Balkanlar’da Satranç
Osmanlı’nın 1354 yılında Balkanlara gelmesi ile başladı bu sevda. O gün bu gündür de, bin bir gece masallarını çatlatırcasına sürüp gitmekte. Kerem’in Aslısı gibidir. Leyla’nın Mecnunu misalidir Balkanlar bizim için. O, mahzun ve mazlumdur. O, vatandır. Kimilerine göre “ana”, kimilerine göre ise “ata” vatandır. Hazin de bir hikâyesi vardır. Hikâye, Osmanlının coğrafyaya ilk adımını atması ile başlar. Günümüze değin uzar gelir. Balkanlar, özlediği barış, huzur ve sükûna onun şefkati ile kavuştu. Böylelikle Osmanlı barış dönemi (Pax-Ottomana) ile tanıştı. Balkanların Pax-Ottomanası asırlar boyu, gerek sosyo-ekonomik ve gerekse siyasi ve idari manada tam bir huzur dönemiydi. Balkanlar hiçbir döneminde olmadığı kadar barış, huzur ve refah içinde yaşadı. Öyle ki, Osmanlı bölge halkını ve özellikle Arnavut ve Boşnakları devletin en üst düzeyinde görevlendirdi. Ötekileştirmedi. Arnavutlara ve diğerlerine her zaman teveccüh gösterdi. Acı ve sevinci birlikte yaşadılar. Onları önemli görevlerde istihdam etti. Sevdi sevildi. Bir dilim ekmek aralarında pay edildi. Bu rüya 18. yüzyılın sonlarına dek sürdü gitti. Osmanlının gücünü yitirmesi Balkanları barut fıçısı haline getirdi. Elinde ateşi tutanlar ise Rusya, Fransa ve İsrail’in asli hamisi, PKK’nın en büyük destekçisi, İngiltere idi. Bu gibi devletlerin bölgedeki etnik ve dini unsurları kışkırtmaları, Osmanlının çöküş sürecinin kanlı yaşanmasına sebep oldu. Huzur bir bozuldu pir bozuldu. O gün bugündür kan, gözyaşı ve soykırım bölgeden hiç eksik olmadı. 1912-13’de yapılan Balkan Savaşları neticesi bölge tamamen kaybedildi. Bu savaşlar bile birilerince hazırlanmış senaryodan başka bir şey değildi. Bu öyle bir senaryoydu ki, bölgeye yıllarca hâkim oldu. Senaristler oluk oluk kan dökerek bölgede hâkimiyet kurdular. Kanla beslendiler. Balkan gülleri solduruldu. Kan ve gül aynı tarladaydı artık. Dolayısıyla soykırım ve katliamlar bölgede kalıcı hal aldı. Sırf bundan mütevellit balkanlar asırlardır kendinde değil.
I. DÜNYA SAVAŞI
Farklılıklar sürekli savaşlara temel teşkil ettirildi. Tüm bunların yanı sıra 1. Dünya Savaşı da havadan sudan bahanelerle bu coğrafya da patladı. Savaş sonucu coğrafya yeniden değişti. Uçsuz bucaksız göç kervanları yağmur çamur demeden yollara döküldü. Bölgede var olan ayrıştırma daha da derinleştirildi. İflah olmaz hale getirildi. Tüm bunlar olurken Türkiye, Lozan’daki sırtlanlarla mücadele etmekteydi. Artık Osmanlı yoktu. Parçalanmış, içinden otuzun üzerinde yeni devletçikler çıkmıştı. II. Katherina’nın mimarı olduğu, Rusya’nın ana planı gerçek oldu. 400 yıl sonra Osmanlı yerini şehzadesine, veliahdı olan Türkiye’ye bıraktı. Artık yepyeni bir devletimiz vardı. Osmanlının devamı olarak dünya arenasındaydı. Balkanlara misak-ı milli penceresinden bakmak zorunda bırakılan yeni doğmuş bir devlet. Bu çerçeve bize dar gelmişti. Balkanlarda kalan insanına bile yardım eli uzatmaktan aciz bir haldeydi. Ard arda gelen, Türk-Rus Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Balkan Savaşları bizi tam anlamıyla sarsmıştı. Türkiye, Balkan politikasında Ulu önder Atatürk’le değişiklik yaparak dar olan bu pencereden kurtulmak niyetindeydi. Lozan sınırları dışında da olsa balkan ülkeleri ile ikili diplomatik ilişkilerini Atatürk sayesinde başlattı. Günümüze değinde geliştirdi. Antlaşmayla Yunanistan’a bıraktığımız Batı Trakya’daki sorunlar ve balkan devletleri ile olan problemlerin halli ana gündemimiz oldu. Karşılıklı imzalanan barış ve dostluk anlaşmalarıyla sürecin temeli atıldı. Batı Trakya nüfusu o yıllarda Yunanistan’ın nüfusuna göre 4 kat daha fazlaydı. Türkiye tüm bunlarla uğraşırken irili ufaklı birçok sorunu halletmek için de ayrıca çabaladı. Bölge irili ufaklı birçok devletin iştahını kabartacak hassasiyetlere sahipti.
