Balkanlar’ın içli türküsü Bosna & Hersek
Birinci Dünya Savaşı da bu topraklarda patlak verdi, 20. yüzyılın en kanlı çatışmaları da. Çok etnili, çok kültürlü Bosna Hersek denince hep bir hüzünlenir insan... Ayağınızın değdiği, gözünüzün gördüğü her yer ayrı bir dramdır
Bosna deyince belki ve hakli olarak hep savaş gelir aklınıza. Ayağınızın değdiği, gözünüzün gördüğü her yerde, kulağınızın duyduğu her ‘sevdalinka’da hep bir hüzün.
Ama bu hüzün yalnız değildir. Bu hüzün yeşil dağlar arasındadır, benzerini başka yerde görmenizin çok zor olduğu bir yeşildir bu. Nehirler boyu uzanır.
Bu nehir bazen Zümrüt yeşili manasına gelen Neretva’dır. Bosna ve Hersek diye ikiye ayrılmıştır bu ülkede Neretva alır sizi Hersek tarafına, Mostar’a kadar götürür. Herkesin hayatında mutlaka en az bir kez, ama biri muhakkak ilk baharda olmak üzere görmesi gereken bir yoldur bu. Bir yılan gibi kıvrılır yol kanyonların arasında. Türlü çiçekler, türlü ağaçlar, zümrüt yeşili bir Nehir. Bir cennet var ise yeryüzünde muhakkak bu yol üzerinde bir yerde bir parçası zuhur ediyordur.
Neretva, Poçitel’e ulaştırır ilk. Poçitel ‘Başlangıç’ demektir kelime anlamı olarak ve taşı tanıdığıdır bu kentin. Neredeyse 400 yıl “sınır garnizonu” olarak kullanılmıştır. Hemen kapı komşusu o gün Venedik’lere bağlı Dubrovnik.
Dimdik bir yamaç üzerine, adeta bir kartal yuvası gibi, çoğu Neretva Nehri’nin dibinden çıkmış sadece duvarı değil çatısı da taştan yapılmış evleri, doğa ile çetin mücadelede insanın uyumunun resmidir. Doyunca fotoğraf çekilecek dar, taş merdivenli sokakları, hamamı, camisi ve en tepesinde kalesi ile zamanda bir yolculuktur bu durak. Evliya Çelebi nasıl anlattı ise halen tam da öyledir, bir sayfadır seyahatnameden. Varın gelin kuş cıvıltılarını dinleyin, köyde yaşayan ailelerin sattığı meyvelerden, hele ki çileklerden, gül şuruplarından alın. Tarih içinde mest olun, ‘Ademin Bahçesi'nde kahve keyfide yaptınız mı devam edin Mostar’a doğru.
Mostar’ı biraz geçince Neretva’nın kolu olan Buna Nehri’ni, bir dağın yamacına yekpare bir taş üzeri kurulmuş Sarı Saltuk Türbesi’ni göreceksiniz. Suyun çıktığı kaynak demektir Buna. Ama buradan sadece su değil aynı zamanda bir kültürde fışkırır. Bu kültür Bektaşiliktir. Eline, beline, diline hâkim olmaktır. Bu dergâhta sevgi mayası, bilgi hamurunda yoğrulur. Balkanlar’a Osmanlı ‘dan önce gelmiştir Bektaşi Dervişi Sarı Saltuk. Dergâhı Balkanlar’ın evrimleşmesinde, Müslümanlaşmasında en kritik rolleri üstlenmiştir. Erzincan’dan Makedonya’ya, Tunceli’den Balkanlar’ın en ücra köşesine çok geniş bir coğrafyada bu Horonsan dervişinin bir sandukasını yahut türbesini görürsünüz. Altından akan kaynaklar, kaynaklarla iç içe, onların serinliğinde balık restoranları, sadece dergâhın köprüsünü geçtikten sonra avlanılabileceğine inanılan “Pastırmıka Balığı.” Görmeden dönmeyin diyeceğimiz en önemli yerlerden biridir bu dergâh. Hayatı türlü efsaneler ile anlatılır ya, hepsini bir arada Cem Sultan’ın yazdırdığı Saltukname’de bulabilirsiniz.
