karşılıklı olarak garanti etmiş oluyorlardı (Düstur, 3. T: C 15: 195), (Armaoğlu, 1984: 337), (Öksüz, 1996: 109-111). Türk-Yunan Paktı, Romanya’yı da harekete geçirmiş, Bulgaristan’ın revizyonist istekleri ve kendi deniz ticaretinin boğazlarda, serbest geçişi kontrol eden Türkiye’ye bağlı bulunması, onun 17 Ekim 1933’te Türkiye ile “Dostluk, Saldırmazlık, Hakem ve Uzlaşma Antlaşması” imzalanmasında etkili olmuştu. Türkiye ile Yugoslavya arasında da 27 Kasım 1933’te  “Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması”  imzalanmış, imzalanan bu antlaşmada Yugoslavya’nın Bulgaristan’dan duyduğu endişe ve İtalya’nın Arnavutluk’ta kurduğu kontrolün kendisi açısından yarattığı tehlike etkili olmuştu. Bahsi geçen bu anlaşmaların her üçünün de benzer amaç taşıması, yapılacak olanın, dört devletin tek bir antlaşma ile birbirlerine bağlanmaları gerektiği şeklinde ortaya çıkmakta idi. İşte bu dört devletin tek bir antlaşma ile birbirlerine bağlanmaları 9 Şubat 1934 tarihinde Balkan Antantının imzası ile gerekleştirilmiş olacaktı. Balkan Paktı’nın hazırlık safhalarında İtalya, İngiltere, Fransa ve Rusya ile temaslarda da bulunulmakta idi. Balkan Paktı’nın oluşum safhasında zaman zaman Türkiye ile Yunanistan arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, özellikle Yunanistan’daki iç muhalefet yüzünden paktın gerçekleşmesi ve etkinliği bir hayli tehlike içine girmişti. İlk görüş ayrılığı Macaristan’ın bu pakta dâhil edilip edilmemesi ile ilgili olmuş Türkiye’nin Macaristan’ın bir Balkan ülkesi olduğunu ifade etmesine rağmen Yunanistan, Macaristan’ın Balkan savaşları ve Balkan meseleleri dışında kaldığını, dolayısıyla Macaristan’ın alınmasının paktın gerçekleşmesini zorlaştıracağını, diğer Orta Avrupa devletlerinin de bundan memnun olmayacaklarını ileri sürmüştü (1974: 317-320), (Öksüz, 1996:109-111).

