Ölü Ordunun Generali’ni tekrar okurken

Şiir kitapları dışındaki kitapları, özellikle de romanları  -özel çalışmalar için hariç- birden çok kez okumadım bugüne kadar. Kitapçıma sipariş ettiğim Tanrıtanımazlık Müzesi adlı kitabın gelmesini beklerken, aynı konuyla -Arnavutluk’la-  ilgili bir başka kitabı hatırladım: İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali’ni. Kitabın birinci baskısı 1970 yılında Sander Yayınları’nca yapılmış. İkinci baskısı ise Can Yayınları’ndan 1986 yılında… Kitabın başına benim yazdığım alınış tarihi ise 20 Nisan 1987. Yani, yirmi yıl önce okumuşum Ölü Ordunun Generali’ni.

Yirmi yıl sonra ve Arnavutluk’u görmüş biri olarak bir daha okudum Ölü Ordunun Generali’ni. Yirmi yıl önceki okumalarımda, “kitabı başkaları da okuduğunda etkilenmesin” diye hiçbir yeri işaretlemeden, hiçbir yerin altını çizmeden okurdum. Artık öyle yapmıyorum. Bu kez öyle yapmadım. Birçok cümlenin, birçok paragrafın, diyalogun altını çizdim. Yirmi yıl önce ne düşündüm, nasıl okudum, hatırlamıyorum şimdi. Ancak bu okuyuştan sonra, her alıntının ardından söyleyeceklerim, yorumlarım olacak.

İşte Ölü Ordunun Generali’nden alıntılar ve bu alıntılardan hareketle yaptığım yorumlar:

Arnavutluğa, son dünya savaşında ülkenin her bir yanında düşüp can veren yurttaşlarının kemiklerini toplayıp yurtlarına geri götürmek için geliyordu. (s.5) Romanda belirtilmese de Arnavutluk’a, askerlerinin kemiklerini toplamaya gelen “General”, İtalyan’dır. (Daha sonra bir Alman general de gelecektir aynı iş için.) Bu İtalyan generalin yanında bir de rahip vardır, Arnavutluk’a gelen. Üstelik savaş sırasında Arnavutluk’ta bulunmuş ve dolayısıyla Arnavutça bilen bir rahip. Diriyken başka ülkeye gönderip canlarından, yaşama haklarından ettikleri askerlerin kemiklerini o ülkeden almaya giden iki yetkili…

Bu toprakta insanın ayağını basabileceği ufacık bir düzlük bile yoktu sanki. Almaya geldiği askerler, işte bu zaman zaman sisle örtülen, sonra yine ortaya çıkan dik bayırların tepesinde, ya da derin uçurumların dibinde yatıyordu. (s.6) Aslında bu satırlar, bir yandan Arnavutluk coğrafyasını anlatırken, öte yandan da işgal askerlerinin “sivrisinekler gibi” ülkenin her yanını nasıl sardığını anlatmaktadır.

Dajti oteline gelir gelmez, General hemen ferahladı. (s.8) Dajti Oteli, adı Arnavutluk’la özdeşleşmiş bir mekândır neredeyse. Komünist rejim zamanında yabancıların konakladıkları neredeyse tek mekândır Dajti Oteli. (Biz de babamla Arnavutluk ziyaretimizde -daha önce Arnavutluk’a gidenlerden aldığımız bilgi doğrultusunda-   Dajti’de kalmayı planlamış; ancak otelin kapalı olduğunu öğrenince başka bir otel bulmak zorunda kalmıştık.)

General, biraz şaşkın sürdürür konuşmasını: “Görünüşe bakılırsa sanki buralardan savaş hiç geçmemiş gibi. Dersiniz ki, şu dingin kara ineklerden başka kimse çiğnememiş bu toprağı.”

Rahip, “Sonradan hep öyle görünür,” dedi. “Yirmi yıldan daha çok zaman geçti aradan.” (s.13) Belki de savaşın kara yazgısı gereği ora toprağında ölenler veriyordu oralara bu dinginliği.

“Savaş sırasında hiç Arnavutluk’ta bulunmadınız da ondan,” dedi Rahip.

“Gerçekten de o kadar korkunç muydu?”

“Evet, korkunçtu.” (s.13) Savaş, nerede, hangi coğrafyada yaşanırsa yaşansın, kimler birbiriyle savaşıyor olursa olsun, ortadaki kıyım ve kendini kaybetmedir. Ancak bunun anlaşılması için epey zaman geçmesi ve insan(lar)ın aklını başına devşirmesi gerekiyor. Korkunçluğunu ise, söylemeye bile gerek yok.

