Harput’tan Hırvatistan’a -4

Bihaç'tan ayrıldığınız zaman Hırvatistan sınırına ulaşmak sadece yarım saatlik bir iştir. Meselenin bundan sonrası ise daha kaliteli yollar, daha keskin virajlar ve daha pahalı benzin istasyonları ile gülümsemeden uzak yüzler manasına gelen tipik bir Hırvatistan klasiğidir. Hedef, Hırvatistan'ın en güzel doğa harikası olan Plitvice şelaleleridir(Plitvitse diye okunur). Hırvatistan sınırına girişten itibaren Plitvice'ye ulaşmak da 20 dakikalık bir zaman alıyor. Tabi eğer doğru yerden girmişseniz. Plitvice'ye yaklaştığınızda eğer ortam sessiz ise uzaktan gelen şelalelerin sesini duymanız mümkündür. Hırvatistan devletinin daha Yugoslavya zamanından itibaren turistik yapılaşmadan özel olarak koruduğu bir sahadır Plitvice. Nitekim burası bir milli parktır ve milli park içerisindeki otellerin sayısı bir elin parmaklarını dahi zor bulur. Bundan dolayıdır ki otellerin hepsi ateş pahasıdır ve zaten gecelemelerini Bihaç'ta yapan tecrübeli turistler için bu bir tiyo bile değildir. Evet. Aracımızı park eder etmez milli parkta yokuş aşağı yürüyoruz. Hedef bir dünya cennetine dünyada iken tanık olabilmek. Park görevlisine Karadağlı bayan arkadaşımızca evvelce yapılmış olan rezervasyonu bildiriyorum.

Bizlerden evvela adam başı 18 Euro kadar bir ücret istiyorlar. Ancak işin içerisine Yugoslavca girdiğinde ve biraz diplomasi yapıldığında park görevlisi 70 kuna yani 7 Euro’ya bizleri içeri alıyor. Karşılığında ise parkı 7-8 saat gezdirecek olan biletleri veriyor. Biletler, park içi özel gezi otobüsleri ile göl gezisinde kullanılacak olan feribotu kapsıyor. Eğer feribottan inmez iseniz göllerden birini bir kaç saat boyunca gezip şelalelerin yakınından fotoğraf almak ve uzun turda 7–8 saat vakit harcamak ve manzaraya doymak lüksüne de sahipsiniz. Ancak bizim acelemiz olduğu için parka sadece 3 saatlik bir zaman ayırabildik. Parkta birbiri ardına boşalan 16 göl ve bu göllerden boşalan yüzlerce şelale ve kaskad nüveleri sizi su sesine doyuruyor. Lika Sancak Beyi’nin yaptırdığı namazgahtan ise eser kalmamış. Oysa 2000'li yılların ortalarında buradaki namazgahın kitabe taşı ve Osmanlıca yazıları kırık hali ile dahi bir köşede bulunmaktaydı. Tabii ki savaş birçok yıkımı da beraberinde getiriyor. Hırvatistan geride bıraktığı savaşta topraklarını ancak kurtarabildiği için arada kaybolanlar makul bir kayıptır. Nitekim nefes kesen manzara size buradaki tarihten bahsetmeye müsaade etmiyor. En yüksekteki Prosçan Gölü’nden en aşağıdaki Korana Gölü’ne ulaşana dek eğer manzara size unutturmaz ve sayarsanız tam 16 şelale terasını inmiş oluyorsunuz. Her terasta onlarca şelalecik ile Plitvice'de sayamayacağınız kadar güzelliğe tanık oluyorsunuz.