Bir başka nehri Miljacka’dır. (Milyatska diye okunur). İşte burası Bosnalıların deyimi ile Sarajevo’dur. Siz artık Hersek’te değil Bosna tarafındasınızdır. (Saray Bosna) Başkent işte buradadır. Dağlar ortasında, dümdüz bir ovada Miljacka buyuncadır. Başından sonuna 13 km’dir ama sizi çağlardan çağlara, medeniyetlerden medeniyetlere, ideolojilerden ideolojilere gene bu 13 km içinde taşır.
DÜNYANIN EN KOZMOPOLİT TOPRAKLARI
Osmanlı, Avusturya Macaristan, Yugoslavya ve Bosna-Hersek geçmiştir buradan sırası ile. Mutlak monarşi, anayasal monarşi derken sosyalist federal hükümet yapısı ve demokrasi bu ülkede etkin olmuş dört farklı yönetim biçimidir. Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar olmak üzere başlıca üç etnik gruptan millet burada yaşamakta, Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet halen etkisini sürdürmekte. İşte bu kentte tüm bu değişikliklerin hemen hiçbiri birbirinin izini tamamen kapatmamış ve hemen hepsi bir arada görünür olmuştur.
Sözün özünde hepsi de aynı ağacın dalları hepsi de Slav’dır ya, Müslümanlığı seçerlerse Boşnak, Ortodoksluğu seçerlerse Sırp ve Katolikliği seçerlerse Hırvat denir adlarına. Dillerine de Boşnakça, Sırpça Ve Hırvatça. Fakat herkes birbirinin dilini rahatça anlar ve konuşur. Aralarındaki fark kıldan ince fakat kılıçtan keskindir.
Fatih ile gelen Osmanlı 400 yıldan fazla kalır bu coğrafyada. Bizim benzeşmemiz işte bu 4 asrın toplamıdır. Siz şimdi Anadolu’da bir yerde billahsa Bursa’da sanırsınız kendinizi. Yamaçlarına ahşap ile yapılmış evlerinden geleneksel Osmanlı mimarisi akar. Bu evlerin hiçbiri birbirinin ışığını kesmez. Komşu hakkı gözetir. Ve gene bu evlerin en ünlüsü şüphesiz İnat Kuça’dır.
Kuça Boşnakça ev demektir zaten. İnat ise ev sahibinin ve dahi Boşnakların inadının aynasıdır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu nehir kenarında adamın evinin olduğu yere bugün müze ve kütüphane olarak yapılan binayı inşa etmek ister. Fakat ev sahibi inat ile evini satmaz. Sonunda yapılan anlaşma gereği, Boşnak adamın evini aynı tuğlaları kullanarak milimi milimine aynı şekilde nehrin karşı kıyısına taşırlar. Şimdilerde restoran olarak kullanılan evin adı İnat Kuça’dır ve tabelasında, “Karşı taraftandım, inadımdan size evi vermedim” yazar.
İşte bu Osmanlı yapısının yerine 1892-1896 yıllarında yapılmıştır kütüphane binası. Doğal Yapıyı bozmak istemeyen Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Başçarşı’nın hemen yanı başında Endülüs mimarisiyle inşa eder kütüphaneyi. Kütüphane zamanla “ülkenin hafızası” konumuna gelir. Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait el yazması eserlerin de bulunduğu 6 milyona kitap ve arşiv kayıtları bu binada saklanır. 25 Ağustos 1992’de Saraybosna’yı kuşatan Çetnikler’in hedef aldığı ilk üç binadan biridir burası. Çünkü Bosna’da insanlardan istenilen sadece toprakları değil aynı zamanda tarihleridir. Topçu ateşlerinin oluşturduğu yangında 2 milyon eser yok olur. 22 yılın ardından yeniden açılır.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NI BAŞLATAN KÖPRÜ
Sonra siz sağınızda kütüphane devam edersiniz nehir boyunca... Sağınızda Konyalı Restoran ve Elazığlı Bülent Usta size Türkiye’den bir selam gibi durur şaşmayın. Solunuzda Hünkar Camisi, Frenk Mahallesi, bira fabrikası ve harika kafesi. Ve işte Latin Köprüsü… Hani yıllarca ders kitaplarında duyduğumuz birinci Dünya savaşını başlatan olay “Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliaht Arşidükü Franz Ferdinand ve eşi Sofiya’nın öldürülmesi” Saraybosnalı Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından, 28 Haziran 1914’te işte tam bu köprü üzerinde gerçekleşti.
