KAYIP VATAN GİRİT ve NE KALDIYSA

Geçtiğimiz yüzyılımızın sonunda Bosna-Hersek ve Kosova’da yaşanılan katliamların başarılı bir ön provası, hiç aklımıza bile gelmeyecek bir adada, Girit’te yaşanmıştı.

 

Kimi zaman Girit Türkleri de denilen gerçekte Müslüman Rum milletinden bir halk olan ve kültürel açıdan Türkleşmiş bir halktı Giritliler. Rumca konuşurlardı. Mevlidleri, ilahileri dahi Rumca yani Yunanca idi. Girit halkının yüzde 70 kadarını oluşturuyorlardı ve Girit’i Osmanlı coğrafyasında özel bir ada yapan bu halk, Yunan milletinin İslam’ı seçmiş olan onca devlet adamı ve vezirinin de anavatanı olan Girit’in asıl sahipleriydi. İsimleri Mehmet, Salih, Emin, Hasan, Fatma, Ayşe olan bu insanların soy isimleri de orjinaldi. Deliahmedakis, Paşakis, Bekiraki, Kasabaki, Evliyaki, Şabanaki gibi soy isimleri sadece Giritlilerin soy isimleri idi. 1760 yılında Girit adasına dair vergi defterleri incelendiğinde ada nüfusunun 260 bin olduğu ve bu nüfusun sadece 60 bin kadarının Hıristiyan olduğunu görürüz. Yani 200 bin Müslüman, 60 bin Hıristiyan yaşamaktadır. Müslüman nüfus yüzde 75’lerdedir. Derken bir gün milliyetçilik rüzgarları Girit’i de buluverir. Hıristiyan komşuları onlara vatanında yabancı muamelesi yapmaya başlar. Bir kıvılcım gerekmektedir artık ateş için. Herşey bir 18 Haziran 1858 gecesi değişecektir. 1820’lerde başlayan Yunan isyanı ile paralel şekilde Osmanlı’ya yer yer isyan eden isyanları bastırılan Giritli Hıristiyanlar 18 Haziran gecesi ilk kez farklı bir şey yaparlar. Veresiye mal sattığı halde parasını alamayan bir Giritli Müslüman bakkal, Hıristiyan köylüden parasını ister. Adam ise vermeyeceğini söyler ve o gece kasaba merkezinde Türkün boğazını keserek öldürür. Durum bütün herkesin gözü önünde gerçekleşir ve Giritli Müslümanlar valilik önünde katili linç etmek için bir araya gelir ve seslerini yükseltirler. Osmanlı jandarması olayı bastırmak için katili yakalayıp bir mahkeme kurarak yargılar ve idam eder. Ancak katilin tüm yakınları dağlara çıkıp Müslümanları katletmeye başlar. İsyan başlamıştır. Adaya gelen Osmanlı güçleri tekrar asayişi sağlar. Asayişi sağlama girişimleri devam ederken Yunanistan, adanın ıssız kesimlerine  gemileri ile gönüllü, silah, cephane ve para yollamaktadır. Ve işte burada Osmanlı en büyük hatasını yapar. O zamana dek temel askerlik bilgisinden yoksun olan Giritli çetecileri yakalayıp idam etmekte olan Osmanlı hükümeti, artık adada asayiş istediğini açıklar ve Girit’teki teröristleri Yunanistan’a yollar. Burada askeri eğitim gören Girit Hıristiyanları artık geldiklerinde Osmanlı kuvvetleri ile çete değil, cephe harbi yapacak hale geleceklerdir. Müslümanların tek tük öldürüldüğü günler de geride kalacak, artık yüzlerce Müslüman’ın bir gün içerisinde kesildiği ve yakıldığı günlere girilecektir. Bir ikinci olay ile ise iş çığırından çıkar. Olay, Girit’in güneyinde bir Hıristiyan’ın bir Müslüman köyündeki kızı istemesi ile başlar. Kendisine varmak istemeyen ve durumu ailesine bildiren kız için durum kesindir.