General yarım kalmış bir konuşmayı sürdürüyormuş gibi, “Arnavutlar buymuş demek,” dedi. “Basbayağı insanlar, herkes gibi. Savaşta nasıl yabanıl hayvanlar kadar yırtıcı olabildiklerine inanamıyor insan.” (s.21) Emperyalistlerin anlayamadıkları ve kolay kolay anlayamayacakları da bu zaten: Kediyi köşeye sıkıştırırsan, seni tırmalar. Can havliyle her şey yapılır. Ancak milletlerin birtakım karakteristik özellikleri varsa, ki vardır, Arnavutların da inatçılıkları söz konusudur. İnat her ne kadar diretmek demekse de kimi zaman da diretmek oluyor böyle. Hayat için vatan için, bağımsızlık için diretmek…

Salondaki radyodan yükselen bir ses dikkatini çekti. Arnavutça kaba bir dil gibi geliyordu ona. (s. 23) Bu alıntı yazarın yorumu olarak görülse de bazıları için dillerin kabalığı veya hoşluğu bile söz konusudur. Oysa sorsanız, dil bir anlaşma aracıdır, diyeceklerdir. Kendi dilleri ne aracı oluyor o zaman ya da başka ne işe yarıyor da başka diller için “kaba” sıfatı kullanılıyor? Bu da “büyük oyun”un bir parçası elbet: Üstün ırk, üstün dil, üstün insan…

General durmadan sigara içiyordu. Uykuda konuşur gibi: “Bu kadar çok askerimizi öldürmüş olmaları korkunç bir şey,” dedi.

“Gerçekten de öyle.”

“Biz de öldürdük onlardan birçoğunu.” (s.25) İşte, savaşın korkunç yüzünün, “aynı taraf”ın insanları tarafından dile getirilmesi, insanın yüzünde tokat gibi patlayışı…

“Arnavutlar, kaba ve ilkel insanlardır. Daha doğar doğmaz, beşiklerine bir tüfek konulur, birlikte büyüsünler de, bu silah varlıklarının ayrılmaz bir parçası haline gelsin diye.” (s.26) Romanın yazarı İsmail Kadare’nin, roman kahramanı Rahip’e söylettiği bu sözler, aslında basit bir tespit. Ancak bu basit tespiti oluşturan nedenlerin arka planına, insanları öyle davranmaya iten nedenleri araştırmaya ihtiyaç var.

Bütün bu vadi, yayla, akarsu ve kent adları, Generale çok garip ve ölüm kadar soğuk geldi. İçinde bir duygu vardı ki, sanki bütün bu yerler, her biri ayrı ölçüde, bu ölüleri paylaşmışlardı aralarında ve kendisi de ölüleri ellerinden alıp kaçırmaya gelmişti. (s.28) Bir dili bilmemenin ve o dilin konuşulduğu yerde bulunmanın, insanın ruh halinde ortaya çıkardığı gedikler olarak algılamak gerekir bu tümceleri.

“Garip bir halk,”  dedi General. “Besbelli kuvvete başeğecek insanlar değiller. Belki de güzellik karşısında teslim olurlar.” (s.36) Çatışma gibi bir coğrafyanın ve çatışmaların  ortasındaki bir coğrafyada yaşamak zorundaki bir ulusun insanları, çatışkan olmaz da ne olur? Baş eğmez olmaz da ne olur?

“Ya türkülerini duysanız, ne dersiniz. Tüylerini ürpertir insanın. Ülkenin kaderine bağlı bir şey bu. Yüzyıllar boyunca böylesine talihsizliğe uğramış bir halk yoktur dünya yüzünde. O yüzden böylesine sert, böylesine buruk olmuşlardır.” (s.37) Zaten şarkılar, türküler, şiirler daha çok insanoğlunun acılarının karakutusu değil midir? Toplumları toplum kılan bellekleri oluşturan ögeler değil midir?

Uzman, kızgınlıkla başını çevirdi. “Yirmi yıl önce arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe özdeyişler yazıyordunuz. Şimdi, olsa olsa bir okul öğrencisinin yazdığı şu basit cümleye (Düşmanlıklarınızın sonu budur işte!) bile dayanamıyorsunuz.” (s.44) Bu tümceleri okuyunca Gjirokastra Kalesi’ne çıkan yolun başındaki meydanda işgalciler tarafından asılan iki kadın partizanın heykelini hatırladım. Boyunlarında yağlı urganlarla heykelleştirilmiş partizan kadınlar, Arnavutlar tarafından. Savaşın vahşetini hatırlatan bu sahneler, intikamı da ön plana çıkarıyor elbette. Kim haklı sorusu, saçma kalıyor zamanın çarkları işledikçe.

