Harput’tan Hırvatistan’a -3
OTEL SAHİBİ KARETECİ GAZİ
ŞUURSUZ TURİSTLERİMİZ
Bana bütün bunları gösteren ve anlatan otel sahibine teşekkür ettim ve bunca şeyi neden gösterdiğini de anladım. Bunları duyurmamız, Türk insanına anlatmamız içindi. Bilinmesini istiyorlar. Duyulmasını. Sürekli aynı teranenin yinelenmesini istemiyorlar. "Yok savaştan önce Sırplar’la Hırvatlar’la evleniyorlarmış, yok Allah'tan cezai tokat yemişler, yok hala savaştan ders almamışlar da barlarda meyhanede vakit geçiriyorlarmış." gibi tonla yoz eleştiri artık bu insanların kulağına gelerek rahatsız etmiş gibi. Peki biz ne bekliyoruz ki? 50 sene komünizm ile yönetilip, gecenin ortasında hiç bir şey olmamış gibi teheccüte mi kalksınlar? Bu kadar kolay mı bir yaşam tarzını değiştirmek? Kaldığımız otelde her otelde olduğu gibi içki vardı. Barda envai çeşit biralar, şaraplar, likörler. Bosna'da ve Hersek'te hangi otelde yoktur ki? Ancak o içkilerin ardındaki insanların Ramazan ayında her birini saf saf teravih namazında da görürsünüz. Mostar sokaklarını, Saraybosna sokaklarını yağmura rağmen dolduran bayram namazı kalabalıklarını da bu insanlar meydana getirirler. Savaş zamanında ise buldukları ne silah varsa savaşır ve "Allahuekber" diye ölürler. Ama maalesef İstanbul'dan bir tur grubu ile giden bazı insanlarımızın Mostar çarşısındaki bir hediyelik eşya dükkanında söylediklerini de duymuş oluyorum. "Bunlar adam olsaydı bu bela gelir miydi?" Söze bir bakar mısınız? Sanki adamlığın vesikasını bunlar dağıtıyor. Biz adam değil miydik de Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale harplerinde şehit verdik? Uhut’takiler adam değil miydi? de yenilgiyi, hezimeti tattırdı yüce yaratan? diye sormak istedim ancak kul bazen olayları kul okuyamıyor ve Allah'ın bize verdiği "imtihan" dairesinde değerlendirilecek musibetleri bir nevi "ilahi intikam" zaviyesinden ele almak istiyor. Bana da en hayırlı lokmayı yutup öfkemi yutkunmak düşüyor ve girdiğim hediyelik eşya dükkânından alel acele çıkıyorum. Aksi halde Mostar Çarşısı’nda ses yükselecekti. O sesi öte tarafa erteliyor ve gezimize devam ediyoruz. Mostar, fazla anlatmaya gerek olmayan, köprüleri ve köprüye çok yakın ve inci tanesi gibi 5–6 önemli büyük tarihi camisi ile güzel bir şehir. Koski Mehmed Paşa Camii ile Karagözbey Camii’leri ise en bilinenleri. Mostar Köprüsü’nün haricinde bir iki taş köprü daha mevcut ancak gezdiğinizde ve kendinizi şehrin içerisinde kısa süreliğine kaybettiğinizde buluyorsunuz onları. Bir de Mostar'a gelenlerin gezmeden gitmemeleri icab eden Bişçeviç Konağı var. Tipik bir Batı Anadolu konağı ile karşılaşıyorsunuz. Sadece çatısındaki tuğlalar yerine şist yani yapraksı taşlarla örtülü bir yapı. Avlusu, Neretva Nehri’nin çakıl taşları ile örülü bir mozaik döşemeye sahip ve görülmeye değer. Gerek avlusu, avlusundaki çeşmesi, eyvanı ve Neretva’ya bakan oturma odası ile Bişçeviç konağında tarihte sadece bizim ait olduğumuz anlara geri dönüyoruz adeta. Bizim diyorum zira bu biz kelimesinin içerisinde sadece biz Türkler değil, Boşnaklar, Arnavutlar, Araplar tüm Osmanlı milletleri var. Bir kaç güzel fotoğrafın ardından ise Mostar'a elveda değil, görüşmek üzere diyor ve Blagaj ile Poçitel'i görmeye gidiyoruz. Blagaj, Sarı Saltuk Türbesi’nin olduğu yer olarak iddia edilmesine rağmen, aynı kişiye ait Balkanlar’da 9 ayrı yer mevcut olduğundan burasının ağırlıklı olarak bir Halveti Dergahı olduğu sanılmakta. Zira Bektaşi kültürü Bosna Hersek'te yok denecek kadar azdır. Buranın Sarı Saltuk türbesi olduğunu ise bir kaç tarihçi tv yorumcusu iddia etmiş ve burada ellerindeki sipariş kağıtlarla konuşma yapan bazı eski bürokrat ve politikacılarımızın da saçmalaması ile Sarı Saltuk adı yerleşmişti. Allah'tan girişte Alperenler Tekkesi gibi bir yazı yazmışlar da daha geniş bir kapsam çıkmış ortaya. Aslında tekke deseniz ne zararı vardır? Buranın asla adı yoktu. Blagaj Halveti Tekkesi olarak bilinirdi burası eskiden. Ortada belki 50 sene boyunca tek bir Halveti dervişi yokken bile halveti tekkesi idi. Alperen mevzusu şeklinde milliyetçi maneviyatçı bir markaya da gerek var mıdır? Bazı şeyler olduğu sadeliği ile kalsa zararlı mıdır? diye de soruyorum içimden Blagaj'ı terk ederken. Yönümüz artık Poçitel.