 

 

 

 

HRİSTİYAN’A VARMAK İSTEMEYEN MÜSLÜMAN KIZ

 

Ardından Müslüman köyüne tehditler savurmaya başlayan 4 Ortodoks köyü birleşip Müslümanların yaşadığı köyde kızın ailesini öldürür ve çevredeki köyleri ateşe verirler. Yanmakta olan köydeki diğer Müslümanlar da malını mülkünü zeytinliğini keçisini oracıkta bırakır ve şehir merkezlerine kaçarlar. Estiye, Hanya, Kandiye, Resmo, Yerapetra her geçen gün bu muhacir köylülerle dolup taşar. Şehirler nisbeten güvenlidir zira Osmanlı askerleri vardır şehirde. Ancak dağlar isyancılarla doludur. İsyancıların başında Yannis Vlakos isminde biri vardır. “Daskalo” yani öğretmen lakaplı bir çete lideridir ve namı 300 Müslüman erkeği katleden yiğit Giritlidir. Müslümanlar ise onu İsfakiye’nin insan kasabı olarak bilir. Önce Sfakia yani İsfakiye’deki Müslümanlar katledilir. Daskalo yakalanır ve öldürülür. Hayatta kalan erkek kardeşi ise her nedense serbest bırakılır ve Müslümanların geri kalanını da o öldürecektir. Hatta katliamlarının sebebi olarak “Osmanlı abimi gözümün önünde öldürerek benden insanlığımı aldı. Şimdi bu yaptığımda insanlık sorgulamayın” demiştir. Ardından güneyindeki Yerapetra ile doğusundaki Laşit ve Estiye(Lasithi ve Stia) Müslümanları ise dağlık vatanlarında hiçbir yere kaçamadan öldürülürler. En talihsiz olanları onlardır. Zira daha batıdaki Kandiye, Resmo ve Hanya limanlarına hayli uzaktadırlar. Aslında ironiktir ki burası Anadolu kıyılarına ve o sıralar bizde olan Rodos ve on iki adalara da en yakın noktadır fakat bu kıyılarda değil herhangi bir gemimiz, silahlı sandalımız dahi yoktur.

Katliamlar ve tecavüzler ile bilhassa 1897’de iş tümüyle çığırından çıkar. Doğu Girit’te kalan Müslümanlara toplu imha operasyonları düzenlenir. Yaşlı Giritlilerden İsmail Turnaki dede 1989 senesinde vefat etmeden evvel çocuklarına şöyle anlatıyor:

“Her yerde sırtında mavzerle geziyorlardı. Ya evden çıkmayacaksın evini yakacaklar ya sokağa çıkmayacaksın sokakta vururlar diye anam babam korku içinde bizi sokağa bırakmazlardı. Gavur bir zamanlar Müslüman geçtiğinde önünü ilikleyip, Müslüman’ın heybetinden elini bağlar yere bakarmış derdi babam ama şimdi azdılar bizi de komazlar artık burada derdi. İmamı sokakta öldürdüler. Gavur müezzini keseli beri 15 gün ezan okunmuyor. İmam dayanamadı okudu ezanı. Bayram mıydı kandil miydi öyle birşeydi her hal. O gün kestiler. Kanı bile yerde kaldı köpekler yaladı. İki hafta o kanın üstünden yürüdü gavur. Kimi geceler sokaklarda dağda taşta boğazlanan masumların feryad sesleri gelirdi. Çıkamıyorsun evden çıksan ne yapacaksın ki? Anam evde çatıya çıkıp Rodos tarafına bakar idi. Türk gemilerini beklerdi her gün ki kurtarsınlar. Gelmediler. Bir küçük çuval un kalmıştı evde. Onun ile çimen ile ot ile börek yapardı ekmek yapardı yedirirdi. Her gün iki avuç unla yemek işte. Varsa yoksa o. Yanına da son hasattan bir küp zeytinimiz vardı. Ne kaldıysa az az katık ettik. 320 zeytin ağacımız vardı hepsini yaktılar. Koyunumuz vardı 40 baş. Hepsini çaldılar. Tek ümidimiz kazanç kapımız kaldı. Koprana köyünde anama miras fidanlık vardı yeni zeytin verecekti. Dedemin yanında çalışmış Mavru diye bir işsiz gavur var idi silahıyla geldi babama dedi, Musa Aga, fidanlık artık benim oldu. Bir şey diyemedi babam eliyle eyvallah etti. Kapıyı kapatınca uşak gibi ağladı gözümüzün önünde. Amcamı, iki dayımı, teyzemi ve kör dedemi su kenarında ağzına taş doldurarak öldürmüşler. Teyzemin kolyesini bir adam elinde sallayarak yürüyormuş. Anam görünce korkudan soramamış. Sonradan öğrendi teyzemi öldürdüklerini. Ne altınları var idi çok, ne de paraları. Yalnız öldürdüler. Cebindeki tabakasını, kemerini soymuşlar öldürürlerken. Rum kadınları sırtındaki şalını ayağındaki nalını almak için kavga etmişler. Kadınların ölüsüne saldırdılar. Bizim Estiye'de her yer Müslüman idi kalmadı hiç kimse. Öldürecekleri adamların karıları kızlarını sonradan kim alsın kaçırsın diye kavga ederler birbirini vururlar imiş. Çok kişi canına kıydı. Kız kalmadı evlenecek hepsini pis ettiler. Camilere domuz doldurdular. Evlerimize gavur çocukları pisliklerini fırlatıp attı. En son mübadele olacak dediler. Sevindik ama ne yaparız orada bilmeden seviniriz. Çünkü can tehlikede e önce can ya? Evde saklı dededen 15 mecidiye varmış en son onunla bindirdi babam vapura geldik. Sonra öğrendim ya esas 100 tane altın varmış da babam bizi kesmeden limana rahat gidelim diye bir çeteciye vermiş paranın çoğunu. Çok idik biz Girit’te evladım. Yarımızı kestiler yarımız gelebildik. Azı da orada kaldı gavur oldu gittiler. İşte daha ne anlatayım?”