İSRAİL’İN BÖLGEDEKİ EMELLERİ
Gariptir ama daha dünkü çocuk İsrail’in bile bölgede emelleri var. Bölgedeki enerji ağı ve enerji akışı ile yakından ilgileniyorlar. Balkan İslamı adı altında oluşturacağı bir tarzla İslam dünyasında yeni bir ayrıştırmacılığın mucidi olma peşindeler. Suudi Arabistan’ın kendi İslam anlayışı olan İngiliz destekli vahabiliğin özellikle Bosna’da etkinlik kazanması İsrail’in bu yöndeki tek hedefi. İsrail, Suudların vahabiliğini, Türklerin İslam anlayışına karşı kullanarak bölgede yeni bir çatışma zemini oluşturmak niyetinde. Bu yüzden de vahabilere destek veriyor. Arnavutlukta bunun ayak sesleri şimdiden duyulur gibi. Suudi Arabistan’daki Osmanlı eserlerinin bir bir yok edilmesi ile Filistin’de yapılan zulme, gözünü ve kulağını kapatan Suudların tavırları da böylelikle daha anlaşılır bir hal almakta. Bölgedeki Nusayrilik ve Bektaşilikle Suriye yakın temasta. İran ise bölgedeki İslami akımların rakip ülke kontrolüne girmesi endişesini taşımakta. Bölgedeki dini ayrıştırma politikalarının karşısında iki devlet var. Biri kardeş ülke Pakistan, diğeri Türkiye’dir. Balkanlar bu denli önemli olduğu sürece çakallar kuzu postundan çıkmaz. Balkanların önemi, Balkanlar’a hâkim olacak uluslararası bir gücün ya da bir devletin, Batı’da Avrupa’yı, Doğu’da Rusya’yı, güneyde Orta Asya devletlerini, kuzeyde ise Türkiye ve Orda Doğu’yu tehdit etme gücüne sahip olmasındandır. Bölge bu tez üzerine, yıllardır hâkimiyet savaşlarının merkez üssü konumundaydı. Türk ve Müslüman nüfusa yapılan soykırımın bir nedeni de budur. 80’li yıllarda Sırp milliyetçilerinin başlattığı, SSCB’nin dağılma süreci ile katliam ve soykırımlar başlamıştır. Osmanlıyı dağıtanlarda eninde sonunda dağıtılmıştır. Etme bulma dünyası. “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma” düsturu önemlidir. Bu süreç kör dövüşü misali asırlardır böyle devam ede gelmiştir. Acı ve gözyaşı, günahsız milyonların kaderi olmuştur. Osmanlının barış ve huzurundan eser kalmamıştır. Huzur ve barışın bir diğer anlamı da; hazırda bulduklarımızla yetinmesini bilmektir. Dünya hepimize yeter. Yaradan o mahiyette yaratmıştır. Yarattıklarının hiç birini de rızktan mahrum etmemiştir. Kıtlık, yokluk ve savaşlar varsa bilin ki, bu yaratılanların aç gözlülüğündendir. Yeter ki kardeşçe paylaşabilelim. Dünya hepimize yeterde artar.
