Hikâyeden tarih: Bir Rumeli Rüyası
Geçen yıl Notabene Yayınları’ndan çıkan ve on beş öyküden oluşan Bir Rumeli Rüyası: Eski Yugoslavya kitabının önsüzünde yazarı Güner Arslan şöyle diyor:
“Rumeli ve Yugoslavya, bir rüya gibi anılarda kaldı sadece. Rüyaya dalıp anı diye geçebiliriz yaşananların üstünden... Oysa anıları gerçekler bırakır bize. Her gerçek zamana uzanmak ister. Bilinmek, aktarılmak.”
Doğduğu topraklardan beş yaşında ayrılmış yazar. Hayal meyal hatırladıklarını, dinledikleriyle birleştirip öyküleştirmiş. Kitabı okuyunca bölgenin tarihine dönüp bakma ihtiyacı duydum. Baktığımdaysa Yugoslavya’nın yani Rumeli’nin savaş meydanı olmaktan, istilalardan, iç karışıklıklardan kurtulamadığını, paylaşılamayan bir coğrafya olduğunu gördüm. Göz kamaştıran bereketli topraklar pek çok ulusu barındırmış. Ama kimse için yurt olmasına izin verilmemiş.
Kayıt altındaki insanlar mıdır nüfus? Yüzölçümü müdür toprak? Ana baba adı, ay, gün, yıldır mıdır kimlik? Göçmen, sayıdan ibaret oluşunu muhacirhanelerde anlayan şaşkındır oysa. Mesleğini, varlığını, lakabını bırakmıştır geride. Yazacak kelimesi, diyecek sözü kalmamıştır. Yer değiştirenlerin hikâyeleri belki hep böyle başlar. Kaybettiklerini düşünür, geride bıraktığını delicesine özler. Yara izlerine bakar ve susar belki de.
KAYGI DENİZİ
Bir Rumeli Rüyası: Eski Yugoslavya’yı okuyunca bunlar düştü aklıma. Güner Arslan, belki bu yüzden ilk öykü olarak ‘Kayıp Pusula’yı seçmiş. Yazar, kaybetme duygusunu, yönsüzlüğü, kaygı denizinde boğulmaya benzetmiş. Öykünün anlatıcısı anlatmanın sıkıntısını taşıyor çünkü. Kitabın kurgusunun ipuçlarını, diğer öykülerdeki büyü âleminin işaretlerini de veriyor. Anlatıcının imdadına gündüz rüyası yetişiyor neyse ki. Rüyalar uykunun hediyesi mi, geleceğin pusulası mı? Arslan, siyasi süreçle insanların gündelik hayatı arasındaki uçurumu da göstermek istemiş. İslam geleneğinde namazı kılınarak görülen rüya, istihareye yatmak olarak bilinir ve doğruluğuna inanılır. Vahit’e verilen vazife de budur. Sadrazam Hazretleri kazanda bulunan cesedin katilinin bulunmasını tez vakitte ister. İstihareye yatar ama hiçbir şey göremez Vahit. Derdine çare ararken o dolabı görür, “Duvardaki yüklük, beni aç, demekte” diyerek sırlar âlemine ulaşır, el yazmalarını okumaya başlar. İdrar bağlama büyüsü sonuç verir. Ertesi gün sadrazamın hastalık haberi gelir. Tesadüflerin inanca bağlandığı gündelik pratik siyasi süreçlerden bağımsız işlemektedir. Neticede insan hayatına anlam katma derdindedir. Bu nedenle kitapta örf ve adetlerin insan hayatına etkisi işlenir. Örneğin, ‘Çok Sarhoştu Lirim’ adlı öykü sarsıcı bir dram. ‘Günahkar’ Lirim’in cesedi ortada kalır. Hiçbir din adamı gömmek istemez. Eşi Zeliha bir camiye, bir kiliseye koşar durur ağustos sıcağında.
Güner Arslan derin olayları sade anlatımıyla işleyen, gerçeklik duygusunu güçlü biçimde okura aksettiren bir yazar. Meselenin hassaslığının farkında ama anlatırken özgür. İnsanın sıkışmışlığından gelen hilekârlığı, sütü bozukluğu, kaypaklığı yansıtmaktan sakınmamış.
