Saygılı’nın Kaleminden: Orduda dini vecibeler
Emekli albay, FSMVÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Hasip Saygılı, TSK’da muvazzaf ve emekli askerlerin kuraya katılmadan hacca gönderilmelerine ilişkin haberleri değerlendirdi.
Son Bosna savaşından sonra NATO çerçevesinde IFOR (Implementation Force- İcra Kuvveti) Karargâhına 1996 sonbaharında geçici görevle vazifelendirilmiştim. Saraybosna Ilıca (Terme) semtindeki ana karargâhta çeşitli milletlerden çok sayıda general ve subay görev yapmaktaydı. Mesai prensip olarak sürekliydi. Ama pazar günü etrafta işleri idame edecek kadar görev başında kalan personel dışında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi yüksek kotalarla temsil edilen ülkelerin subayları yüksek bir oranda kiliseye gidiyorlardı. Toplum ortalamasının kilise müdavim sayılarının çok düşük olduğu söylenen Fransa ve İtalya gibi ülkelerinin subayları yüzde 50’yi rahatça aşan oranlarda pazar ayinlerine katılıyordu. Amerikalıların oranı daha da yüksekti. Dahası karargâhımızda ABD’li bir rahip albay görev yapmaktaydı. Rahip albayın Ramazan ayının girmesi münasebetiyle intranet ile yayınladığı bilgi verici mesajı da hatırlıyorum.
Aynı karargâhta Türk Kıdemli Subayı olarak Tuğgeneral Cahit Sarsılmaz (emekli korgeneral) bulunuyordu. Ramazanın bittiği akşam Türk subayları Saraybosna’da içinde bizim bir bölüğümüzün konuşlandığı Mareşal Tito Kışlasında toplandık. Günlük konuşmalar arasında paşamız bana dönerek “Sabah Gazi Hüsrev Bey Camii'ne bayram namazına gideceğiz, isteyen arkadaşlar gelsin” demişti. Sanki “cedlerin mağfiret iklimine” gireceğimin müjdesini almıştım. Bu denli sevindim. Mutat konuşmalar bitince generalimize efendim yarın saat kaçta çıkalım deyince acı hakikati öğrendim. Bayram namazına gideceğiz derken bizim general espri yapıyormuş. Böyle bir şey söz konusu zaten olamazmış. Oysa Cahit Sarsılmaz Paşa maiyetinde bulunan subayların çoğu gibi oruç tutuyordu. Ama iş üniformalı olarak bayram namazına gitme konusuna gelince, -zaten şehir içine sivil kıyafetle çıkışımız yasaktı- bu konu bir tabu idi. Kendisine bu yönde Ankara’dan bir emir verilmiş olduğunu sanmıyorum. Ama zamanın ruhu ve konjonktür bayram namazına gitmenin maslahata aykırı olduğunu telkin ediyordu. Ve çoğunluğu etkiliyordu.
Beraber mesai yaptığımız subaylardan Levent Çolak (emekli tuğgeneral) bir gün beni dostça uyardı. Arada Gazi Hüsrev Bey mezarı ve camisine gittiğim yönünde bazı rivayetlerin iyi saatte olsunlar tarafından rapor edilmekte veya edilebilir olduğunu söyledi. Levent’in samimiyetinden hiç kuşkulanmadığım bu ikazını dikkate almaya çalıştım. Oysa Boşnaklığın kurucu babası kitabesinde ifade edildiği gibi “muin-i guzât, kâtil-i aduv” Hüsrev Bey, Hazreti Fatih’in kızı Selçuk Hatun ile harp meydanında şehit düşmüş Dönme Ferhat Paşa’nın oğluydu. Şahsında Türklüğü ve elbette Boşnaklığı temsil eden, 20 yıl kadar süreyle yaptığı Bosna Beylerbeyliği ile keskin kılıç sahibi ve dirayetli bir idare ve kültür adamıydı bu gazi paşa. Türbesi 1967 yılında Tito tarafından yasaklanıncaya kadar hacca gidemeyen Boşnaklar tarafından çok büyük kalabalıklarla hac niyetine ziyaret edilmekteydi. Ama işte böylesi büyük bir kahramanın türbesinin bir Türk subayı tarafından ziyareti dönemin maslahatına uygun düşmüyordu.