Türkiye, Balkanlardaki durumun kuvvetlendirilmesi ve özellikle Trakya’nın güvenliği için Yunanlarla Bulgarları birbirlerine yaklaştırmakta büyük gayret sarf etmişti. Balkan Paktının hazırlık safhasındaki görüşmelerin tamamlanması ve Türkiye-Yunanistan dışişleri bakanları arasında sağlanan görüş birliğinden sonra adı geçen bu paktın ilk projesini Yunan Dışişleri Bakanı Maksimos hazırlamış ve Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın onayından geçtikten sonra diğer devletlere de gösterilmişti. Bu proje, paktın aldığı son şekilden farklı olmakla birlikte bir dörtlü tarafsızlık antlaşmasından da ileri idi.  Paktın parafe ve imza edilme safhaları ise sırasıyla Belgrat ve Atina’da olmuş, bir taraftan Venizelos’un ihtirazî kayıt koydurmak istemesi, diğer taraftan Sovyetler Birliği’nin son anda itirazları sebebi ile her iki safhada oldukça hareketli ve gergin geçmişti (Afetinan, 1934: 128), (Barlas, 1999: 365). Yugoslavya, Romanya, Türkiye arasında yapılan görüşmelerin ilk neticesi 28 Kasım 1933’de Belgrat’ta imzalanan protokol olmuştu (Gönlübol-Sar, 1982: 108). Türkiye, İtalya ile olan ilişkilerini de düşünmek zorunda olması münasebetiyle kendi siyaseti hakkında İtalyan yetkililerine bilgiler vermiş, İtalyan hükümet yetkilileri, Türk-Sovyet-Alman-İtalyan işbirliğinden bahsetmişlerdi. Türkiye, bunun bir teklif olmadığını bir taktik olduğunu düşünerek bu konuda her hangi bir cevap vermemişti. Hemen arkasından Türkiye-Yunanistan-İtalya üçlü anlaşması teklif edilmiş, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras da böyle bir anlaşma için zamanın bir hayli geçmiş olduğunu belirterek, Balkan Paktında oldukça ileri bir safhaya gelindiğini ifade etmişti. (1974: 324-325). Türkiye’nin bu tutumu karşısında İtalya, Sovyetler Birliği’nin müdahalesini temin etmeye çalışmış, Türkiye’nin kurulmasında ve başarılı olmasında öncü rolü oynadığı Balkan Antantı (Düstur, 3. T: C 15: 185-186). Atina’da 9 Şubat 1934’te Yunanistan, Yugoslavya, Türkiye ve Romanya dışişleri bakanları tarafından imzalanmıştı. Balkan Antantı, tarafların Balkanlardaki sınırlarını bölgedeki revizyonist devletlere karşı korumak için alınmış bir tedbir olduğu gibi, Balkanlarda barışın kuvvetlendirilmesi için de yardım öngörülmüştü. Antant, sınırlarını karşılıklı olarak garanti ve tarafların birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle beraber siyasî harekette bulunmamayı veya siyasî antlaşma yapmamayı şarta bağlamıştı (Gönlübol-Sar, 1982: 108). Pakt, Avrupa’nın merkezinde ve güney doğusunda önemli ve ciddi bir anlaşma olarak görülmüş, Balkan devletlerinin barışın kuvvetli savunucuları oldukları ve Türk Dışişleri Bakanının Projesinin bunu açıkça ortaya koyduğu, bu projenin “gürbüz bir çocuk” / “anfan figüre” gibi kuvvetli olduğu dile getirilmiş (BCA, 490. 01. 24. 120. 2),  anlaşmaların silahsızlanma konferansının amacı çerçevesinde olması dikkati çeken bir durum olarak nitelendirilmiştir (BCA, 490. 01. 24. 120. 2). Ancak, bu siyasal anlaşma dengelerin ve tercihlerin kolay değişebildiği bölgede dört Balkan devleti arasında amaç edinilen sıkı siyasal işbirliğini gerçekleştirememiş ve başlangıcından itibaren bazı zayıflık unsurlarına sahip olmuştu. Antant ile birlikte gizli bir protokol da imzalanmıştı. Buna göre taraflardan biri Balkanlı olmayan bir devlet tarafından saldırıya uğrar ve bir Balkan devleti de saldırgana yardım ederse, diğer taraflar bu Balkanlı saldırgana karşı birlikte savaşa gireceklerdi. Fakat bu protokol üzerine Türkiye, bir Rus-Romen savaşında Romanya’ya yardım etmeyeceğini, Sovyet Rusya’ya bildirmiş ve Yunanistan da bu protokolün kendisini İtalya ile çatışmaya götürmeyeceği hususunda rezerv koymuştu. Balkan Antantı, Batılılar ve Küçük Antantın kurucusu Çekoslovakya tarafından bir hoşnutlukla karşılanmamakla beraber, 1936’dan itibaren Avrupa’da buhranların şiddetlenmesi ve Berlin-Roma Mihverinin ağır basmaya başlaması, Balkan Antantını zayıflamaya götürmüştü (Armaoğlu, 1984: 339-340). Türkiye, İtalya’nın yayılma politikasını oluşturduğu tehlikeye karşı bir tedbir olarak gördüğü, Balkan Antantını yaşatmak için büyük çaba sarf etmişti. Ancak, İtalya’nın Antantı, bozmak amacıyla uyguladığı siyasî manevralar ve Almanya’nın Balkanlardaki ekonomik etkisi, Balkan devletlerini bu iki devlete yaklaştırmıştı. Ocak 1937’de Bulgaristan’ın Yugoslavya ile “Dostluk Antlaşması” imzalaması ve 1938’de Balkan Antantı ile Bulgaristan arasında imzalanan antlaşmayla Trakya sınırının askersizleştirilmesi, Balkan Antantının içinde ciddi sorunlar yaratmıştı. Balkan Antantı içerisinde dayanışma azaldıkça, Türk-Yunan dayanışması da artmaya başlamıştı. Antant, 28 Ekim 1940’da Yunanistan’ın İtalyan işgaline uğraması ile fiilen ortadan kalkmış (Dilan, 2010: 311), (Yalçın, 2010: 311), 1941 yılında Türkiye hariç, bütün Balkan devletlerinin ikinci Dünya Savaşının içerisine çekilmesiyle son bulmuştu.