Şelaleleri gezerken ise suyun üzerine çakılmış kazıklar üzerindeki iskele benzeri tahtadan yollar üzerinde yürüyorsunuz. Bu yollar yosun tutmaması ve insanları kaydırıp düşürmemesi için bir tür solüsyon ile silinip her bir kaç günde bir kez bakımı yapılıyor. Nitekim kullanılan bu yabancı maddelerin de bazı yerlerde köpüklenmelere yol açtığını gözlemliyorsunuz. Doğayı tahrip etmemek istiyorsanız turisti feda edeceksiniz. Turistten vazgeçemiyorsanız bu köpükler de tolere edilebilir edilmiş bir kirliliktir. Ancak böyle dediğimize bakmayın mekanda asla ufak tefek dahi olsa ciddi bir kirlilik yok. Çikolata ambalajı ve pet şişe de yok. Suyun içerisindeki tek yabancı unsur ise sizin suya düşen gölgeniz. Şelalelerden her bir sonrakisi bir öncekinin manzarasını unutturur nitelikte. Yani bir sonrakini görmeseniz sizin için dünyanın en güzel mekanı o anki durduğunuz nokta olabilir. Ancak manzara sürekli değişince bu, gezgini de mest ediyor doğrusu.

 

ÇOĞUNLUĞU EMEKLİ VE YAŞLI TURİSTLER

 

Nitekim çoğunluğu emekli ve yaşlı Avusturyalı turistlerin içerisinde yol alan nispeten genç tabiatlı grubumuz, hayran bakışlar içerisinde Plitvice'yi turluyor ve göllerin arka tarafına dek ilerleyip en son bizi gölün karşısına geçirecek olan motorun rıhtımına varıyoruz. 5–10 dakikalık kısa bir motor keyfinin ardından karşıya ulaşıyor ve bizi parkın merkezine götürecek olan tırtıl otobüsü bekliyoruz. Plitvice'ye artık elveda deme zamanı. Aracımızda suyumuz bittiği için az ötedeki Belvedere Otel'e elimde bir kaç bidonla su istemeye gidiyorum. Bu tür bir jesti bana pek yapmayacaklarını biliyorum ancak suyu doldurmak için diğer seçenek çok aşağıda kalmış olan şelaleler olduğu için otele giriyor ve su istiyorum. Çok sıcak bir şekilde ricamı olumlu karşılayan ve hatta elimdeki bidonları alarak nezaketini gösteren bayan beni şaşırtıyor. Alt kata inip dolduruyoruz. Ana Maria adındaki hanım kız Hırvatistan'da beni en şaşırtan jesti yapıyor. Taşımama da yardım ediyor. Sen gerçekten Hırvat mısın? dediğimde ise "Babam Bosnalı" cevabını duyuyorum. Söylediğine göre annesinin dinini seçmiş. Babası eski komünistlerden olduğunda, anne çok dindar olmasa dahi ülkedeki baskın din benimseniyor. İşe bakın ki, Hırvatistan'da gülümseyen ve yardımsever kişilerin neredeyse hiç birisi Hırvat değil. Bunu bir kez de değil belki düzinelerce defa yaşadım üstelik. İşte iki kültürün arasındaki bariz farka bir örnek de budur. Hırvatistan'da yardımsever insanları biraz kazıdığınız zaman ya Boşnak ya da yarı Boşnak veya çingene ya da kökende Arnavut ya da Türk’le karşılaşıyorsunuz. Bazen Sırplar da cana yakın davranabiliyorlar Hırvatistan'da. Tabi rastlarsanız. Hırvat milliyetçiliği ülkedeki Sırpların çoğunu bir daha geri dönemeyecek hale getirdiği ya da öldürdüğü için bu kısımlarda eskiden beri oturan Sırpları bulmanız da zor artık. Biz de gecikmeden menzile koyuluyoruz zira önümüzde bizi Bosna Hersek sınırına tekrar götürecek olan ve sabah geçtiğimiz yol var.  Hırvat-Bosna sınırındayız ve Hırvat görevliler şaşkınlıkla soruyorlar. "Neden geldiniz Neden gidiyorsunuz? Geceleme yok mu?" -Yok! diyorum ve Boşnak tarafına geçiyoruz. Sınırda Boşnak görevliler ile önceki ile benzer bir sıcak selamlaşmanın ardından Bosna topraklarındaki son iki günümüzün geçeceği Saraybosna'ya doğru depar alıyoruz. Yol üzerinde tıpkı adının manası gibi kilit bir noktada yer alan Kljuç şehrini geçiyoruz. Akşam vakitlerindeyiz ve hava ufaktan kararmakta. Bosna savaşında bu şehirde ne acılar yaşanmıştı oysa. Şehrin dili olsa da konuşsa diyorum. Şimdi kurtarılmış olsa dahi pek kimseler kalmamış hayalet bir şehir gibi. Börek almak için açık bir börekçi yok. Sokaklarda gezen bir ya da iki kişi ancak var. Ama ortam gerçekten müthiş. Kljuç şehri, dünyada en yoğun ormanlarla çevrili şehirlerden birisi olarak bilinir. Ekvatoral, Muson ve Amazon iklim bölgelerinin dışındaki en yüksek vejetasyon oranları Kljuç şehri çevresinde görülür.