TARAFSIZ VE DENGELİ
“Köprünün yokluğuna çok hazırlıksız yakalanmıştım” cümlesiyle son bulan ‘Kaç Petrit’ en dikkat çekici öykü. Korku hızını kesmeden sürüyor öyküde, sonu acı bitiyor. Sağlam bir hikâye güçlü biçimde aktarılmış. Mekânla karakter birbirini tamamlarken, olay örgüsü bu bütünlüğe uyum sağlamış. Saf duygunun dili diyebiliriz ‘Kaç Petrit’’e.
“Goli Otok’tan sağ salim kurtulabilmek anlamsızdı artık” diyor Maksut. ‘Goli Otok’ öykünün de adı aynı zamanda. Bu öyküden sağ salim çıkmak da imkânsız. Çünkü utancı işliyor öykü, tarihi bir utancı. Maksut, Tito döneminde açık cezaevi olarak kullanılan Goli Otok adasından döner. “Ceza ve zaman heybetli bedenimden geriye bir kemik yığını bırakmış” der baht dönüşü dediği yolculuğunu anlatırken. Yaşanan dram, dramatik anlatımla, yani eylemlerle aktarılmış. Tarafsız bakış, gösterme ve anlatma dengesi yitirilmeden öyküleşmiş. Yazar derinliği bu yolla yakalayabilmiş.
Güner Arslan, öykülerindeki karakterler arasında da denge kurmuş. Kadın dünyasını da başarıyla yansıtabildiğini söylemeliyim. Neriman gelen misafirlerden hoşlanmaz ve fincanlar kalbi gibi titrer. Rüstem’in mektupları bırakılır sehpaya. “Sözcükler ölüm kokuyordu” der. Kadın anlatıcının hikâyesine daldığımızda dil şiirleşir. Hiç uğruna biten bir sevda anlatılır ‘Hasret’te.
Soyun devam etmesi insanoğlunun ortak isteklerinden biri. ‘Keşke’ adlı öykünün karakteriyse çocuk sahibi olamayan Vildan. Kocakarı ilaçlarıyla derdine çare arayan kadının tiksintisi işlenir öyküde. “İşte! Kapkara, şiş karınlı örümcekler, derin bir uykuda zannı uyandıracak kadar kıpırtısız.” Ekmek parçasının içindeki örümceği yutması istenir ama yapamaz Vildan. Kaçar, ölmek ister ama onu da başaramaz.“Dipteki sırma saç kesilmiş yosunlara takılmış cansız bedenimin hayaliyle ürperdim, korkulukları daha sıkı kavradım” der.
YAZARLAR TARİHÇİ DEĞİLDİR
‘Hankoların Hankosu’ yani Makedonya deyimiyle ‘hanımefendi’ adlı öykü yine büyücülük üzerinedir. Ancak bu kez sihrin gücüne hayran kalmamak elde değil. Siyasi kargaşanın sertliğinde, sonu gelmez işkencelerin dehşeti eşliğinde, bir yol bulur öykü kendisine. “Keyiften ağzı kulaklarındaydı genç öğretmenin.”
‘Kan Kokusu’ ise kitabın en sert öyküsü. “Bir zamanlar komşuyduk Miloseviç gibilerle güya” der anlatıcı. Savaşı, düşmanlığı, ırza geçmeyi zafer sanmayı anlatır. Geçen yıllar unutulduğu sanılan her şeyi saklar ve bir gün hatırlatır. İki kız kardeşin yaşam hikâyesi tarihin bir dönemini saklamaktadır.
Güner Arslan bir öykü yazarı. Yazarlar tarihçi değildir. Yazar tarihin izlerini evrenselleştirir, zamansızlaştırır. Arslan da bu bilinçle muhacirliği ve hikâyelerini her yönüyle ama insana odaklanarak kurgulamış. Toprağın sıkıntıya dönüştüğü yerde yaşıyor öyküler bu yüzden. Son öyküde sarıklı mezar taşlarının ardına düşen anlatıcı, geçmişe dair en anlamlı simgeyi iş makinelerinden kurtarmaya çalışıyor. Biz de eski zaman hikâyelerinin ardına düşüp Rumeli Rüyası’ndan uyanmaya çabalıyoruz.
birgün