 

TRAVMANIN BOYUTU

 

İşte yaşanmış bir olayın şahidinin ağzından Girit’in sadece bir kazasında cereyan eden travmanın boyutu buydu. Osmanlı her seferinde isyancılara biraz daha sert davranırken Avrupa’nın her araya girmesinde dozu yumuşatır ve isyancıları affeder. Öyle ki, 20 kişiyi öldürmüş olan bir isyancıya memuriyet verilir ve sözde susturulur. Bu tür gereksiz aflar, Osmanlı’nın ağırlığını zedelerken Giritli teröristler daha da cesaretlenir. Ve arkalarında Avrupa desteğini bulan isyancılar Osmanlı askerinin adadan gitmesini ve Girit’e muhtariyet yani özerklik verilmesini isterler ve bunu da başarırlar. Ada Müslümanları artık sahipsiz kalmıştır. Çoğu da canından bezmiş haldedir. Girit’te kalanlar aslında kaçacak yeri olmadığından orada kalabilenlerdir sadece. Hayvanlar gibi bir çeşme önünde birbirine bağlanarak sıraya dizilerek boğazları kesilen Giritlileri gören çocukların dili tutulduğundan son Osmanlı valisi bir ara yaverine neden bu kadar çok dilsiz var Girit’te diye sormuştur.  1860’lar ile 1924 arasındaki dönem, Girit’te barut kokusunun hiç dinmediği bir zamandır. Ada Yunanistan’a katıldıktan sonra dahi Müslümanlar katledilmektedir ve günümüzde Türkiye’de yaşayan Giritliler bütün bu katliamları derinden hisseder ve bilinçli olanları dedelerinden duyduklarını anlatırlar. Bundan 5 sene kadar önce Konrad Otel’in lobisinde eski DYP’li yönetici ve usta kalem Nevval Sevindi ile karşılaşmış ve kendisine bu olaylar hakkında bir şeyler sormuştum.  Bir Giritli olarak, camiilere doldurularak yakılan ve tecavüzler ve katliamlarla yok edilen bir halkın çektiklerinden örnekler vermişti. O günlerde Girit’te yaşamak anlaşılan bir korku filmini her gün yaşamak gibi. Kapınıza ne zaman gelecek ve ne zaman sizi doğrayacaklar bilmiyorsunuz. Çaresizsiniz. Abdülhamit’e mektup yazıyorsunuz ama cevap gelmiyor. Padişah, subaylarının kendisine sadakatine güvenmediğinden gemilerini Haliç’ten çıkarmıyor. Giritliler bu kez İran şahına mektup yazıyorlar. Yalvarırcasına bir haykırıştır bu. Şah da cevap yazmıyor. İran neresi? Girit neresi. Haritaya bakmak dahi yardımın gelmeyeceğinin açık bir cevabıdır. Bir miktar nakdi yardım ise onların derdine çare olmaktan uzak, Padişah’tan geliyor. Şehirleri ablukaya alınarak kendilerine ambargo uygulanan ve aç bırakılan Girit Müslümanları sahipsiz bir şekilde Ege Denizi’nin kendilerine mezar olacağı günü beklemektedir. İşte bunları görerek de olsa Müslümanlar köylerden kasabalardan hicret ederek şehir merkezlerinde yoğunlaşırlar. Katliam şehirlerde daha azdır ama açlık ve abluka hüküm sürmektedir bu şehirlerde. Müslümanlara mal satmak yasakken onların sadece ev ve arsalarını almaya izin vardır.  “Defolup gidin” sloganları ile her gün aşağılanan Girit Müslümanları için tek mecra kalabalık Girit şehirleridir. Artık Hanya, Kandiye, Resmo Giritli Müslümanlar ile doludur. Hıristiyanlar açıkta bekleyen Avrupalı gemilerin niyetini bilmektedir. Sözde bu gemiler Girit’teki asayişin garantisi olarak açıkta beklemektedirler ancak gerçekte Osmanlı’dan gelecek bir yardım gemisini batırmak için hazır beklemektedirler. İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve Rus gemileri ile doludur Hanya limanı ve Girit’in diğer limanları. Avrupalıların verdiği güven ile köyleri kundaklayan Giritli Hıristiyanlar, her gün ortalama iki üç evi ateşe vermekte bir iki aile nüfusunu da öldürmektedir ve açıktaki Avrupalı gemiler ise kıyıda yanan evleri, tüten dumanları izler ve hiçbir şey yapmazlar. “Biz, burada barışı korumak için varız”  klişesi de tıpkı 1992-95 arasında Bosna Savaşı’nda Adriyatik Denizi’ni kapatan ve Bosna’ya silah yardımı ulaşmasın diye denizde devriye gezen NATO gemilerinin açıklamasına benzemektedir. O günlerde de dedikleri buydu.