 

İSKANDİNAVYA VE ALMANYA’YA GÖÇ

 

Zira şehir adeta ormanın üzerine helikopterden bırakılmış bir görünüm arz etmektedir. Ancak kader bu ki, bu şehrin insanları artık İskandinavya ve Almanya gibi ülkelere hicret etmişlerdir. Durmaya değer pek de bir şey yoktur bu yüzden. Sokaklarda tek tük insanlar varken geçtiğimiz ve durmadığımız bu şehrin ardından Sırp kesiminde Boşnak Kasabası Jezero’da Sultan Bayezit Camii’nde mola veriyoruz. Kandil günü olmasına ve caminin güzel ışıklandırmasına rağmen cemaat yok. Bir yaşlı amca kasabadaki evleri işaret parmağı ile gösteriyor. Avusturya'dalar, İsveç'teler, Almanya'dalar, İsviçre'deler, Avusturya, Almanya, İsveç, ABD, Almanya, Hollanda vb diye aynı ülkeleri tekrarlıyor. Gösterdiği 20 tane evin 3 ya da 4 tanesinde ışık yanıyordu. Jezero kasabası adeta hayalet kasaba halinde. Sultan Beyazıt Cami çok bakımlı ve temiz. İranlıların desteği ile onarılmış ve kapıda da yazıyor zaten. Namazımızı eda edip çıkıyoruz. Metrelerce ötede, kısa bir süreliğine Sözde Sırp Cumhuriyeti topraklarına giriyor ve bir saat kadar sonra çıkıyoruz. Tekrar Boşnak bölgesindeyiz ve buranın en güzel şehirlerinden birisi olan, sadrazamlar ve vezirler şehri Travnik kentine varıyoruz. Akşam karanlığı çökerken gerek Travnik kalesi gerek Şarena Camii ve Hacı Alibey Camii’ni gündüz gözü ile görmek nasip olmasa da, elden geldiği kadar geziyoruz. Ancak yemek yemek için durduğumuz yerden bahsetmemek olmaz. Grubumuz aç olduğu için bir yere girmemiz icab ediyordu. Bizler de en yakındaki "Seher" adında bir küçük lokantaya giriyoruz. Lokantada henüz evlenmiş bir genç bayan bizleri karşılıyor ve siparişimizi alırken de telaşlanıyor. Zira o gün fazla iş olmamış ve kapatmaya az vakitleri kalmışken biz gelmişiz. Sırp kesimindeki eski vatanlarından, doğup büyüdükleri şehirleri Banja Luka'dan buraya göç ederek yerleşmişler. Travnik'te muhaciriz diyorlar. Grubumuza atıştırmalık Suho Meso yani Boşnak pastırması ve salata verirken genç hanım eşini arıyor ve alel acele gelen eşi ile mutfakta yemeklerimizi hazırlıyorlar. Seher Restoran'a özellikle gitmenizi öneririm. Orada bizlerden bir parça bulmanız için gidin. Yoksa çok lüks bir yer değil. Temiz ve duvarları Mekke'den, İstanbul'dan manzaralar ile süslü bir restoran. Yola çıkmadan önce ise bize, hiç bir talebimiz olmamasına rağmen bir kaç bidon su doldurup veriyorlar. Yanımıza da atıştırmalık olarak sofradan arta kalan dokunulmamış köfte ve Suho Meso'lardan bir ekmek yapıyorlar. Yolun bundan sonrasında bu atıştırmalıkları yiyorum. Zaten araçtaki tek iştahı yerinde kişi de bu topraklara ve mutfağına yabancı olmayan bendeniz olunca yemek sefası kaçınılmaz oluyor. Bu arada doktorumuz Yusuf Ziya Bey’in de ufaktan hastalanması moralimizi bozuyor. Esasen yolda ilk hastalanan bendeniz kısa sürede toparlanalı beri hemen herkes gayet iyi gidiyordu ancak sonuçta 4 bin kilometrelik yoldur bu. Ve insanların bir mendile ve aspirine dahi dokunmadan dönmesi beklenmemelidir. Geç saatlerde Saraybosna'ya geliyoruz. Otelimiz savaş zamanında şehrin yükünü fazlaca kaldıran Koçevo Hastanesi’ne bir iki sokak mesafede olan bir otel. Geç ama çok da gece yarısı olmadan geliyoruz otelimize. Ertesi gün ise Saraybosna gezimiz başlayacak. Herkes otele girerken ben biraz hava almak, biraz da meraktan olsa gerek, gece olmasına rağmen biraz yürüyüşe çıkıyorum ve fazla uzakta olmayan Sırp kesiminde etrafı biraz geziyorum. Saraybosna'da biraz yürüdüğünüz zaman Sırp kesimine