“Bu sergide bir senfoni oluşturmaya çalıştım”
İhsan Dindar - milliyet.com.tr / ihsan.dindar@milliyet.com.tr
Pera Müzesi'nde yaklaşık iki aydır açık olan serginin adı "Bir Rüyanın İnşası". İçeriğine de geleceğiz ama bu nasıl bir rüyaydı? İsterseniz oradan başlayalım konuşmamıza...
Arnavutluk'taki toplumcu gerçekçilik dediğimiz akım sanatın tek partinin kontrolü altında olmasıyla kendini gösteriyor. Tek bir ana konu var. O da büyük rüya. Sosyalizm rüyası ve inşası. Sanatın her alanına, günlük yaşamın her alanına 1980'li yılların sonuna kadar damga vuran bir akım bu. Aynı zamanda bir eşitlik ve yeni insanın inşasına dair bir rüya. Bunu yaparken de mevcut komünist rejimin etik ilkelerine göre hareket ediliyor. Bu süreçte ortaa çıkan anlatıda ülke savunması, işçilerin, çiftçilerin hayatı ve ideolojin toplumun her alanında ifade edilmesinden bahsediyoruz. Bu dönemde Arnavutluk 50 yıl boyunca dünya kapalı bir şekilde yönetiliyor. Bu dönemde ülkeye yön veren Enver Hoca yönetimindeki İşçi Partisi'nin ideolojisi. Kuralları çok belli olan bir dönem bu. Tabiri caizse dünyanın geri kalanı bir kıta, Arnavutluk bir kıta halinde değerlendiriliyor. Bu dönemde dünyanın geri kalan kısmı Arnavutluk'un inşa etmeye çalıştığı mutluluğu tehlikeye attığı varsayıldığı için bir düşman olarak görülüyor. O yüzden de ülkede çalışmak ve okumak çok önemli. Bu süreçte öne çıkan bir diğer nokta da ülke savunması oluyor. Dolayısıyla erkek ya da kadın fark etmez, militer bir halk yaratılıyor. Bir asker toplumla karşı karşıyayız.
Buradaki eserler Pera Müzesi’ne nerelerden, hangi koleksiyonlardan getirildi?
Özel koleksiyonlardan geliyor. Ressamların mirasçılarından geliyor. Bazı ressamlar hala hayatta, kendilerinden aldık. Bir kısmı da benim kişisel koleksiyonuma ait. Ben kişisel koleksiyonumu kapalı tutma taraftarı değilim. Onu insanlara göstermek istiyorum. Hatta günün birinde bunun için özel bir müze de kurmak istiyorum. Böylece bu sanatı da tanıtma imkânım olur.
?
Tam da bu militarist yaklaşımdan devam edeyim. Sergideki eserlerin içeriğine de yavaş yavaş girmiş oluruz böylelikle. Bu gördüğümüz militarist anlatı sergiye mahsus bir şey mi? Yoksa Arnavutluk özelinde dönemin ruhunu dair genel bir duruş mu?
Arnavutluk'ta öyle bir rüyaydı ki bu rüyadan uyanan cezalandırılıyordu. Günlük hayatta herkesin belirli görevlerinin olduğu ve bunun da bir disiplin içerisinde korunduğunu görüyoruz. Bunun dışına çıkmaya çalışanların cezalandırıldığı bir dönem. Çok sayıda entelektüel farklı düşündükleri ya da kendilerini farklı şekilde ifade ettikleri için bu dönemde uzun yıllar cezaevinde kalıyor. Ben bu sergide Arnavutluk'un 20. yüzyılının ikinci yarısına ışık tutmak istedim. Arnavutluk'u bir insan bedeni gibi düşündüm. Açık ve kapalı fark etmeksizin tüm çıplaklığıyla bu bedeni sergide saklamadan yansıtmak istedim. Sergiyi oluşturan eserlerde askerleri, denizcileri görüyoruz. Benim de doğduğum topraklar olan Avlonya'da bayrakla yürüyen denizciler, askerler, vatanseverlik ve bundan duyulan gurur, toplumun mutluluğu ve geleceğini savunmak ana temalar olarak karşımıza çıkıyor. Elbette ki tek partinin programı da buna dahil. Ama sadece asker ve denizciler değil çocuklar da karşımıza çıkıyor. Onların oyuncakları, bugünkü çocukların oyuncakları gibi tabletler, bilgisayarlar değil. Onlar bir şekilde yetişkincilik oynuyorlar ve onlar da bir şekilde bu ideolojinin bir parçası. Tüfekler bu çocukların oyuncakları oluyor. Geleceğin askerleri olarak yetiştiriliyorlar. Baktığımızda sergide grafik çalışmaları da öne çıkıyor. Çok sayıda afiş ve poster var. Bunların hepsi partinin doktrinlerini içeren mesajlara sahiptir. Grafiğin yanı sıra sinema da önemli bir araç. Burada bir “mutlu ada” var ve insanlar onun içinde yaşıyor…
?
Bu noktada araya girip mutlu ada kavramını da biraz açmak istiyorum. Burada bahsettiğiniz gerçekten bir mutlu ada mı yoksa insanların öyleymiş gibi yaptığı ve işin içinde sert bir ironinin bulunduğu bir dünya mı var?