Girit katliamları 1770'lerde başlamış, 1866'da doruğa ulaşmış ve aralıksız 50 sene kadar şiddetli bir şekilde devam etmiştir. 1890’larda ise II. Abdülhamit Han, birkaç bin Giritliyi o sıralar azınlık kaldıkları ve toplu katliamların hedefi haline geldikleri batı, güney ve doğu Girit’ten alır ve imparatorluğun farklı kıyılarına yerleştirilir. Libya’ya, Lübnan’a, Suriye kıyılarına yerleştirilen Giritliler anavatanlarının kokusunu dahi duyamayacakları, dillerini konuşamadıkları bir coğrafyaya yerleştirilirler. Nüfus sayımlarında yüzde 75’lerden yüzde 45’lere inen Müslüman nüfus, bilhassa sonraki her on yılda yüzde 10 nüfus kaybederek en son yüzde 10 kadar bir rakama inmiştir. Öyle ki 1924 yılında mübadele ile Girit’ten son Müslüman halk kırıntısı Türkiye’ye yerleştirildiğinde Girit’te o sıralar yüzde 10 kadar Müslüman kalmıştı. Geri kalan kimi zengin Müslümanlar ise toprağında kalmak ve ayrılmamak için İtalyan vatandaşlığına girerek adada kalmayı tercih ederler.  Yunanistan, en başından beri adada terörü tetiklemiş ve bu masum halkın toprağına konmak için elinden geleni ardına koymamıştı.