girebiliyorsunuz. Arada sınır, çit, tel falan da yok. Ama girmemeniz en idealidir tabii ki. Ben de ortamı gözlemlemek için, yatırım var mı? Değişen ne var ne yok? gibisinden biraz yürüyüp otele geri dönüyorum. Sabahleyin ise program hayli kabarık. Sırasıyla önce baş çarşıdan başlıyoruz gezimize. Gazi Hüsrevbey Külliyesi, İsabey Camii, Binbaşı Çeşmesi gezilecek. Turumuza başlıyoruz. Ancak grubumuz o kadar beğeniyor ki Saraybosna'yı, serbest gezmeyi tercih ediyoruz. Sadece yemek yenecek bir yer için birlikte bir restorana giriyoruz. Girdiğimiz restoran ise Boşnak sanatçı Branka Sovrliç'e ait ve baş çarşının biraz aşağısında yer alıyor. Zaten kendisini tanıyor olduğumdan çıkışta kasada selamlaşıyoruz. Garson Cenneta hepimize sabırla yetişiyor ve güzel Boşnak kebabı olan "Çevab" tadı ile tanışıyor grubumuz. Adı kebap ama bildiğimiz İnegöl köfteye çok benzeş bir tadı var. Ve bir dünya yemeğin ardından ödediğimiz fiyat 3-4 Euro gibi bir şey. Ardından Bilge Kral'ın kabrine gidiyoruz. Kovaçi'de Türk mahallelerinden geçerek bir huzur iklimine, kabristana geliyoruz. Kabristan diyoruz ama buradaki bütün kabirler 1992-1994 yıllarına tarihlenmiş. Şehitliğin ortasında Aliya'nın kabri var. Üzerinde ne devlet başkanı, ne majesteleri ne de başka bir şey yazıyor. Bir beyaz taş. Abd'Allah, Alija İzetbegoviç. Ön ismi Abdullah falan değil. Yani Allah'ın kulu Aliya İzzetbegoviç. Vasiyeti gereği mezarına unvan düşülmesini istememiş rahmetli. Ancak mezarın başında her zaman bekleyen gönüllü askerlere rastlamıyoruz. Her zaman olduğu gibi vefalı Sancaklılar gelmişler ve çocuklarına tanıtıyorlar. "İşte ceddimiz burada yatıyor. Liderimiz bu." diye öğretiyorlar beraberlerinde getirdikleri çocuklarına. Ne de olsa onlar Sırbistan ve Karadağ'da boyunduruk altındaki Boşnaklar olduğu için bu kabristan onlar için bir önem taşıyor. Ve kendileri ile de kısa bir muhabbet edip fatiha-ı şerifi de ihmal etmeyerek ayrılıyoruz mekandan. Bir sonraki durak ise, Vrelo Bosna denilen "Bosna menbağları" şeklinde tercüme edebileceğimiz Saraybosna'nın dünya harikası parkı oluyor. Bindiğimiz faytonlarla gezdiğimiz Vrelo Bosna Parkı harika bir ortam sunuyor bizlere. Akan suyun, derenin ve gölün haddi hesabı yok. Küçük bir Plitvitse burası adeta. Parktaki tur bir saatten fazla sürüyor. Yola devam ediyoruz. Ama tüneli görmek nasib olmuyor. Zira tünele gitmek için uygun bir gün değildi o gün ve tünelin kapalı gününe rast gelmiştik. Ancak mutlaka isteseydik Saraybosna'daki diğer günümüz de buna müsaitti. Fakat erkenden Vişegrad'a gitmek icab ettiği için tünel gezisinden bir sonraki gün için de sarfı nazar etmek lazımdı. Derken günü serbest bir gezi ile kapattık. Savaşta bombalanan binalar, nerede hangi katliamların olduğu ile ilgili kısa bir bilgilendirme gezisi ardından insanlarımız kendilerini Saraybosna sokaklarında kaybetmeye devam ettiler. Saraybosna gerçekten bizlerden bir parça. Avusturya Macaristan'a nasıl bıraktı isek yıkılan yok edilen hiç bir şey olmamış. Sadece üzerine bir iki katedral ile Avrupa mimarisindeki kimi yeni yapıları eklemiş Avusturya Macaristan. Tarih ise her şeye rağmen, her yerde karşınıza çıkıyor. Şahidelerden asla uzaklaşamıyorsunuz. Her yerde sarıklı veya kavuklu bir mezar taşı görmeniz olası. Mühür adeta bu coğrafyada bizlere "Gavur diyarda değilsin" mesajı verircesine bariz ve kadim. Elden çıksa dahi toprak, üzerindeki taşlar ile ruhunu, tarihi aidiyetini gösteriyor üzerinde yaşayan insanlara.

