İnsan ve San’at
Gittikçe yayılan bir hastalık var çevremizde, şikâyet hastalığı... İnsanlar görüyoruz; sıkıntılı, bunalımlı, yüzünden düşen bin parça. Ağızlarını açar açmaz, sanki cehennemin kapısı açılmış gibi alevler saçıyorlar. Hep şikâyet, hep şikâyet... Acı, zehir gibi acı sözler. Herkesi, her şeyi eleştiriyorlar. Onlara kalırsa hiç iyi, temiz, güzel insan kalmadı. Sanki kırık bir plâk gibi hep aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Hayata o kadar dar, o kadar küçük bir açıdan bakıyorlar ki... Önyargıları, kalıplaşmış fikirleri, karanlık bakışları, hayatın korkunç güzelliğini, ihtişamını görmelerine engel oluyor. Çünkü kendilerini bilmiyorlar. Tanımıyorlar. Yunus’un “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” düşüncesinden, inancından haberleri yok. Boşuna mı demiş koca Yunus “Seni deli eden şey yine sendedir sende” diye. Çünkü âlem nimetlerle dolu bir bağ olsa, fare ve yılan yine toprak yiyor. Tahtanın içinde kurt, “kimin böyle güzel helvası var” diyor. Ne olur şu dar, şu sınırlı çerçevelerden, önyargılardan kurtulabilsek... Yaşama, doğaya daha özgür, daha bağımsız bakabilsek... Genelde Türk toplumunda sevgisizliğe doğru bir gidiş görünüyor, bundan üzüntü duyuyorum. İnsanların bir kısmı birbirlerine karşı son derece katı, neredeyse vahşice davranıyorlar. Bu sevgisizlik yabancılaşmaya doğru gidiyor. Edep, zarafet, incelik, nezaket, saygı hak getire. Ama bu insanların unuttukları bir husus var. İnsanı insan eden yine insandır. İnsan ilişkileri uygarca, insanca, efendice bir düzeye gelmeden, insan ne kendi iç dünyasında, ne de toplumda mutlu, huzurlu, güzel bir yaşama ulaşabilir.
HER BİRİ İLE BİLE OLMAK
Her mizaç, her yaratılış varlığa başka bir zaviyeden bakar. Hayatı güzel, esrarlı, cazip kılan biraz da bu farklılıkları değil midir? Yunus’da “Her biri ile bile olmak” diye bir düşünce, bir kavram vardır. Hayat, biraz da bu değişik bakış açısıyla, değişik görüşler ve yorumlarla anlam kazanmıyor mu? Daha renkli, daha şiir dolu olmuyor mu? Mutluluk, sevgi üstün kıymetlerdir. Varlığı aydınlatan güneş, onlardır. İnsan boşlukta yaşayamaz. Toprak, tarih ve kültür bize şekil verir, bizi zenginleştirir ve besler. Sabır ve gayretle büyük düşünürlerin, büyük san’atçıların kapılarını bir aralayabilsek, yüzyıllar boyu tüketemeyeceğimiz hazineler keşfedeceğiz. Bir Yunus, bir Mevlânâ, bir Eşrefoğlu, bir Şeyh Gâlip, nice yıllarımızı versek, yine de tam olarak özümledik diyemeyeceğimiz, kâinatın en büyük hazineleridir. Onlar, bizi düşünceleriyle, san’atlarıyla çok ötelere, yücelere götürürler. Bizi, iç âlemimizi yıkar, temizler, arıtır, kalbimizi ve kafamızı pırıl pırıl ederler. Can sıkıntısı, bıkkınlık, bezginlik insana hayatı boş ve âdi gösterir. Hayatta insanın başına ne gelirse, hep ne yapacağını bilmemekten gelir. Yaşamına bir anlam verememekten, gideceği, yürüyeceği yolu bilmemekten gelir. Hayatın her ânı, her köşesi sonsuz güzellikler, hayret ve ürperti veren nesneler, olaylar ve insanlarla doludur. Bakmasını, bakıp görmesini bilenler için her zerre ayrı estetik imajlar taşır. Nereye bakarsan bak Allah’ın vechi oradadır. Yunus bir şiirinde “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” der. Evet, her yerde ve her zerrede O’nu görebilmek, müşahede edebilmek. Varlık binbir sırla doludur. Yaşamayı, büyük, güzel, ürpertici yapan da bu değil midir? Bir sırdan geldik, bir sırra gidiyoruz. Deli eder insanı bu dünya/ Bu gece, bu yıldızlar, bu koku/ Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç... Önemli olan varlığın dar hendesesinden kurtulmak, kendimizi kâinatla bir hissetmektir. Çünkü insan bir gözdür. İnsan, kâinatta kendi kendini seyreden gözün gözbebeğidir. Göz odur ki Hakkı göre... diyor Sevgili Yunus. Kâinata baktığımızda her şeyin bir uyum, bir nizam içinde olduğunu görürüz. Hayvanlar, bitkiler... cemadat... Hepsi bir nizama uyarlar. Ancak sevgi ve çok çalışmakla insanın hayatı uyumlu hale gelir. Dolayısıyla insan kendi geleceğinin mimarı oluyor. Bir kaos manzarası gösteren duygu ve düşünceler insanı rahatsız eder, sıkar, bunaltır.