BEKLENTİNİN PAKT’TAN KISMEN KARŞILANMASI

Balkan Paktı’nın ortaya çıkmasında Yugoslavya ve Romanya arasındaki anlaşma (Küçük Antant); İtalya’nın Akdeniz’de oluşturduğu tehlike; Yugoslavya, Arnavutluk ve Bulgaristan ile olan problemleri, Yunanistan’ı Balkanlarda işbirliğine taraf bir politika izlemeye zorlamış ve Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasında halledilemeyen meselelerin sistemli bir şekilde çözümlenmesi ile oluşturulan Türk-Yunan dostluğu önemli bir yer tutmuştu. Bulgaristan, Birinci Dünya Savaşı sonrası azınlık meselesi ve toprak talepleri dolayısıyla komşuları ile anlaşmazlık içine düşmüş, anlaşmayı kolaylaştırmak ve teşvik amacı ile yapılan Balkan konferansları sırasında her hangi bir Balkan birliği içersinde olmayacağını göstermişti. Bu dönemde Yugoslavya da azınlık siyasetinde katı bir tavır içerisine girmiş, Makedonyalı azınlıkları Sırplaştırmak gibi bir faaliyet içinde bulunmaya başlamıştı. Ancak Yugoslavya, Balkan işbirliği konusunda Bulgaristan’a kıyasla daha ılımlı bir tavır içinde olmuştu. Başlangıçta Türkiye, Bulgaristan’ın da katılacağı bir Türk-Yunan Antlaşması tasarlamış, Bulgaristan’ın ikili antlaşmayı kabul etmemesi üzerine Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Türkiye arasında beşli bir antlaşma düşünülmüştü. Türkiye, Bulgaristan’ın pakta girmesini; komşuları ile anlaşmazlıkların çözümlenmesi için uygun bir ortam olacağından, aşırı eğilimlerinin pakt içerisinde kısıtlanabileceği ve son olarak da İtalyan müdahalesinin etkisini azaltabileceği düşüncesi ile istemişti (Barlas, 1999: 365). Revizyonist İtalya, Arnavutluk üzerinde himaye rejimi kurarak Balkanlarla yakından ilgilenmeye, Bulgaristan’ı kendisi için bir müttefik olarak görmeye başlamıştı. İtalya aynı zamanda Balkan meseleleri ile kendi çıkarları açısından ilgilenen Fransa’ya karşı bir denge de oluşturmak arzusunda idi. Dolayısıyla İtalya Balkanlarda bir işbirliği istemediğinden, Balkan Antlaşmasının gerçekleşmesini de önlemeye çalışmıştı. Zira Balkanlar genellikle büyük devletlerin özellikle İtalya’nın müdahalesine kapanmış olacaktı. Balkan ülkeleri sonuna kadar Bulgaristan’ı saf dışı bırakmak gibi bir teşebbüs içerisinde olmamış ancak, Bulgaristan bu durumdan endişe duyarak Yugoslavya ve Romanya ile anlaşabilmenin yollarını aramaya başlamıştı. Bulgaristan, Romanya’dan müspet bir cevap alamamış, Yugoslavya’ya götürülen teklif neticesiz kalmıştı (Afetinan, 1934: 125-128), (Barlas, 1999: 363-364), (1974: 309-314). Türkiye, 1934-1936 yılları arasında sadece Balkan ülkeleri ile işbirliği yaparak Balkanlardaki statükonun korunamayacağını anlamış, Avrupalı devletlerle de işbirliği çabalarına girerek bölgesel paktların oluşumu için faaliyetlerde bulunmuştu. Türkiye açısından Bulgaristan’ın pakta katılmaması elverişli bir durum değildi. Türk diplomasisi Bulgaristan’ın pakta katılması için çok çaba sarf etmiş ancak Bulgarlar, Makedonya (Yugoslavya’ya yönelik) ya da Batı Trakya’daki (Yunanistan’a yönelik) toprak iddialarından vazgeçmeye yanaşmamıştı. Böylece pakt hâlâ, Türkiye’yi büyük olasılıkla Mussolini’nin destekleyeceği bir Bulgar saldırısına maruz bırakmış olmakta idi. Bu pakt, Türkiye’nin gözünde Balkan ülkelerinin siyasî işbirliği sonucunda Balkanlar üzerine yönelebilecek her hangi bir dış kaynaklı saldırıya, özellikle de bir İtalyan saldırısına karşı önemli bir güvenlik tedbiri olarak tasarlanmıştı (Koçak, 1991: 106). İtalya’da faşist bir dikta rejimi kurmuş olan Mussoli’nin 1934 yılı başında yaptığı bir açıklama ile Asya ve Afrika’da genişleme siyasetini belli etmiş olması, tehlikenin büyüklüğünü ortaya koymakta idi (Soysal, 1999: 293), (Öksüz, 1996: 120). İtalyanların sürekli olarak Akdeniz için yineledikleri Mare Nostrum (Bizim Deniz) vb. açıklama ve girişimleri Türkiye’yi fazlasıyla kaygılandıran diğer gelişmelerden olmuştu (Deringil, 2003: 5), (Yalçın, 2010: 311). Balkan Paktı, Türkiye’nin kendisi ve Balkanlar için arzuladığı beklentinin altında kalmakla birlikte Bulgaristan’ın yayılmacı emellerine set çekerek, onun Ege Denizi’ne inme arzusunu da engellemişti. Ülke yönetiminde en üst, yegane güç TBMM’dir. TBMM’nde kararlar alınırken dünya siyaseti, devletler arasındaki ilişkiler bütün yönü ile tahlil ve takip edilip tartışılmaktadır. Bu bağlamda teklif ve alınan muhtelif sözlerle, Meclisin üyeleri tarafından Balkan Paktının tâbi tutulduğu mütalâa ve değerlendirmeleri ortaya koymakta idi.

Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü (İzmir) Bey, Balkan Misakını takip edilen barış, güvenlik ve komşularla iyi geçinmenin bir tecellisi olarak görmüş; “…mahiyeti itibarı ile ve onu yapanların zihniyetine hâkim olan maksat itibarı ile de hiç bir devletin aleyhine müteveccih olmasına imkân yoktu ve mevcut ve meri olan karşılıklı taahhütlerimizin hududu dâhilinde yapılabilirdi ve böyle olmuştur. … dört hariciye nazırının içtimalarında hâkim olan esaslı zihniyet ve gaye, birbirimizle pazarlıktan ziyade birbirimize daha çok sokularak ve her birimizin, daha işin başında malûmumuz olan taahhütlerinin icabına ve memleketlerinin temayülât ve istidadına göre bu sulh eserini mümkün ve müsmir kılmak için yekdiğerimize kolaylık göstermekte rekabet edilmiştir. … arz olunan muahedeler silsilesi Türkiye’nin Balkanlarda ve Merkezî Avrupa’da sulh ve dürüstlük siyasetinin canlı ifadeleridir” (TBMM Z C D: IV, C:20, İ: 3: 6. III. 1934: 14-15) diyerek, misakın, Balkan tarihinde şanslı bir gelişme ve Balkan milletleri arasında kardeşlik devrinin açılmasının bir vesikası olduğunu,