 

SON KEZ SUYUNU İÇİYORUM ÜNLÜ ÇEŞMENİN

 

Saraybosna'dan ayrılmadan önce son kez suyunu içiyorum ünlü çeşmenin. Bir içen bir kez daha gelir bu şehre dedikleri çeşmeden kaçıncı kez su içtiğimi unutarak kana kana içiyorum. Son bir baş çarşı gezisi ve alışveriş ardından, yağmurlu bir Bosna günü daha geride kalıyor ve ertesi sabah tekrardan yola çıkıyoruz. Yorucu ve zahmetli bir yol başlıyor. Dağ yollarından Gazi Gorazde'ye ve oradan hareketle Vişegrad'a geliyoruz. Gorazde, savaşta teslim olmamış gazi bir kent. Yüzde 90-95 oranında Boşnaklarca meskun olan ve Boşnakların Drina Hattı’nda ellerinde tuttukları tek şehir olmuş. Diğer kentler olan Srebrenica, Zepa, Foça, Bratunac, Bijeljina, Zvornik ve Vişegrad artık Sırp şehri olmuş. O kadar ileri gidilmiş ki Sırplar Foça şehrinin adını dahi Srbinje olarak da değiştirmişler. Zira elinizdeki karayolu haritasında Foça olarak görünen yerin GPS cihazı ile dibinden dahi geçerken Srbinje yazısını görüyorsunuz. Artık ne biblo gibi güzel Alaca Cami var, ne de gök gözlü hocaların ardında saf tutan cemaat. Kubbe de yok cemaat de. Minareleri sökülerek devşirilmiş yağma edilmiş tecavüze uğramış Boşnak şehirleri bunlar. İslam şehirleri, yetim şehirler. Yine bu şekilde yetim bırakılmış bir şehir olan Vişegrad görünüyor uzaktan. Şehrin girişinde mezarı andıran ve ancak tek aracın geçebileceği bir dar tünelin ardından Sokollu Mehmet Paşa rahmetlinin köprüsüne varıyoruz. Kapuya denilen köprü ortasındaki kitabeli yapının önünde oturuyor ve etrafı temaşa ediyoruz. Mekandan geçmekte olan genç bir sırp bayandan fotoğrafımızı çekmesini rica ediyor ve bu bahane ile durumu soruyorum. Kaldı mı Boşnak? diyorum. "Pek Boşnak kalmadı burada. Varsa yoksa yüzde 10 ama mesele etnik değil tamamen. Çünkü burada iş de yok artık" diyor. Anlattığına göre kendisi hemşire ve Gorazde'de çalışıyor. "Her gün o yolu gidip geliyorum çünkü burada hiç iş yok" diyor. Anlaşılan Sırplar ülkeyi yamalı bohçaya çevirirlerken hesap edemedikleri bir ayrıntının ceremesini çekiyorlar. Bahçenin meyvelerine konmak için kuşları öldürdüklerinde ne ağaç kalıyor ne meyve. Zira giden her Boşnak, öldürülen her bir şehrin yerlisi ile o şehir, ticaretinden, hareketliliğinden, işlekliğinden ve işlerliğinden bir şeyleri kaybetmiş halde adeta paralize oluyor. İşte Sırplar bunun farkına biraz geç varmışlar. Tamamen bir Sırp kenti haline getirdikleri Vişegrad'da artık ekmek de yok onlara. Geceliği 15 Euro’ya kadar düşürmelerine rağmen kimse kalmıyor şehrin en lüks oteli Vilina Vlas'ta. O otelde 600 kadının namusu kirletilmişti zira. Tecavüz eden sadece Bosnalı Sırplar değil, Batı Avrupa ülkelerinden gelen yüzlerce sapık bürokrat, ile Rus askerleri ve bürokratlar da vardı orada. İşte bu devasa otel, Vilina Vlas, sinek avlıyor