2010 yılının Ağustos ayında Prizren’de vazifeliydim. Türk Temsil Heyeti olarak bölgede görev yapan NATO yetkilileri, Kosovalı resmi makam sahipleri, sivil toplum liderleri ve diğer sivil halk temsilcilerine bir akşam yemeği daveti planlıyoruz. Ramazan ayı içinde olduğumuz için bu yemek iftar yemeği olarak da anlaşılıyor. Priştine’de karargâhta görevli, askeri liseden sınıf arkadaşım generalimiz (Hv. Plt. Tuğgeneral Cevat Yazgılı), yemekte mutlaka alkol servisi yapılmasında ısrar etti. Bizim generalin Genelkurmay’dan iftar yemeğinde aman alkol servisini aksatmayın diye bir direktif aldığına asla ihtimal vermem. Kendisinin de alkol alışkanlığı olduğunu dahi hâlâ bilmiyorum. Ama paşamız iftar yemeğinde alkol sunmanın Türkiye’nin bölgedeki mahalli halk nezdindeki bütün itibarına ağır bir darbe olacağını düşünmüyordu. Yemekte alkol sunulmadı. Cevat Yazgılı da geçen yılki darbe kalkışmasından hemen sonra emekli edildi. Anılarını yazmasını ve alkol ısrarının makul ve mantıklı gerekçelerini açıklamasını diliyorum.
Bu yazdıklarımızdan daha acı ve incitici birçok örnekler verebilmek mümkündür. Ama bu verdiğimiz örneklerden yola çıkarak geçmişte ordunun tepeden tırnağa tüm personeli böyleydi gibi bir hüküm çıkarılması doğru değildir. Küçük bir örnekle bu bahsi kapatalım. 2000 yılında Pakistan Komuta Kurmay Kolejine gönderildim. Benden önce bu kursu gören arkadaşım Mustafa İhsan Tavazarbana bir bilgi notu verdi. Bu bilgi notunda kalacağım odada seccadenin nerede olduğunu da yazmıştı. Bu özen ordumuzda ortalama hassasiyet potansiyeli için bir fikir verebilir. Dirayetli bir subay olan Tavazar ordumuzda korgeneral rütbesine erişmiş rahmetli bir askerin de çocuğudur. FETÖ’nün kumpas yargılamalarında ağır mağduriyet yaşayanlardan birisi olan arkadaşımız bildiğimiz kadarıyla halen üniformalı olarak hizmetine Kosova’da devam etmektedir.
Meramımızı rahatlıkla anlatabilmek için verdiğimiz bu somut örneklerden sonra güncele gelmek istiyoruz. Günümüzde de zamanın ruhu kabul edilerek açıktan pek fazla dile getirilemeyen bazı eğilimlerin Silahlı Kuvvetlerde geçmişle kıyaslanmayacak hasara sebep olacağından endişe ediyoruz. Emekli subaylara hitap eden bir sosyal medya haberleşme grubunda şehit ve gazi aileleri ile muvazzaf ve emekli subay ve generallerden bir grubun Suudi Arabistan Krallığından alınan 300 vize ile 12.500-15.500 lira mukabili bir bedelle hacca götürüleceğine dair Ege Ordu Komutanlığı telefon mesajları göndermiş. (Em. Kr. Plt. Yb. Kadir Topkaya).
Bu haber doğru ise yaratacağı sıkıntılara işaret etmenin, ocağa karşı bir vicdan borcu olduğu kanaatini taşıyoruz. Önce emekli subaylardan başlayalım. Sabah akşam subay ve generallerin halktan koptuğunun konuşulduğu bir ortamda ilave bir ücret mukabili de olsa imtiyaz olarak algılanabilecek böyle bir uygulama yakışık almayacaktır. Daha önemlisi Türkiye Cumhuriyeti dışında bir devlete minnet duygusu yaratacak böyle bir uygulamanın moral değerler üzerine telafisi güç hasarlar yaratacağı akla gelmektedir. Asıl problem halen görevdeki personelin hacca gitmesi ile ortaya çıkacaktır. Bugünkü vasatta Hacca gitmenin terfi ve tayin için olumlu bir referans olduğu izleniminin doğması kaçınılmazdır. Bu durumda liyakat ve ehliyet odaklı olması gereken ölçütler tepetaklak olacaktır. Bunu sonu, kolayca tahmin edileceği gibi devlet eliyle daha dindar subay ve general değil, her şeyi kendi şahsi çıkarına odaklayan ikiyüzlü güruh yaratma olacaktır.