Hayır, mutlu adayı tırnak içinde kullanıyorum. Mutlu bir ada bence insanlarla güzel ilişkiler kurduğun bir yerdir. Maksimum özgürlükle topluma katkı sağlayabildiğin bir yerdir. Bir önceki sorunuza dönecek olursam; sinemanın yanı sıra sulu boya çalışmaları da bulunuyor. Enver Hoca’nın eşi Necmiye Hoca’nın Zef Shoshi tarafından resmedilmiş bir tablosunu görüyoruz. Necmiye Hoca’nın yüzü tabloda resmedilmemiştir. Ek olarak inşaat, fabrika, şantiye de sergide karşımıza çıkıyor. Bu sergide aslında bir mozaik karşımıza çıkıyor. Toplumda ne varsa burada yer alıyor. Her toplum konuşur. Konuşmayan tablo duygusuz yapılmış demektir. Hepsinin bir tınısı vardır. Bir kokusu bir müziği vardır. Ben de aslında bu sergide o dönemin Arnavutluk’unu anlamak için bir senfoni oluşturmaya çalıştım. 90’larla birlikte tek parti yönetimi geride kalınca bu dönem şeytanlaştırılmaya başlandı. Karşımızda bilinmeyen bir dünya vardı. Özgürlük sanki karşımızda bir okyanus gibiydi ve biz pusulasız bir şekilde açık denize açılmıştık.
Sizin tabirinizle oluşturduğunuz bu senfonide ressamların önemli bir ağırlığı var. Pera Müzesi’ndeki sergide Enver Hoca dönemine damga vurmuş ressamları görüyoruz. Bu ressamların eğilimleri, zihni yapıları ve estetik duruşlarında ne gibi kaygılar mevcut. Sovyet etkisi ne denli hissediliyor? Örneğin bu devirde daha önceki dönemde yaşamış olan Onufri gibi ünlü Arnavut ressamların etkilerini göremiyoruz. Bir yok sayma mı söz konusu? Bu bir geçmişi reddetme mi?
Geçmiş bir taş gibi. Dağda yürürken üzerine bastığımız taşlar gibi. Geçmiş yalan söylemez. 20. yüzyıl Arnavutluk için iki farklı dönem anlamına geliyor. İlki laik dönem resim sanatı. Yani Roma’da, Floransa’da, Torino’da, Paris’te eğitim alan ressamların ülkeye getirdiği resim ve heykel anlayışı var. Onlar da o dönemin zamanının ruhunu yansıtıyor. Bu dönemde herhangi bir ideolojik yaklaşım ya da propaganda sanatta yer almıyor. 1932’de Sovyetler’de toplumcu gerçekçiliğin adımları atıldıktan sonra diğer ülkelere de bu durum yayılmaya başlıyor. Burada yayılan şey elbette ki bir ideoloji. Estetik kaygılar değil. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Enver Hoca liderliğindeki İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte Arnavutluk’ta da bu durum geçerli olmaya başlıyor. Enver Hoca da aslında Roma ve Montpellier’de eğitim almış biridir. Yani Avrupa zihniyetini çok iyi bilir. Kendi yönetimi döneminde de sanata epey yatırım yapmıştır. Arnavut sanatçıları Moskova ve Leningrad’a (St. Petersburg) eğitim görmeleri için göndermiştir. Genç ressamların iyi akademilerde eğitim almasını sağlamıştır. İşte bu sergide de ağırlıklı olarak o akademilerde eğitim almış ressamların çalışmaları yer alıyor. Sovyetler Birliği’nde eğitimle aldıkları sosyalist gerçekçiliği Arnavutluk’un kültürüyle yeniden yorumladılar. Sovyetler Birliği ile ilişkiler kopunca tabii oradaki tüm sanatçılar geri geldi. Devamında da Tiran Akademisi kuruldu. Bu model Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar devam etti.
?
“O dönemin eserlerini sergilemeye utanılıyordu”
Bir önceki soruya cevap verirken bir şeytanlaştırmadan bahsetmiştiniz. Onunla bağlantılı olarak şunu sormak istiyorum; Bugünün Arnavutluk’u, bugünün toplumu ve sanatçıları, o döneme ve sanatına nasıl bakıyor? Buna ek olarak o anlatının günümüzde de bir devamı söz konusu mu?
Her ulusun kendi geçmişi var ve gelecek nesiller için geçmişe dair yanlışları öğrenirsin. Ders alırsın. Ama neticede müzelik olur bu geçmiş. Arkeoloji de, padişahların fermanları da her şey… Kurallar da iş yapma biçimi de ve tabii toplumlar da değişiyor. İyi veya kötü demiyorum ama toplum bir metamorfozdan geçti. 1990 yılında Arnavutluk toplumunda açık bir yara oluştu. 50 yıl tüm dünyaya kapalı kalmış bir ülkeden bahsediyoruz. Zaman içinde yaşam biçimi ve toplum değişiyor. Sonuçta her toplumunda bir metabolizması var. 90’ların ilk yarısında Enver Hoca dönemine bir nefret duyuldu. Bu dönem suçlu olarak görüldü. İnsanlar o dönemin eserlerini sergilemeye utanıyordu. İnsanlar yeniye, yeni bir anlamlandırmaya açtı diyebiliriz. Sanatçılar da istemelerine rağmen böyle bir değişime hazır değildi. Her ülkenin geçmişinde buna benzer hikâyeler var. Kimi dönem yüceltilir kimi dönem eleştirilir. Enver Hoca’nın tablolarına tükürenler, üzerinde sigara söndürenler de oldu. O dönemin üzerinden şimdi 30 yıl geçti. Ama o yara hâlâ açık aslında. Dokunduğunuzda da kanama başlıyor. 2013-2018 yılları arasında Arnavutluk Ulusal Galerisi’nin müdürü olarak görev yaptım. Orada insanların bu eserlere nasıl bir yaklaşım sergilediklerini gözlemleme imkânım oldum. Bazıları beğenirken bazıları bakmıyordu bile. Bugün biraz değişti aslında. Uluslar arası arenada o devre bir ilgi var. Koleksiyonerler de ilgi gösteriyor.