Vişegrad'da. Ben dahi orada kalmayı aklımın köşesinden bile geçirmedim. Bir kabristandır orası bizim nezdimizde. Gecelemek mi? O otele kazandırmak mı? Asla. İşte bu, onca insanın anısına ve acısına tükürmek olurdu. Uzaktan bakıyorum söz konusu lanetli binaya ve gidiyorum. Ahlakım, gruba orada olanları açıklamamı engelliyor. Manzaranın güzelliğine o acıları katmak istemiyorum tekrar. Köprünün doğu yakası üzerinde başları bıçaklarla kesilerek adeta hayvan boğazlarcasına öldürülen yüzlerce kadersiz Boşnak şehidi için Fatiha okuyor ve gidiyoruz. Bosna'daki son durağımız Vişegrad'dan sonra dönüş yolunda Sırbistan'a giriyoruz ancak bu sözde bir giriş. Zira söz konusu topraklar Sancak toprakları. Sırp idaresindeki bir Boşnak memleketi. Henüz girişte ünlü sinema yönetmeni ve Bosna'nın hain çocuğu Emir Kusturica'nın yaptırdığı Drvengrad(kütükşehir) turistik etno köyü göze çarpıyor. Emir Kusturica'dan bu yazıda bahsedip de sayfayı gereksiz yere kirletmek istemem. Onun için çok farklı bir yazı lazımdır ki lazım gelen bir zamanda "Bosna'nın Hainleri" başlıklı bir yazıda bahsi geçecektir. Yol malum. Hem uzun hem de meşakkatli ve bir o kadar da sürprizlerle dolu devam ederken, Novi Pazar'a doğru durmadan sürdüğümüz araçtan inme vakti geliyor. Artık Novi Pazar'dayız ve sadece bir namaz molası verecek kadar iniyoruz. Merkezde ülkedeki kabinenin Boşnak Bakanı Sabri Llajiç'in Novi Pazar'ın ortasına diktirdiği Saraybosna'daki sebilin bir kopyası bizleri karşılıyordu. Halktan bir kaç kişi ile sohbet ederken, sebili göstererek; Bu da ne iştir? diyorum.  "Llajiç yaptırdı. Sus payı işte... Ama burayı Saraybosna yapmak için özgür yapmak lazım bu şeyi dikmesinin bir manası yok" diyordu bir Sancaklı Müslüman. Sırbistan'da yapılacak seçimlerin de sebebi ile olsa gerek her yerde Rasim Llajiç'in resimleri ve pusuladaki aday numarası vardı. Diğer adaylar ise tanıdık Süleyman Uglijanin ve Müfü Muammer  Efendi  Zukorliç idi. Ben de gruba dönüp seçimi Llajiç kazanacak demiştim. Zira hükümetteki en etkili Boşnak isimdir ve devletin kaynakları ile bütün imkanlar ondan yanadır. Nitekim haksız da çıkmadım ve kazanan o oldu. Siyaseti bir kenara bırakalım dedik ve grubumuz Altun Alem Camii’nde bir namaz kılarken biz de bazılarımızla birlikte köfte yemek için merkezdeki bir kebapçıya giriyoruz. Kebaplar Bosna'dakinden aşağı kalır değiller. Yemek sonrasında dışarıda gruba Novi Pazar kalesini ve Balkan savaşlarında burada Osmanlı ordusunun nasıl teslim olduğunu anlatıyorum. Kaleden dökülen bir göze(kaynak) şehrin ortasındaki Raşka nehrine dökülürken cami dönüşü bir delikanlıyla karşılaşıyorum. Yabancı olduğum için ve biraz da dikkat çektiğimizden dolayı bir şey soruyor ve ben de ona bir şeyler sorarak mukabele ediyorum. Konuşuyoruz.