“Kuşkusuz,” dedi Rahip. “Sonra bu adamlar için böyle zamanlarda şarkı söylemek bir gereksinme oluyor. Savaşmış bir adam için, eski düşmanlarının mezarını deşip yeniden ortaya çıkarmaktan daha büyük keyif düşünebiliyor musunuz? Savaşın bir devamı bu onlar için.” (s. 78-79) İşgalci olarak bir toprakta bulunmuş ve kaçınılmaz son olan yenilgiye uğradıktan yıllar sonra savaşa kılıf arama psikolojisinin yansımasıdır bu tümceler.

“Bir şey istemem,” diye yineledi köylü.

General söze karıştı: “İyi para veririz biz.”

“Paraya ihtiyacım yok, hamdolsun,” dedi köylü.

“İyi ama, bir askeri bu kadar zaman yiyip içirmişsiniz. Oturup bunun hesabını çıkarabiliriz.”

Köylü, çubuğunu silkeledi. “Ben de size borçluyum,” dedi. “Son aylığını ödememiştim ona. Belki de size ödememi istiyorsunuz.” (s.89) (Bu konuşmaların gerisini biraz açmak lazım: buradaki köylü, değirmen sahibi bir Arnavut’tur. Arnavutluk’taki işgal sırasında, bir İtalyan askeri, asker kaçağı olarak silahını bırakır ve onun yanına sığınır, yanaşma olur. Değirmende çalışır, değirmenci de onun karnını doyurur. Daha sonra bu asker kaçağı, durumu öğrenen İtalyan birlikleri tarafından öldürülür. Askerin cesedi Arnavut köylü tarafından gömülür. Köylü yıllar sonra yabancı askerlerin kemiklerinin toplandığını duymuş ve bahçesinde gömülü askerin kemiklerini General’e getirmiştir. General’in ödemek istediği bedel budur.) İnsanların kafasındaki vahşi insan profiline uydurmaya çalışılan bir köylü ve onun verebileceği bir yanıt var burada. İnsanlık adına yapılan bir şeyi savaş denen vahşetin bile karalayamayacağı gerçeği…

Zaten dikkat ettim ki Arnavutlar, hele erkekleri, pek konuşkan olmuyorlar. (s.97) İsmail Kadare, Ölü Ordunun Generali’nde bir yandan roman kurgusunu savaş merkezinde tutarken, diğer yandan da Arnavutları tanıtma, anlatma düşüncesini de romana yedirmiştir.

Her gece onu görüyorum düşümde. Âşığım ona, kesin bu. Bundan hiç kuşkum yok artık. Umutsuz bir sevgi bu, hiç çıkar yolu olmayan bir sevgi. Çünkü, neyim ki ben? Bozguna uğramış bir ordunun eri, bir uşak, bir yabancı, bir mağlup, hiçim hiç, sizin anlayacağınız. Duce ile faşizm bu hale düşürdüler işte beni. (s. 109) Yukarıda sözü edilen ve değirmencinin kızına âşık olan asker kaçağının sözleridir bunlar. Her ne koşulda olursa olsun insanoğlunun insan yanını işaret ediyor bu sözler. Aşkın koşul tanımaz gücünün ve etkisinin en önemli göstergesi…

“Hatta bu konuda bir de belge var ortada,” diye devam etti General. “Teslim anlaşmasını imzaladığımız gün, partizanların bütün Arnavut halkına yayınladıkları çağrıdan söz ediyorum. Askerlerimizin açlıktan ölmelerini önlemeye çağırıyorlardı halkı; ve o sıralarda bizim on binlerce askerimiz, Arnavutluk yollarında dilenciler gibi savrulmaktaydı. (…) Bizden can düşmanı gibi nefret eden partizanları böyle davranmaya sürükleyen neydi acaba? (s.120) General sözlerini “Yoksa bu, basit bir demagojiden başka bir şey değil miydi?” diyerek tamamlayıp bir ikirciklenme ve art niyeti dillendirmiş olsa da savaşın tek taraflı yapılamayacağının ya da olmadığının altını çizmektir bu sözler. İşgalcileri yenilgiye uğratıp yurdundan çıkaran bir ulusun çocuklarının yenilenlere davranırken insanlığı göz ardı etmemiş olmalarının bir örneği…

 