Siz köprüye bakarken Avrupa’nın ilk elektrikli tramvayları geçer önünüzden. Belki Konya yazısı okursunuz üzerlerinde. Baş Çarşı’dan geçen tramvay, Mareşal Tito Caddesi üzerinden yeniden Tren Garı’na döner. Kimse size sormaz ama siz gene de biletinizi alın.
Türlü sürprizlerle dolu Bosna’da şüphesiz en büyük cazibe merkezi baş çarşı. Hemen herkes Sebil’in etrafında toplanır. Hem sadece insanların değil, güvercinlerin de en uğrak yeridir bu sebil meydanı. Serin sularından içen insanlar, İnsandan kaçmadan ellerinden yemler yiyen güvercinlerle, düşle ile gerçek arası bir güzelliktedir burası.
Sebilden sırtınızı dönerseniz yukarıya, işte orası da şehitliktir. Alija da oradadır. Taşlar bir insana en fazla ne anlatabilir. Bosna’da hepsi birbiri ile aynı tarihte olan mezar taşları kadar katliamı apaçık başka ne anlatabilir bize. Nasıl okursunuz rakamları. Doğum ve ölüm tarihi arasında birkaç ay, birkaç yıl olan, mezar yeri kalmadığından bir parkta boylu boyunca yatan bu çocuk mezarları kadar apaçık bir hüzün belki başka hiçbir yazıda, hiçbir rakamda yoktur.
Hemen yanımız Bakırcılar çarşısı, kahvehaneler, Merkez Camii. İçerilere girdik mi Morica Han. Bir Tirelice ve bir kahvede Morica Han hak eder. Osmanlıdan kalan en canlı şeylerden biridir kahve kültürü. Kulpsuz fincanlarda yanında lokum ve su ile servis edilir. Fincanların içinde muhakkak ki yıldız vardır, siz hilal şeklinde tutarsınız fincanı. Olur size ay yıldız. Hilal ve yıldız kadim motifleridir Bosna’nın. Mostar Köprüsü’nün bir hilal şeklinde yapılması bir tesadüf olmasa gerektir. İslam’ın hilali bir zaman yerini tek bir yıldıza bırakmıştır. Tito’nun kızıl yıldızına. Ardından Alıya’nın ay ve yıldızı kuşatır Bosna’nın gecesini.
Sabah kahvaltısından akşam yemeğine her an an kahve içeceğiniz bir köşe varsa da Türkiye’den gelen yoğun turist grupları Türk çayı tabelasını astırmış kafelerin camlarına… Eşsiz lezzetleri ile Boşnak börekleri ve Cevapçiçi. Kosova’da, Makedonya’da, Hırvatistan’da da benzer isimlerle bulacağınız Cevapçiçi bir balkan köftesidir. Yanında soğan ve kaymak ile servis edilir. İnegöl köfte ile oldukça benzesede Bosna dönüşü tadı damağınızda kalmış şeylerden biri eminiz ki bu kebap olacaktır. Ayran isterseniz yoğurt gelir Bosna’da. Size ayrıca su veriler kendi ayranınızı yapmanız için.