 

ANNESİ BOŞNAK BABASI SIRP

 

Annesi Müslüman bir Boşnak, babası ise Sırp. Senin dinin ne olacak? dediğimde ise. "İslam olur sanıyorum" dedi. "Neden peki?" dediğimde ise "Güzel ve temiz bir din. Seçme hakkım olmalı ve ben herhalde İslam’a daha yakınım" şeklinde güzel ama hafif de kafası karışık bir cevap verdi delikanlı. Gitmeden önce ise mailimi istedi ve verdim. Adı Daryan ve yaşı henüz 15'ti. Güzel İngilizce konuşan bu çocuk belki de annesinin kültürüne yakın hissederek Türklere bir sempati duyuyordu ve elimden geleni yapamasam da bu dar vakitte bundan fazlasının da yapılması zordur kabilinden beklettiğim grubuma hızla koşup menzilimize devam etmek üzere depar aldık. Keşke burada da bir Türk Okulu olsa diye içimden geçirmeden edemedim. Dileriz mesaj ilgili yerlere gider. Ayrıca Sırplarla evlilik hala yaygın bu coğrafyada. Değişen çok şey var ancak her şeyden önce konuşulan dil aynı olunca, insanlar da dar bir sosyal ortamı da paylaştıklarında bu sonuç kaçınılmaz oluyor. Bir de hakim ve yönetici sınıf Sırp olduğunda bu insanlara evlenmeyin dahi deseniz faydası yok. Zira interkomünal evlilikler bu coğrafyada sosyolojik bir sonuçtur. Artık Novi Pazar'dan ve Sancak’tan ayrılık vakti idi. Rotayı Sırbistan içlerine doğru, yakın zamana dek Müslüman yurdu olan ancak günümüzde pek de fazla Müslüman yaşamayan Raşka'ya doğru sürüyor ve oradan bir dirsek yaparak Mitroviça'ya yani Kosova'nın Filistin'ine doğru çeviriyoruz. Hiç bir turistin ve Türk seyyahın, seyyah bir yana canını seven kimsenin gitmeyi aklından dahi geçirmediği, nişancıların binaların tepesinde hazır beklediği ve her Allah'ın günü lastik yakılan, kargaşa çıkan, ateşlerin yakıldığı, birilerinin birilerini boğazlamak için tetikte durdukları bir şehire gireceğiz. Mitroviça'ya. Sırbistan'dan Kosova'ya girişte sınırda Amerikan askerleri bizi karşılıyor. Problemsiz bir kaç saniyelik bir diyaloğun ardından giriyoruz Kosova'ya. Ancak Kosova değil sanki burası. Her yerde Sırp bayrakları var. Sırpça sloganlar, milliyetçi armalar, işaretler ve sıvasız tuğlalı binalar. Kosova'nın dört bir yanından kaçan Sırpların kurtarılmış bölgesi burası. Mitroviça'ya gelene dek bu sıvasız yeni yapılmış inşaatlara sıkça rastlıyoruz. Her birinin üzerinde istisnasız bir Sırp bayrağı dalgalanıyor. Ve bir saat olmadan Mitroviça'ya geliyoruz. İşte burası ayrım noktası. Nehrin bir tarafı Sırp ve diğer yanı ise Arnavut. Şöförle kısık sesle yaptığım bir diyaloğun ardından aracı ara sokaklardan, Boşnak mahallesine sokuyoruz ve bir müddet sonra Mitroviça ana caddesine çıkarıyoruz. Geçmemiz gereken köprü barikatlarla bir kaç gün öncesinde kapatıldığı için Sırplar’a selam verip kısa bir muhabbetle diğer