 

KONSOLOSLUK BİNASINA ASILAN BİLDİRİ

 

Bunun en basiti ise o dönemler Girit’teki Yunan Konsolosluk binasına asılan bildiridir. Söz konusu bildiri provokatif bir ifade ile ve Girit lehçesi ile yazılıdır. Türkleri hedef alan bu bildiri ile hava bir anda gerginleşir. Bildiri şöyle diyordu: “Müslüman olan Türklerin Girit adasında yaşayabilmeleri için Ortodoksluğu kabul etmeleri gerekiyor. Aksi halde adada tek Türk kalmayıncaya kadar öldürülecektir. İşte bu bildiride yazanlar harfiyen uygulanır. Girit Müslümanlarını ya da o zamanki ifadesi ile Türkleri tek bir şey beklemektedir. Ya muhacir bir hayat ya ölüm. Ölüme zaten alışkın olan Girit halkı muhacir hayatı tatmamıştır. Onu da tadacağı günler yakınken Girit’in ortalarında, kıyılarında cesetler yatmaktadır. Terk edilmiş tüten dağ köyleri, kıyılarda Müslüman balıkçıların yaşadığı kıyı köyleri ve kasabaları da ayrı tütmektedir. İnsanlar artık her geçen gün hicret ve katliamlarla azalan nüfusları sebebi ile kendilerini daha da savunmazı bulmaktadır. Söz gelimi Batı Girit’te Selino kazasında Müslümanlar birkaç sene içerisinde yüzde 40’lardan yüzde 10’un altında düşmüşlerdi. Kendilerini savunacak erkek nüfus ya kırılmış yahut sakat ve bitap haldeydi. Zaten bir yerde nüfusu yüzde 40’ın altına düşürdüğünüzde sindirmeniz çok kolaydır. “Girit katliamlarında da travma öylesi bir boyuttadır ki bazı Giritliler gözleri önünde derileri soyularak öldürülen komşularının kaderini paylaşmamak için din değiştirmişlerdir. Sayı çok değildir. Bu çeşit yüzlerce vaka vardır ve yüzdelik dilime girecek kadar önemlidir. Katliamlardan bir halkın psikolojisinin etkilenmemesi zaten mümkün değildi. Tüm nüfusu 60 metrekarelik bir mescide doldurularak yakılan bir köyün az ötesindeki bir diğer Müslüman köyünde birkaç kişi Hıristiyan olurlar. Bu şekilde az sayıda olsa da sıkça rastlanan vakaların olduğunu Osmanlı memurlarının tuttuğu defterler ve raporlarda görmekteyiz. Kimisi çeteci Rumlara geniş arazisini bırakmamak için, kimisi de sürekli namlu ucunda yaşamaktan bezip daha iyi bir şekilde yaşamak için Hıristiyan olmaktan başka çare görmeyen bir grup insan, Girit’te Hıristiyan nüfus içerisinde kaybolur gider. Kurnazlık ederek İtalyan tabiiyetine geçmiş olan bazı Giritliler de vardır ve günümüzde Müslüman soy ismi taşımalarına rağmen bütünü ile Müslümanlıklarını unutmuş ve vaftiz edilmiş haldedirler. Zira İtalyan vatandaşlığını alarak adada kalan bütün Giritliler sonraki yıllarda Müslümanlıklarını yaşatacak hiçbir belirtiyi korkudan gösterememiş, gidecek açık cami bulamamış, sünnet olmaktan korkmuş. Dinlerini git gide unutmuşlardı. İtalya’nın 1940’larda Yunanistan ile savaş içerisinde olması sebebi ile de bölgedeki İtalyan uyruğundaki Girit Müslümanları, İtalyan işbirlikçisi gibi görülmemek için İtalyanlar ile bir aidiyetleri olmadığını ispatlarcasına toplu halde Yunan vatandaşlığına geçmiş ve hatta bir kısmı da vaftiz olmuştu. Türkiye’ye yerleştirilen ve günümüzde sayılarının 200 bin ila 1,5 milyon arası bir yekun tuttuğu tahmin edilen Giritli Müslümanlar ise Cumhuriyetin ilk yıllarında kendilerine karşı başlatılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası ile dillerini bir sonraki kuşağa öğretememişlerdir. Dini bilgileri de belki sırf bu sebepten budanmıştı bu insanların. Öyle ki Rumca bilen anne ve babaların çocuklarına bu dili öğretmemeleri ile zaman içerisinde dedeler ve ninelerin torunları ile Türkçe iletişim kuramamaları sonucunda Giritliler’in dini duyguları da tamamen o zamanki rejimin insafına terk edilmiş oldu. Köy Enstitüleri, İstiklal Mahkemeleri gibi günlerin hüküm sürdüğü bu devirde Giritliler, uğruna öldükleri dinlerine yabancılaşacak ve şimdiki kuşak “Biz neden Türkiye’ye gönderildik ki?” şeklinde soruları dahi soracak duruma gelecektir. Öyle ki İzmir’de faaliyet gösteren Işık Kilisesi’nden bir kişi olduğunu söyleyen bir genç ile uçakta hasbelkader bir konudan bir kez birkaç kelam ederken söylediği bir söz aklımda kalmıştır. Bana; “Girit kökenlilerin en tebliğe açık kişiler” olduğunu ve kiliselerinde vaftiz ettikleri kişilerin de Girit kökenli İzmirliler olduğunu belirtmişti. Tarihimize dini ve milli duyguları en sağlam kalanları ise Abdülhamit tarafından Suriye ve Lübnan kıyılarına yerleştirilen bir avuç Giritli olacaktır. Sayıları günümüzde 10-15 bin civarında olan bu insanlarca yaşatılan Girit dili ve kültürü de yakın zamana dek bilinmemekteydi. Ve nitekim tarih 1977 senesini gösterdiğinde bir grup Yunanlı turist, Hamidiye Köyü’nü gezerken orada Girit lehçesiyle Yunanca konuşulduğunu fark eder. Aralarında Atina’da yayımlanan Tachidromos gazetesinin muhabiri Yannis Georgakaki de vardır. Bu gazetecinin aracılığıyla İbrahim Bekraki’ye ulaşılır. Kendisine “Eğer Hıristiyan olursanız Yunanistan’a dönersiniz, her türlü maddi yardımı da alırsınız. Çocuklarınız iyi okullarda okur, sizler ekonomik ve ticari anlamda ihya olursunuz.” denilir. İbrahim Bekraki’nin ise cevabı açık ve vecizdir. “Eğer ki Yunan ve Hıristiyan olsaydık memleketimiz Girit’ten kovulmazdık. Babamın ve dedemin kabul etmediği şeyi ben de kabul etmem. Onların verdikleri kutsal mücadeleyi para uğruna satmam” der.