Nazım Poroy (Tokat) Bey; “…hukuk müntesibleri herhangi bir mesele hakkında tedvin edilmiş olan bir kanunun tekâmül safhalarını gösteren tadilleri merdiven basamaklarına benzetirler. Bunların her birinde bir derece daha yükselme, bir derece daha yüksekten güzel ve geniş görme vardır. Dost bir devletle uzun ve samimî münasebetleri tespit eden muahedeleri de bu yolda telakki edebiliriz” (TBMM ZC, D:V, C:26, İ:3, 1.VI.1938: 6-7) diyerek, çok kısa bir zaman içinde haricî siyasete verilen istikametle Türklük adına her tarafta büyüklük ve iftiharın derecesinin arttığını, Ali Muzaffer Köker (Konya) Bey; “Bugünkü manzara bütün, bütün başkadır. Altmış milyonluk bir insan kütlesi müşterek menfaatlarını temin etmek hususunda müttefik kalmışlar ve menfaatları her hangi bir tehlikeye maruz kalırsa onu birlikte müdafaaya söz vermişlerdir” (TBMM ZC, D:V, C:26, İ:3, 1.VI.1938: 6-7) diyerek, bu durumun mutlu olunması gereken bir manzara teşkil ettiğini, Mehmet Somer (Kütahya); “Müttefik ordular, icabı halde Karadeniz’den Adriyatik Denizine kadar sarsılmaz bir cephe tutacaklardır” (TBMM ZC, D:V, C:26, İ:3, 1.VI.1938: 8-9) diyerek, Balkan Antantı ile altmış milyonluk bir kütlenin ortak amaç ve hedef için birleşmiş olduğunu, Fazıl Ahmet Aykaç (Elâzığ); “…Bu düsturu artık bütün Balkanlar bütün Balkanlılarındır şekline koyan tekâmül dostlarımızın da bahsettiği ideallere aynı sadakatla merbut oluşundan ileri geldi” (TBMM ZC, D:V, C:26, İ:3, 1.VI.1938: 10)  diyerek, Türkün şeref ve şiarının, verdiği sözü tutmak ve koyulan imzayı bir namus damgası addetmek olduğunu beyan etmişti.

