İki Gözüm Marika’m
Zaman zaman “milliyetçiliğin kalitesini arttırmak” diye bir kavramdan söz ediyoruz yazılarımızda. Dilimizin döndüğü kadar, bu kavramı ortaya atarken neyi kastettiğimizi anlatmaya çalışmakta yarar var galiba. Zira, muğlak kelimelerin arkasına sığınan sözde aydınlarla aynı kulvarda sayılmak istemeyiz.
Roza Eskenazi ismini birçoğunuz duymamıştır. Yunan müziğinin divalarından birisi kabul edilir. “Tül sesli kadın” ya da “sesi kadife gibi kayan bayan” diye ün yapmıştır. Dünya çapında tanınan çok önemli bir sanatçıdır.
Ha, diyeceksiniz ki birçoğumuz Safiye Ayla’yı bile bilmezken düşman ( ! ) Yunanistan’ın sanatçısını bilsek ne olur bilmesek ne olur... İşte mesele de tam burada başlıyor. Acaba Roza Eskenazi, gerçekten Yunan müziğinin divası mıdır, yoksa bizlerin Yunan kültürüne hediye ettiği öz be öz Osmanlı folklorünün temsilcisi midir? Gelin beraber karar verelim:
Eskenazi, 1890’da Seferad Yahudisi bir ailenin kızı olarak İstanbul’da dünyaya gelmişti. Babası Abraham (İbrahim) geçimini depoculuk yaparak kazanan bir esnaftı. Henüz yedi yaşındayken Selanik’e göç etmişlerdi. Göç dediysek, Samsun’da otururken Ankara’ya yerleşmekten farkı yoktu aslında bu hicretin. Neticede İstanbul da Selanik de Osmanlı topraklarıydı o günlerde.
Ailesinin “dayağa varan” baskısına rağmen dans ve müzik tutkusunu yenemeyen Eskenazi, 1910’da Pire kentinde tavernalarda ve tiyatrolarda sahneye çıkmaya başlamıştı. 1920’lerde ise 500’ün üzerinde şarkının ses kaydını yapmış, ünü çoktan dünyaya yayılmıştı. Yunanca, Türkçe, İbranice, Ermenice, İtalyanca ve Arapça gibi birçok dilde seslendirdiği şarkılarını, ikinci dünya savaşı öncesinde düzenlediği turnelerle birçok ülkede söyleyen diva, 1937’de doğduğu şehir olan İstanbul’a da gelip plak kayıtları yapmıştı. Tatlı bir soprano sesi olan Eskenazi, 2. Dünya Savaşından sonra Amerika ve Avrupa’da turnelerine devam etmiş, bu arada birkez daha İstanbul’u görme olanağı da bulmuştu. Uzun yıllar canlı performansla sanatını icra eden Eskenazi, 1980’de sessiz sedasız hayata veda etmişti.
Uşak çifte tellisini “Ime Prezakias Tsifte Telli” adıyla söyleyen Eskenazi, “her yer karanlık, pür nur o mevki” diye musiki dünyamıza kazınan Makber’i de “Gurbet acısı” anlamına gelen “ Oponos Tis Ksenthia” olarak yorumlamıştı.
Yunan halk müziğinde Anadolu göçmeni Rumlar’ın folklorunu yansıtan Rembetiko’nun çok özel bir yeri vardır. Eskenazi’nin hayatı da Rembetiko’nun tarihi ile adeta birebir örtüşmektedir. Yunanistan Rumları tarafından “Türk dölü” diye aşağılanan ve dışlanan Anadolu göçmenlerinden birisiydi Eskenazi... Bir şarkısında öfkesini bakın nasıl dile getirmişti:
“Sefilliğime güldüğün Yunanistan...
Eksik zarlarla oynuyorsun be!
Dünya kül olacaksa, diktatörü ben olacağım be!
Birisi sevdamı yakacak, birisi söndürecek...”
Aslen Yahudi kökenli olan, Osmanlı İstanbul’unda dünyaya gelmiş bir sanatçı her nedense Türkiye’de hiç bilinmezken bütün dünyada Yunan müziğinin divası olarak ünleniyor. Üstelik O’nun İstanbulluluğuna atfen “sesi tulumba tatlısı lezzetinde” diye tarif edildiği halde!
Roza Eskenazi, belki “Türk sanatçısı” sayılmayabilir. Ama kim ne derse desin o, “Yunan müziğinin divası” yerine “Osmanlı musikisinin mihenk taşlarından birisi” olarak anılmayı hak ediyordu.
İşte benim “kaliteli milliyetçilik” deyiminden kastettiğim şey de bu... İnsanları etnik kökenlerine bakarak dışlamak yerine ortak kültürümüzün bir parçası olarak bağrımıza bastığımız anda gerçekten milli menfaatlerimize hizmet etmiş olacağız. Aslında Osmanlı’yı küçük bir Anadolu Beyliğinden Cihan İmparatorluğu haline getiren anlayışın temelinde de işte bu “kaliteli milliyetçilik” yatıyor.
Mübadele ile ilgili kitapları ile tanınan yazar İskender ÖZSOY’un kaleminden Bafralı Lefter’in Türkçe özlemini okuyanlar, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaklardır. İkinci kuşak Bafra mübadili olan ve ana dili Türkçe olan Lefter Savaoğlu, İngilizce konuşmaya çalışan Türkler’e “vay Allah’tan korkmaz, Türkçe konuşmaz!” diye çıkışırmış... Türkçe’yi sadece “camiye giden Türkler’in dili” kabul eden anlayış yüzünden ne kadar fazla gayrı müslim Türk’ü kendimizden koparttığımızın canlı şahididir, Bafralı eski hemşerimiz.
Bugün Yunanistan’da, birer Yunan vatandaşı olarak yaşayan ve ana dili Türkçe olan, muhtemelen etnik anlamda da Türk kökenli olan en az beş milyon kişi yaşıyor. Bir başka deyişle, komşu Yunanistan’ın nüfusunun yarısını, bizim unuttuğumuz insanlarımız oluşturuyor.
“Gurbette yaşayan bütün garipler, yüreklerinde vardır çok büyük dert” diye türküler yakan Anadolu’lu mübadillerden birisi de İzmir’li Marika idi. Sesiyle varolmaya çalışan, acılarını rembetikoyla haykıran diğer kadınlar gibi, aşka, göçmenliğe, yoksulluğa ve kadınlığına yenik düşmüştü O da... Hangisi daha çok acıttı yüreğini bilinmez; ama dilinden bir rembetikonun şu dizeleri hiç düşmedi:
"Bu adaletsiz dünyaya,
Bu yaşadığımız dünyaya,
Sormadı kimse bize,
Acaba gelmek ister miyiz diye?"
İbadetlerini Türkçe yapan, evinde barkında Türkçe konuşan ve gönderdiğimiz günlerde birçoğu “Türk Ortodoks Kilisesine” bağlı olan Lefterler’in, Marikalar’ın ve Roza Eskenaziler’in milyonlarcasını biz kendi ellerimizle Yunanlı yaptık. Onları yeniden kazanabilecek “kaliteli milletçilik” yorumuna sahip devlet adamlarını beklemek elbette hayalcilik olur.
Hele Kerkük, Batı Trakya ve Bulgaristan’da “Müslüman Türkler” için doğru düzgün bir milli politikamız yokken, eski gayrimüslim vatandaşlarımız için bir şeyler yapabileceğimizi ümit etmek ne yazık ki hiç mümkün değil.