 

HIRİSTİYANLIK TEKLİFİ

Lübnan’ın Trablus (Tripoli) kentinde yaşayan Dr. Ali Bekraki, Yunan hükûmeti tarafından babasına yapılan teklifi böyle bildirilmektedir. Aynı teklif ise 1988’de tekrarlanıyor: “Hıristiyan olursanız Girit’teki evlerinize dönebilirsiniz.” Bekraki ailesi, Girit göçmenlerinin önde gelenlerinden ve Girit’teki Yerapetra şehrinin en eski ailelerinden. Aslında bu ikinci teklifle Suriye’nin yanı sıra Lübnan’da da Giritlilerin yaşadığı fark edilir. Çünkü bu olaydan sonra yabancılar ve Yunanlar, Giritlilerle ilgilenmeye başlar. Hatta bundan birkaç yıl önce İngiliz BBC televizyonu Lübnan’da ‘bilinmeyen Giritliler’le ilgili bir araştırma dosyası hazırlar. Sadece bu değil, yıllar önce İbrahim Bekraki’ye yapılan ‘Hıristiyan olun’ teklifi bugünlerde yeni kuşak Giritli göçmenlere dolaylı yoldan yapılıyor. Lübnan’daki Yunanistan Büyükelçiliği, Girit kökenlilere Yunanistan’a gidiş vizesi vermiyor. Ancak din değiştiren Giritli Müslüman’a vize sözü veriliyor. Ali Hasan Basalaki, Müslüman oldukları için vize alamadıklarını söylüyor: “Hıristiyan olursak vize vereceklerini söylediler. Dedelerimizden kalan tapu ve gayrimenkullerimiz var. Ata yerimizi görmek istiyoruz. Ancak Hıristiyanlığı seçip gidenler oldu. Onlara hemen vize verildi” demektedir. Nitekim resimdeki Muhammet Mudiraki isimli kimi Giritliler, Hıristiyan olarak Yunan televizyonlarına çıkartılmışlardır. Trablus ve Hamidiye kentlerindeki orta halli yaşamlarını, Avrupa rüyası ve daha iyi iş ümidi ile terk eden bu kişilere Girit’te bir yaşam ile Yunan vatandaşlığı verilmiştir. Şu sıralar bu az sayıdaki insana da ne olduğunu bilmemekteyiz. Ancak gelen kimi az sayıda haber ise bu kişilerin Girit kentlerinin arka sokaklarında fakir bir yaşam sürmekte olduklarını öğreniyoruz. Ve dahası şu anda Yunanistan’ın ekonomik imkânsızlıklarına rağmen hala bu politikasından taviz vermediğini de ayrıca görmekteyiz. İçlerinden çıkan kendi ifadeleri ile kimi “çürük elmalara” rağmen Trablus’taki Giritli Müslümanların en büyük problemlerinden birisi de Arap toplumu içerisinde asimile olmaları. Araplarla ilk başta evlenmemişler. Sanki hep Girit’e geri döneceklermiş gibi yaşayan birinci kuşak, kızlarını yerli Araplara vermemiş. Biliyorlar ki eğer kız verirlerse geri dönüş hayal olacak. Hatta 1932 yılında Lübnan’daki nüfus sayımına bile bu yüzden katılmamışlar. “Nasılsa geri döneceğiz vatanımıza” demiş yaşlılar.