BOSNA’YA VERİLMEYEN DESTEK
Her neyse, AB, doğu bloğunun parçalanma sürecine başlangıçta seyirci kaldı. Bosna’ya, bağımsızlık savaşında tek bir AB ülkesinin dahi yardım etmemesi, tek başına bırakılmaları bunun en iyi örneğidir. Hatta Hollandalı askerlere sığınan Bosnalıların Sırplara teslim edilmesi ve ardından binlercesinin katledilmesi bu cümleden sayılabilir. Katledilmelerine adeta göz yumuldu. Buna rağmen hem AB’ nin, hem NATO’ nun çekimserliği o günlerde tepkilerin odağı oldu. (Türkiye’de, Bosna’ya çok geç müdahale edenler arasındaydı. Buda bizim ayıbımızdır.) Çekimserlik, dünya siyasi kamuoyunda; AB ve NATO’ nun varlığının gereksizliği tartışmalarının nedeni oldu. Olmasa da olurlardı. Nasılsa bir işe yaramıyorlardı. Rusya’nın dağılmasıyla NATO’ nun gereksizliğinden sıkça ve daha yüksek sesle bahsedilir oldu. NATO, bundan olumsuz etkilendi. Bunu bertaraf etmeliydi. Hem güçlenmeli, hem de genişlemeliydi. Eski itibarına ancak böyle kavuşabilirdi. Bosna savaşından sonra çıkan Kosova savaşı, NATO için bulunmaz bir fırsat oldu. Rüştünü bu yolla tekrar ispatlaması artık kaçınılmazdı. Bu yüzden bölgeye vakit kaybetmeden müdahale etmeliydi. Öylede oldu. Onlar kendi çıkarları için oradaydılar. Ne Boşnaklar, ne Arnavutlar, nede diğerleri için değil. NATO’ nun patronu ABD.’ de bölgeye NATO bahanesiyle girdi. Bölgeye el atması ve kontrolü altına alması için AB’ yi bölgeye resmen davet etti. Akabinde kontrolü, kontrolündeki AB’ye bıraktı. Yerel alkışlar arasında bölgeyi kahraman edasında terk etti. Prestroika’dan sonra, Avrupa Birliği’nin, Doğu Avrupa politikası da radikal bir değişim geçirdi. AB, parçalanmadan doğan yeni devletçikleri, ABD’ ninde teşvikiyle zaman içerisinde birer birer yuttu. Bu ülkeler ne demokratik, ne de ekonomik anlamda tam üyeliğe hazır olmamalarına rağmen yutuldu. AB’ nin bunu yaparkenki bir diğer amacı, Rusya ile arasında bu devletçiklerden tampon bölge oluşturmaktı. Yani etten bir duvar örmekti. Kimin için? Tabi ki kendileri için. Balkan coğrafyasının insanı bu anlamda hala tehlike altındadır. AB ile Rusya arasında, en ufak anlaşmazlıktan çıkabilecek olası bir savaşta iki ateşin arasında kalacaklardır. İçerde etnik ve dini ayrıştırma mücadelelerine, soykırıma boyun eğerken birde dıştan bu tehlike ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Tehlike geçmiş değildir. Süreklilik kazanmış, kazandırılmıştır. Bölge kaynayan kazan gibidir. Sadece öfkeler gizlenmiştir. Bastırılmıştır. Küçük küçük devletçiklerin AB’ye üye yapılmasının en büyük destekçisi ise Yunanistan’dı. Yunanistan bunu, bölgedeki hâkimiyeti ve hamiliğini ispat adına yaptı. Gidişat Türkiye’nin bölge üzerindeki nüfusunu kaybetmesine yol açacak tarzdaydı. Bundan rahatsızdık. Bölgede kalıcı ve etkin siyaset izlemeye başlandı. İş işten geçmişmiydi? Başlangıçta bölgeyi doğu ve batı olmak üzere iki ayrı bölgeye ayırmak isteyen AB, son tahlilde bölgeyi, “Güneydoğu Avrupa” adı altında bir bütün olarak algıladı. Bu adımdan sonra sosyo-ekonomik anlamda Balkanlar nihayetinde AB’ nindi.
Ancak Osmanlı’dan kaynaklanan tarihi bağlar ve Osmanlıya duyulan saygı, sevgi ve hürmet gereği bu ülkelerin gözü-kulağı hala Türkiye’ de. Osmanlıdan bakiye kalan, bugün azınlık olan balkanlardaki Türk insanı orayla olan en büyük bağımızdır. Türkler oralarda, dinlerinden ötürü uğradıkları haksız muamele ve eziyetlere bugün dahi göğüs germekte. Batı Trakya’da ve Bulgaristan’da o günlerden süregelen baskılar bugün dahi hissedilmekte. Türkiye’nin oluşturmayı düşündüğü “Dış Türkler Başkanlığı” hepsinin adına bölge huzuru açısından önemli işler yapacağa benzemekte. Bekleyip hikâyenin devamını birlikte görelim inşallah. Rabbim neyler. Neylerse güzel eyler. Sağlıcakla kalın.