SONUÇ

Tuna-Sava ve Kupa ırmaklarından başlayıp doğuda Karadeniz ve Ege, batıda Adriyatik, güneyde Akdeniz ile çevrilen 550 yıl boyunca Osmanlı Devletinin hâkim olduğu Balkanlar, zaman içerisinde ve kısmî olarak İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya ve Almanya’nın çıkarlarının çakıştığı, Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı ve İkinci Dünya Savaşı’nda önemli rollerin üstlenildiği kritik ve stratejik bir saha olmuştur.     Osmanlı İmparatorluğu’nun daralması ve Birinci Dünya Savaşı neticesi Balkanların yeniden yapılanması temelinde tarih, jeopolitik, millî menfaat ve insan faktörü gibi başlıca unsurlar Balkanları Türkiye açısından önemli kılmıştır. Balkanlarda ayırt edici ve bölücü özelliğin tabii neticesi olarak etnik oluşumun tarihî bilincine sahip olunmuş, XX. yüzyılın başlarında siyasî bir otorite boşluğunun varlığı tarihî kökene dayalı her hangi bir hadisenin yayılması ve genişlemesini mümkün kılabilir hale getirmiştir. Balkanlar, Müslüman ve Hıristiyan dünyalarının birleştiği bir yer olup, Trakya ile birlikte Balkan Yarımadasının tamamı Türkiye açısından kritik ve bir ileri savunma bölgesi olarak görülmüştür. Balkanlar’da mevcut olan azınlık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ve gelişen toprak sorunu ilişkilerde belirleyici olmuş burada, “revizyonistler” ve “anti revizyonistler” şeklinde bir bloklaşmanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Osmanlı, Rus ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının Balkanlardaki rolleri aralarında İtalya’nın da bulunduğu İngiltere ve Fransa tarafından üstlenilmişti. Bu ülkelerin her birinin farklı arzusu söz konusu olmuştur. 1930-1938 yılları arası dönemde Türkiye genel barışa olduğu kadar, bölgesel barışa da büyük önem vermiş, bölgesel barışta Türkiye için en öncelikli bölge Balkanlar olmuştur. Türkiye, Lozan Antlaşması’nda belirlenen statükonun korunmasını esas almış bunu, Balkanlarda izlediği politikanın temeli yapmış, Balkan devletleri ile yaptığı iki yanlı antlaşmalarla ilişkilerini düzeltmiş, diğer Balkan ülkeleri Balkan savaşlarından arta kalmış uyuşmazlıklarını halletmek için uğraşmışlar Balkanlar’da işbirliği yapılması için gerekli ortam hazırlanmıştır. 1930’da Yunanistan ile sorunlarını çözmüş olan Türkiye’nin iyi ilişkiler içinde olmadığı Balkan ülkesi kalmamış o, 1929-1933 yılları arasında Balkan konferanslarının toplanmasında ve 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı’nın imzalanmasında etkin bir rol almış ve oynamıştı. Türkiye 1930’lu yılların başlarından itibaren ortak güvenlik örgütleri ile birlikte temas kurmaya başlamış, Milletler Cemiyeti’ne dâhil olmuş, Balkanları büyük devletlerin nüfuzuna kapama ve bir denge olma amacını hayata geçirme çabası içerisinde olmuştur. Balkan Paktı’nın oluşumundaki beklentiler Türkiye’nin Balkan politikasının özeti olup, Balkan Paktı, Türkiye’nin kendisi ve Balkanlar için arzuladığı beklentinin altında kalmış, ancak Bulgaristan’ın yayılmacı emellerine set çekerek, onun Ege Denizi’ne inme arzusunu engellemiştir. Siyasal dengelerin ve tercihlerin kolay değişebildiği bölgede kurulan bu pakt, 1937’den itibaren gevşemeğe başlamış ve 1941 yılında Türkiye hariç bütün Balkan devletlerinin İkinci Dünya Savaşı’nın içerisine çekilmesiyle son bulmuştur. Türkiye, ortaya koyduğu dış politika ile Balkanlarda toprak sorunu olmayan tek ülke durumuna gelmiş, Balkan savaşları sonunda şekil alan bugünkü Trakya sınırı, tartışılan bir husus olmamıştır. Türkiye tarafından arzu edilen; bu sınırın batısında bulunan Türk ve Müslümanların asgarî temel hak ve hürriyetlerine sahip olması olmuştur.

 

Kaynakça

 

AFETİNAN, A. (1968), Balkan Antantı (1934), Belleten, Cilt XXXII.

AKŞİN, A. (1991), Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Cilt II, TTK Yay., Ankara.

AKŞİN, S. -M. FIRAT,  İki Savaş Arası Dönemde Balkanlar (1919-1939), Balkanlar, OBİV Yayınları, İstanbul, 1993, ss. 97-125.

ARMAOĞLU, F. (1984),  20.Yüzyıl Siyasî Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.

----------------------- (1989), Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri, Atatürk’ün Ölümünün 50. Yıl Sempozyumu (31 Ekim -1 Kasım 1988), Ankara, ss.163-187.

BARLAS, D. (1999), Türkiye’nin 1930’lardaki Balkan Politikası, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Sempozyum Bildirileri, Ankara.

BCA, 490. 01. 24. 120. 2. (s. 1).

BCA, 490. 01. 24. 120. 2. (s. 2).

BIYIKLIOĞLU, T. (1987), Trakya’da Milli Mücadele, Cilt 1-2, TTK Yayınları, Ankara.

Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923-1934), (1974), Dışişleri Bakanlığı Yayını, Ankara.

ÇETİNER, Y. (1994), Şu Bizim Rumeli, Milliyet Yayınları, İstanbul.