Mimariden sosyal yapıya, tarihten yemek kültürüne kadar Bir Anadolu minyatürü gibi Avrupa’nın ortasında durur baş çarşı. Baş Çarşı Bosna’nın kalbi ise Gazi Hüsrev Bey Camisi de Baş Çarşı’nın kalbidir. Sadece belirli saatlerde açık olan camide neredeyse beş asırdır ibadet sürmekte. Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey Medreseler, hanlar ve camiler kattığı Bosna’da bu caminin bahçesinde yatar. Saat kulesi, Rüstem Paşa Bezistanı, Müzeleri…
Yolun bittiği yer sizi bu kez bambaşka bir medeniyete taşır, Ferhadiye Caddesi’ne. İşte işte, adeta Avusturya’nın bir parçasına, bir masaldan bir masala çıkar gibi, göz açıp kapama hızında geldiniz. Ahşap binalar taşa dönüştü. Önlerine heykeller kondu. Kuru et pazarı, iki yanında ışıklı dükkanlar ve caddelere atılmış masalar da yemek yiyen kahve içen insanlar, ışıklı kafeler ile Ferhadiye. İşte şu da İsa’nın Kalbi Katedrali. Paris’teki Notre Dame Katedrali’nden esinlenmiş... Dileriz görmüşsünüzdür yangından önce.
Katedralin önünde ise Saray Bosna Gülleri… 21. yy’de, renkli televizyonlarında seyrettiğimiz bu savaşta atılan bombaların düştüğü yerlerde, zeminde oluşan yarıkların içleri kırmızı reçine ile doldurulmuş. Saray Bosna Gülleri adını almış. Savaşta ölenlerin anısını yaşatıyor. Belki bilmeden üzerinden yanından geçtiğimiz bu güller Bosnalılar için anne, baba, kardeş, eş yani savaşta kaybedilmiş çok kıymetli bir candır.
TİTO’NUN SÖNMEYEN ‘SONSUZ ATEŞ’İ
Ferhadiye Caddesi, Mareşal Tito Caddesi ile kesişir yolun sonunda. Tito’nun Sonsuz Ateş’i yanar burada. 6 Nisan 1946’da 2. Dünya Savaşı’nda ölenler için yakılmış bu ateş hiç sönmeyecek der Bosnalılar. Sosyalizmin, sosyal evlerini görürsünüz artık buradan sonra. Kentin her yerinde olduğu gibi buralarda da duvarlarda kurşun izleri, kentin yara izleri gibi, utanç duvarları gibi durur.
Ve Umut Tüneli. Savaşın Boşnakların lehine nasıl çevrildiğini, halkların en imkansız durumlarda dahi özgürlükleri için nasıl yaratıcı çözümler bulduklarını, en mümkünsüzü nasıl umuda ve kurtuluşa çevirdiklerini görmek için en güzel duraktır Umut Tüneli.
Dedik ya nehirler boyudur Bosna, Vrelo Bosne, Bosna Nehri’nin kaynağı anlamına gelir. Tito bahçeleri de derler buraya. Kestane ve dahi çınar ağaçlarının elleri havada birleşir adeta. Yemyeşil bir tünel oluşturur.
Hiç nehir olur da bir ülkede köprü olmaz mı, niceleri vardır Bosna Hersek’te. Sırp asıllı yazar Ivo Andreviç’in kaleminden adına Nobel Ödüllü kitap yazılmış Drina, 17. yy klasik Osmanlı mimarisinin en güzel eserlerinden Konij, Evliya Çelebi’nin ‘Gökkuşağı gibi gökyüzüne boy salıp bir kayadan diğer kayaya bir kemer yapmıştır ki, güya cennet benzeri Bağdat’ta bulunan tak-ı Kisra’dır’ dediği Mostar.
Bu köprüler çetin hava koşullarında geçilmesi zor azgın nehirleri değil kültürleri birbirine bu köprüler bağlar. Frenk Mahallesi ile Müslüman mahallesini, Hıristiyanlık ile Müslümanlığı, aşağısı ile yukarısını, geçmiş ile geleceği bu köprüler ile aşarsınız. Bosna- Hersek henüz vizesiz, hayat son derece ucuz ve gidip görmeniz için evet belki hüzünlü ama bir o kadar da umutla sizi bekliyor.
Birgün