Askerin itibarı daha dindar olması veya görünmesinde olamaz. Dindarlık şahsi bir tercihten öteye bir referans olarak alınmaya başlanırsa işler şirazesinden çıkar. Meşhur Şeyhülislam İbn Teymiye, Moğol istilası sırasında kendisinden istenilen bizim şimdiki tartışma bahsi ile ilgili bir fetvayı Siyaset-i Şeriye adlı eserinde aktarıyor. Fetva isteyenler (muhtemelen Memluk idaresi) problemi şöyle anlatıyor. Düşman karşı (Moğollar kast ediliyor olsa gerek) bir ordu tertiplenmek gerekiyor. Bu orduya komutanlık yapabilecek iki aday var. Bu adaylardan birisi çok mütedeyyin, ibadetlerini aksatmamış, içki içmez, zinadan uzaktır. Ama askerin karşısına çıkınca sözünü dinletecek otorite ve kişilikten yoksundur. Diğer aday ise şarap içer, ibadeti pek yoktur, ancak askerin başına geçince ordu tek bir şahıs haline gelir. Şer’an hangisini tayin etmemiz gerekir. Teymiyye usul açısından örnek olacak rezervlerini sıraladıktan sonra ikinci adayın tayininin şeriata uygun olacağını ifade eder.
Dostumuz sanatçı Yağmur Tunalı Bey, rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın Süleymaniye ile ilgili değerli eserine atfen muhteşem caminin vitraylarının Sarhoş İbrahim tarafından yapıldığını bir vesile ile söylemişti. Sultan Abdülhamid’in mabeyn kâtiplerinden İsmail Müştak Mayakon’un hatıralarında, sultanın kâtiplerinden Ramazan’da oruç tutmayanlara herhangi olumsuz bir ima ve ihsasta bulunmadığını hatta öncelikli göreviniz benim verdiğim işleri yapmanız dediğini aktardığını hatırlatalım. İşin özü tarih boyunca bilebildiğimiz uygulamalarda askerlik ve kamudaki diğer hizmetlere münhasıran dindar veya mütedeyyin kriterleriyle personel atanmamıştır. Bizim subay ve generallerimiz işlerini layıkıyla yapabilecek formasyona getirilmelidir. Askerlikte sevk ve idare için şart olan disiplin, itaat, karakter ve dirayet yerine öncelikli olarak görünür dini pratikleri yerine getirenlerin tercih edilmesi felaket olur. Asker önce işini profesyonel olarak yapmalıdır. Görevdeyken hacılığı ile değil işinde yeterliliği ile öne çıkanların teşvik edilmesi gerekir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Külliyesinde son Yüksek Askeri Şura’dan hemen önce sabah namazına gelen Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanlarını haberini derin bir endişe ile karşıladığımızı beyan edelim. İnsanların sabah namazı kılmak için camiye gidişini eleştiremeyiz. Ama ibadeti siyasi karar vericilere göstererek şahsi ikbale basamak yapmayı orgeneral rütbesine gelmiş komutanlara yakıştıramıyoruz.Dört yıldızlı generaller bu yolu tercih ederlerse bu işin sonu nereye varır? Bu sorunun kamuoyunu teskin edecek bir cevabını maalesef bilmiyoruz.
Sonuç olarak asker ocağında bir aşırılıktan başka birine savrulmaktan kendimizi alıkoymamız gerekir. 1996 yılında Kuveyt’te Birleşmiş Milletler Misyonu’nda görevinde izindeyken kutsal topraklara ziyarete giden yüzbaşıyı (http://www.nytimes.com/1996/03/30/world/turkish-army-in-new-battle-in-the-defense-of-secularism.html?mcubz=3) ordudan ihraç etme ne kadar yanlışsa muvazzaf ve emekli ordu mensuplarını Suudi Arabistan Krallığından alınan kota ile Hacca yollamak da o kadar yanlıştır. Askerlere dini vecibeleri yerine getirmesi için kolaylık elbette gösterilsin. Tabii orduevinin hemen yanında cami varken burada mescit niçin yok diye feveran edilmesi nev’inden samimiyetsiz fırsatçılıklara da yüz verilmemesi gerekiyor.
Kaynak: Karar