DERİNGİL, S. (2003), Denge Oyunu, İstanbul.

DİLAN, H. B. (1998), Atatürk Dönemi Türkiye’nin Dış Politikası 1923-1939, İstanbul.  Düstur, 3. Tertip, Cilt 15.

FIRAT, M. (2004), Türk Dış Politikası 1919-1980, (Ed. Baskın ORAN) Cilt I, İstanbul.

GÖNLÜBOL, M.-C. SAR (1982), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), (Kollektif Eser), Cilt I, AÜSBF Yayını, 5. Bas. Ankara.

-----------------------  (1990),  Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara.

GÜNEY, E. (2003), Türkiye’nin Komşuları, Diyarbakır.

GÜREL Ş. S. (1983), Türk Dış Politikası (1919-1945), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, ss. 520-536.

GÜRKAN, İ. (1993), Jeopolitik ve Stratejik Yönleri İle Balkanlar ve Türkiye-Geçmişin Işığında Geleceğe Bakış, Balkanlar, OBİV Yayınları, İstanbul.

KARPAT H. K. (1988), Türkler (Osmanlılar) (XIX. Asır), Kültür ve Turizm Bakanlığı, İslâm Ansiklopedisi, Millî Eğitim Basımevi, 12/2 Cilt, İstanbul, ss. 342-381.

----------------------- (1992), Balkanlar, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, İstanbul, ss. 25-32.

KOÇAK, C. (1991), Türk-Alman İlişkileri (1923-1980), Ankara.

KÜÇÜK, C. (1992),  Balkan Savaşı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, İstanbul, ss. 23-25.

ORTAYLI, İ. Balkan Milliyetçiliği, Türkiye Günlüğü, Say. 36, Eylül-Ekim 1995, ss. 5-10.

ÖKSÜZ, H. (1996), Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk Dönemindeki Balkan Politikası (1923-1938), Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul.

SOYSAL, İ. (1993), Günümüzde Balkanlar ve Türkiye’nin Tutumu, Balkanlar, OBİV Yayını, İstanbul, ss. 179-240.

----------------------- (1999), İki Dünya Savaşı Arasında Avrupa’da Kuvvet Dengeleri ve Barışçı Türkiye, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç Sempozyumu (Ankara 15-17 Ekim 1997), Ankara.  TBMM Zabıt Ceridesi, Devre IV, Cilt 20, İçtima 3, Yirmi dördüncü İnikat 6. III. 1934.

TBMM Zabıt Ceridesi, Devre V, Cilt 26, İçtima 3, Yetmiş ikinci İnikad, 1.VI.1938. ÜLMAN, H. (1968), Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler 1923-1968, AÜ. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt XXIII, 1968/II, ss. 268-278.

YALÇIN, E. S. (2010), Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınevi, 4. Bas., Ankara.

YERASİMOS, S. (1995), Milliyetler ve Sınırlar, Çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul.

 



Özelikle Bulgaristan işbirliğine çekingen davranmakta, Arnavutluk ile birlikte Balkan Konferanslarında, revisyonist amaçlarını dolaylı bir şekilde belirterek azınlık meselelerinin de tartışılmasında ısrar etmişler, fakat Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya buna engel olmuşlardı. Özellikle Türkiye uzlaştırıcı bir politika izleyerek Bulgaristan ile tam işbirliğini sağlamaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştı.

Sıra No 69 Türkiye Cumhuriyeti İle Yunanistan Cumhuriyeti ve Romanya ve Yugoslavya Krallıkları Arasında Akdedilen Balkan Anlaşma Misakının Tasdikına Dair I/887 Numaralı Kanun Lâyihası ve Hariciye Encümeni Mazbatası.

 

 

 

 

 

 

Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN **

Ahi Evran Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Tarih Bölümü



** Doç. Dr. Ahi Evran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Kırşehir, yozucetin@ahievran.edu.tr - ozucetiny@gmail.com

 

 

 

Benzer Videolar