 

TÜM ÜMİTLERİ TÜRKİYE

 

Halkını “öz kimliklerine” döndürmek için büyük çaba sarf edenlerin son temsilcilerinden olan Dr. Ali Bekraki’nin tüm ümidi Türkiye. Hatta bir de kitabı var.  “Girit Adası’nın Tarihi ve Muhacirlerin Hikâyesi” isimli kitap ile bu meseleyi duyurmaya çalışıyor. "Uli Nuha"(akıl sahibi) isimli derneği ile de Giritlilere bir çatı dernek teşkil etmeyi amaçlamış. Gerek Suriye’deki Hamidiye, gerekse  bunun 70 kilometre kadar güneyinde Lübnan’ın Trablus kıyılarında yaşayan Giritliler bu günlerde bir endişe içerisindeler. Zira artık bir şekilde yaşadıkları ve az da olsa korudukları kültürleri Esad’ın tanklarının namlusunun çevrildiği bölgelerden. Onlar hem iktidardaki Alevi Araplar tarafından hem de muhalefetteki Sünni Araplar tarafından “yabancı” görülen bir ulus. Şu ana dek Suriye hükümeti ile ciddi bir problem yaşamamışlar ancak Suriye’de “Türk” kelimesi geçtiğinde ilk bakışların çevrildiği yer Hamidiye’dir. Ve bizler bu kayıp vatan Girit hatırası millet parçasına sahip çıkmak ve onları kan gövdeyi götürdüğü, ateşin kıyıya indiği günlerde Türkiye’de bir yerlere acilen getirmenin planlarını yapmalıyız. Aksi halde Turki veya Muhacirun denen bu insanlar Esad’ın zulmüne maruz kalabilir. Bu zor günlerde onlara mekânımız mı yok? Marmara Denizi’nde kültürlerini ve dillerini yaşatabilecekleri boş onca ada, Suriye Giritlileri için bir mekan olabilir. Kapıdağ yarımadasının doğusundaki boş ve yerleşimsiz düm düz adalar, Paşalimanı Adası’nın tenha kıyıları, Marmara Adası ve çevresindeki tenhalaşmış onca yerleşme de Suriye’deki Giritlilerin buraya taşınması ile şimdiden canlanabilir. Hele hele bir kişi için ayırdığımız koskoca İmralı Adası dahi ileride bu kapsama alınabilir. İlla ki orada bir yerleşme er ya da geç olacak. Neden Giritliler olmasın? Bu insanların ve şu sıralar yok olmakta olan İslam kültüründen kelimelerle dolu Girit dilinin en azından kalıntısının korunması için onların getirildiklerinde şehir ve metropol denizlerine atılmaması ve bir kültürün korunması adına dileriz bu yazılar devletimizi yöneten bilge kişilere ulaşır.

 

Derinden sevgilerimle

 

Bekir Yüksel HOŞ / Akademisyen

 

 


 

Benzer Videolar