Hırvatlar'ın Mostar'daki Hum dağında ölen 20 askerleri için diktikleri 20 metrelik haç ile Mostar merkezindeki 130 metre yüksekliğindeki çan kulesi gece vakti kaybolurken, alemlerin üzerine parlayan bir inancın dünyaya hakim adaletine simge temsil olmuş Hilal beliriyordu gökyüzünde. Bizler ise Mostar'dan ayrılıp Batı Bosna'ya Bosanska Krajina'ya yani Bosna sınır hattı topraklarına doğru ilerliyoruz. Yolumuzun ortasında Jajce şehrinde biraz mola verip, şelaleler üzerine kurulu Bosna'nın bu eski başkentine yol kenarındaki bir balkondan nazar ediyoruz. Pliva ve Vrbas ırmaklarının Jajce'den boşalan bir şelale ile birleştiği noktada bizim Çoruh Nehri’ni aratmayan debisi ile Vrbas Nehri akıp gidiyor aşağıdan. Jajce, Sırplar’dan kurtarılan bir kent. Dik açılı tahta çatıları ile Bosna'nın yağışlı kesiminde araziye uygun materyallerle inşa edilmiş taş ve ahşap yoğunluklu bir yamaç yerleşmesi olan Jajce yaşanılası bir kent. Ancak bir çok Bosna Hersek kenti gibi yüzde altmışı Avrupa'ya göç etmiş durumda.
SAVAŞ GENÇLERİ AVRUPA’YA KAÇIRMIŞ
Kalanlar ise yaşlılar. Savaş, adeta gençlerin geleceğini Avrupa'ya taşımış. Sanki yaşlılar otursun diye akıtıldı bu kadar kan diyordu bir Boşnak arkadaşım. Gerçekten de haksız değilmiş diye düşünerek grubumuzun beğeni dolu bakışlarına son verip mola bitimi diyor ve Bihaç'a doğru depar alıyoruz. Ancak Bihaç'ı gezmek ertesi güne kalıyor. Zira Bihaç'a gelişimizde kentin merkezinde kısa bir süre kalıp bizi dağdaki villa otele götürecek olan otel görevlisini bekliyoruz. Otelimizin adı Villa Senad. Sahibinin adı Senad, eşinin adı Senada, çalışanlarının adı da Senad. Güzel insanlar ve otelleri de yeşilliklerin ortasında bir akarsu kenarında tabloları kıskandıran bir mekan. Otel sahibi Tito zamanında olimpiyatlarda Yugoslavya'yı temsil etmiş olan bir Boşnak. Aynı zamanda rafting turları yapıyor. Zaten oteli ünlü yapan da bu rafting grupları. Biz ise otele sadece bir gecelik bir ziyaret için geldik. Zira ertesi gün, Hırvatistan’ı yöneten Osmanlı beyinin avlanma mekanı olan Plitvice'ye gidecektik ve Villa Senad, buraya en yakın yer durumunda. Güzel bir gecelemenin ardından buradan da ayrılıyor ve güzel bir kahvaltının ardından kısa süreli bir Bihaç turu yapıyoruz. Ancak turun başlaması ile bitmesi aynı anda oluyor zira Fethiye Camii kapalı. Dahası dışarısında bir abdesthanesi de yok. Yetkililere buradan bildirmekte fayda var. Sebebini soruyoruz. Sosyal Demokrat Parti’nin(SDP) saçmalığı diyor Boşnaklar. Aslında bir Boşnak olan Zlatko Lagumdjija'nın bu partisi tarafından bir bahane ile kapatıldığını söylüyorlar bu caminin. Bihaç ve çevresi, Bosna savaşında teslim olmayan, General Atıf Dudakoviç'in başarısı ile inatla ve ihlasla direnen bir bölge olmuş. Bihaç kelime manası ile Bİ HAÇ yani haçsız şehir manasında kullanılmış. Gerçekten de haçın yüksekte olmadığı son kent olarak uzunca bir süre Osmanlı'nın en batı ucunu oluşturmuş. Bihaç turumuz kısacık da sürse buradaki bir şehitliği ziyaret ediyor ve Hırvatistan'a, şelaleler bölgesi olan Plitvice'ye doğru yol alıyoruz. Harput'tan, Fırat'ın kıyısından Hırvatistan'a ulaşıyoruz. Sınır kapısında alışıldık soğuk tipler ve kendini beğenmiş bir eda ile AB üyesi Hırvat görevliler karşılıyor bizleri. Sirke satan surat ifadesi ile kendini yüzyıllarca Alman sanan Slavlar’ın ülkesine girdiğimizi anlıyoruz. Bir sınır görevlisi selamsız sabahsız Pasaport! diyor. Evet! Gerçekten Hırvatistan'dayız... Gönülleri ve ruhu okşayan bir Bosna rüyası geride kaldı. Şimdi ruhsuz ama görsel bir rüya başlıyor.
Yüksel HOŞ