“Şu anda emrimde ölülerden kurulu koca bir ordu var,” diye düşünüyordu. “Yalnız, üniforma yerine, birer naylon torbası var hepsinin. Kenarları siyah, üzerlerinde iki beyaz şerit bulunan mavi torbalar; Olimpia firmasının özel yapımı… (…) Naylona sarılmış koskoca bir ordu, evet.” (s.124) Yeni bir savaş olsa onda görev alacak bir generalin, yirmi önce yapılmış ve kendilerinin  -ve elbette karşı tarafın, savaşın galibi yoktur çünkü-  kaybettiği bir savaşın ardından, kişinin insan yanını ön plana çıkararak dillendirdiği pişmanlık sözleridir bunlar. Komutanlar kendilerini ne kadar muzaffer görürlerse görsünler, savaş, insanlığın kabuksuz yarasına her defasında yeniden kanatmaktır.

“Bayrakları bile bir kan ve keder simgesidir, görmüyor musunuz?” (s.129) Pek çok ulusun, bağımsızlık sembolü olan bayrağında “kanla kazanılmış olma”yı simgeleyen kan rengi (kırmızı) vardır. Karamsarlık, kötülük, keder imgesi olan siyahı da eklediğinizde, Arnavutların bayrağıyla ilgili bu yoruma katılmamak mümkün değil.

 

“Sözün kısası, durumumuz, bu ülkede savaşıp da yenilmiş olanların durumundan çok daha beter.” (s.135) Ölü askerlerinin kemiklerini toplamaya gelen ve iki yıl boyunca işgal ettikleri ülke toprağında sıkıntılı zamanlar geçiren bir generalin acı sözleridir bunlar. Sözü yine savaşa getiren, savaşın insanlık dramı olduğunu bir kez daha hatırlatan itiraf sözleri… Savaş, öncesi ve sonrasıyla, insana yakışmayan; ama insanın bir türlü vazgeçemediği o korkunç eylem!

“Kendisi  de hep öyle söyler dururdu ya: ‘Bütün ömürleri boyunca uğraştım faşistlerle,’ derdi. ‘Herifler ölüp gitti, şimdi de ölüleriyle uğraşıyorum.’”

“Doğru da söylediği! Bunca yıl faşistlere karşı savaştı, yendi onları. Ama sonunda onlar da onu tepelediler işte!” (s.168) General’in askerlerinin kemiklerini mezarlarından çıkaran ekipte bulunan bir işçi, enfeksiyon kaparak ölür. Üstelik bu işçi, şimdi kemiklerini çıkardığı yabancı askerlerle yirmi yıl önce savaşmıştır. İşçinin bu dramatik ölümü her iki taraf için de tam bir yeni savaş olmuştur. Yirmi yıl sonra kaş yapılırken göz çıkarılmıştır. Savaş, yirmi sonra bile olsa hükmünü sürdürmüştür.

“Arnavutların hastalık derecesinde konuksever olduklarını da gene siz söylediniz. Yani kötü karşılanma tehlikesi yok.” (s.180) Her ulus kendine göre konukseverdir. Ancak bazı uluslar bunu adlarının, varlıklarının bir parçası haline getirmişlerdir. (Bende sekiz gün kaldığım Arnavutluk’ta bu konukseverliği iliklerime kadar yaşadım.) Romanda, Arnavutların yirmi yıl önce savaştıkları ulustan insanları düğünlerinde ve başköşede ağırlamaları, onlarla ilgili “hastalık derecesinde konuksever” nitelemesini haklı kılmaktadır.

İyi tanıyordu General o madalyaları; sık sık görmüştü köylülerin göğsünde ve öyle geliyordu ki ona, her madalyanın tersinde, kendi ordusundan bir ölü askerin soluk suratı vardır. (s. 187) İşte savaşı, savaşın “taraflar” için ne anlama geldiğini veciz olarak anlatan tümceler… Belki de savaşları özetleyen, insanların zihinlerine bir madalya gibi asılması gereken tümceler…

 

Ölü Ordunun Generali, geniş anlamıyla bir “savaş tahlili romanı”dır. Romanda İsmail Kadare, geniş tahlillere (savaş, savaşın nedeni, psikolojisi, insanın birey olarak savaştaki yeri ve anlamı, ulusları anlatan imgeler, önyargılar…) yer vermiş, bu tahlilleri roman kurgusuna yedirmeyi başarmıştır. Roman kişilerinin ruh hallerini verirken doğalcı (natüralist) yaklaşımı benimsemiştir. Sosyalist gerçekçiliğin hüküm sürdüğü bir dönemde ve ülkede kaleme alınmış olmasına rağmen, kuru gerçekçiliğe batırılmamış bir romandır Ölü Ordunun Generali.

Benzer Videolar