köprüyü soruyorum ve tarif ediyorlar. Şunu da ilave etmek gerekir ki, Sırplar canavar insanlar değiller. Hatta Hırvat’la kıyaslarsanız öyle dik başlı, kibirli ve kindar da değiller. Ama kriz ortamlarında dolduruşa gelebilen cahil bir yapıları vardır. Konuşmanıza göre tepki veriyorlar ve genellikle ılımlılar. Zaten savaş ve kriz bölgelerinde insanlar hassas zamanlarda hassas ve sıradışı davranabiliyor. İşte bu milletin de belki kontrol edemediği tabiatları onlara olmadık ve vahşice şeyler yaptırıyor ve ortaya gerek Bosna'da gerekse Kosova'da insanlık dışı işler çıkarabiliyorlar. Biz, diyalog içerisinde Mitroviça'yı sağdan soldan fazla da dikkat çekmeyerek neme lazım bir taş ya da bir odun parçası gelmesin kaygısı ile dikkatle geçerken, Mitroviça'daki açık olan diğer köprüye doğru aracın hızını artırıyor ve bir anda geçiyoruz. Artık dil değişiyor. Burada Sırpça dahi konuşsanız sizi anlar ve cevap vermezler. Zira Sırp zulmünden bir asırlık cefa ile emekli olan insanların ülkesi Kosova'ya sosyolojik manada esas giriş yaptığınız kısım burasıdır. Biz de karşımıza çıkan ilk kişiye; "Mirembrama" yani İyi akşamlar diyerek karanlık çökmek üzere iken selam vererek giriyoruz şehrin Arnavut kısmına. Artık önümüzde Priştina ve Prizren şehir turları planımız vardı. Güler yüzlü ve cana yakın bir kültür bölgesine daha giriyorduk. Eski Yugoslavya'nın en gelişmemiş olan kısmındayız artık. En geri bırakılmış olan, üzerinde en fazla tezgah dönen ve belki de Balkan coğrafyasının geleceğinde en kilit millet olan Arnavutlar’ın yaşadığı ve kontrol ettikleri kısma giriyoruz. Onların Kudüs'ü niteliğindeki bir şehirden geliyoruz ve aracımızdaki insanımıza baktıklarında Sırp olmadığımızı görüp gülümsüyorlar. Bu gülümseme 100 yılın ardından ihtiyacımız olan ve gecikmiş bir kucaklaşmaya duyulan özlemin işareti ve en masum ve utangaç ifadesidir şüphesiz. Geride kalmış bir yabancılaştırma yüzyılına inat, bizler, bütün bu sınırları tekerlerin altına alıp çiğneyerek, binlerce kilometre öteden sırf bu gülüş için geldiğimizi iyi biliyorduk. Bu yazıyı, Hırvatistan'da ya da Bosna'da her ne olduysa kaptığı bir virüsten dolayı sıhhati yerinde olmayan ancak vesilesi ile sıhhat içerisinde döndüğümüz doktorumuz, Yusuf Ziya Bahşi beye armağan ediyorum. 4000 kilometre kadar devam eden yol boyunca onca kusur ve sürçü lisanımıza katlanmış olması dahi kendisini hasta yapmaya yetebilirdi. Durumu halen hassas olan Yusuf Ziya Bey’e, şahsım adına Balkan Günlüğü Gazetesi sütunları aracılığı ile Allah'tan acil şifalar diliyorum. Bir sonraki yazıda ise artık bu uzun yazı dizisini bitirip yetkililerden önemli bir ricada bulunuyor olacağız.

 

 

 

 

 

 

 

Benzer Videolar