İÇ DÜNYALAR
Ne zaman onlara bir düzen, bir âhenk, bir güzellik gelirse, o zaman iç dünyalar, gönüller, huzura ulaşırlar. Mutsuzlukların asıl kaynağı dışta değil, içtedir. Bu güzelim dünya ortasında kendimizi dar ve karanlık düşüncelere mahkûm edip, can sıkıntısı, bıkkınlık, bezginlik içinde yaşamak, insana hayatı boş ve âdi gösterir. Sürekli bu ruh halini yaşayan insan hiçbir değere yükselemez, yönelemez. Gittikçe yozlaşır. İşte san’at bizi bu bayağılıklardan uzaklaştırır. Bize renk dolu, ışık dolu, sevgi dolu, şiir dolu bir dünyanın kapılarını açar. Kalbimiz temiz sevgiler, büyük ve yüce duygularla yıkanır. Tabiatın, insanın, san’atın, ilmin güzelliklerine yabancı kalan, kalmakta direnen kimseler ne kadar zavallı, ne kadar şaşkındırlar. Hayat her an yeniden var oluyor. Bizler her an yeniden diriliyoruz. Varoluşun heyecanı, düşünen kafalar, hisseden kalpler için her an ne muhteşem imajlar doğuruyor. Bir insana, bir san’at eserine güzellik veren, onu canlı yapan, hayatın sonsuz zenginlikleri, karmaşıklığı, derinliği değil midir? Hayat hiçbir plâna sığmaz. İnsanın önünde önceden bilmediği bir istikbal vardır. Yunus “Her dem taze doğarız. Bizden kim usanası” der. Hayat ve insan, öyle karmaşık, öyle kavranılması zor bir mekanizmadır ki, İslâm mutasavvıfları hariç, hayatta kimse bunu bütünü ile kavrayamamıştır. Ancak Nuru Muhammedi’yi sezip, anlayıp, gün ışığına çıkaranlar, günlük yaşantılarına o nurla, o ışıkla anlam verebilenler, adına hayat denilen bu korkunç, bu ürpertici, bu çıldırtıcı mekanizmaya vâkıf olabilmişler, onun her gününü, her saatini, her dakikasını, sonsuz güzellikler, hayırlar, incelikler, edep, zarafet ve yüceliklerle geçirmişlerdir. Kâinatın sırları, varoluşun akıl almaz muammaları hiç tükenmeden sürüp gidiyor. Canlı, güzel ve gerçek olan, insanın her an içinde yaşadığı bu zengin ve esrarlı dünya, ondan aldığı duyular ve ürpertilerdir. San’at, gerçek ve asil san’at, büyük san’at, işte bu hayreti, bu hayranlığı anlatır. Yunus, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. Varlık ve insan hiçbir formül, hiçbir düstur, hiçbir ideoloji ile hülâsa olunamaz. Biraz yaklaşır gibi olduğumuz zamanlarda, bakarız ki, o bizden ne kadar uzaklaşmıştır. Dünya, yeryüzü Allah’ın sayısız güzellikleri ile doludur. Asıl san’atkâr bu binbir güzelliği en güzel terennüm eden insandır. Mutsuzlukların kaynağı dışta değil, içtedir. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren, varoluşunun anlamını bilememek, neden dünyaya geldiğine, niçin yaşadığına bir cevap, bir çözüm yolu bulamamaktır. Gerçeği bilmeyen, bulamayan insanlar için yanlış yollara sapmak kaçınılmazdır. Hayatın anlamını bulan ve bilen insanların, olaylara yaklaşımda daha başarılı olduklarını görüyoruz. Çünkü onların eşyaya, insanlara, olaylara yaklaşımı daha yumuşak, daha olumlu, daha sıcak ve insanca olmaktadır. Kendi iç dünyası ile barış içinde olmayan insanlar, huzuru hiçbir yerde bulamazlar. Huzuru kendi kalbinde hissedemeyen insana başkaları bunu nasıl verebilir? Hayat, yaşamak şahsî bir maceradır. Mânevî değerler ve san’at bizi iç üzüntülerimizin, eksikliklerimizin üstüne çıkarır. Kederlerinin üstüne çıkamayan insanlar, bir süre sonra onların altında ezilirler. Hayat inanılmaz, akıl almaz güzelliklerle, binbir sırla doludur. İnsan kâinatın en zengin, en muhtevalı varlığıdır. Her an yeniden var olan ve binbir şekilde tecelli eden sonsuz güzellikler içindeyiz. Günlük hayatın patırtı gürültüsü, basitlikleri bize varlığın ihtişamını unutturuyor. Ancak mânevî değerlerle, güzelliklerle, san’atla yeniden asıl kaynaklarla karşı karşıya geliyoruz. Bunlarla yeniden duymaya ve düşünmeye, hissetmeye, ürpermeye, ebediyetle dizdize gelmeye başlıyoruz. Ve işte o zaman Yunus’un harikulâde mısraı tecelli ediyor: Her dem taze doğarız, bizden kim usanası...