“Güneş” in göç hikâyesi
Bu hafta Balkan göçmeni İsa Güneş’in daveti üzerine evlerine konuk oldum. İsa Amca 75 yaşında Kosova’nın Piriştina şehrinde doğmuş. Ailesiyle senelerce Yugoslavya da yaşamış. 1956 yılında Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilmişler. Gayet kibar, misafirperver bir aile olan Güneş ailesi başlattığım bu kampanyadan duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Gazetemiz aracılığı ile tüm Balkan göçmenlerine selamlarını ilettiler.
YUGOSLAVYA’NIN CEHENNEM GÜNLERİ
Almanların Yugoslavya’yı işgal ettiği 1941 yıllarında İsa Amca 12 yaşındaymış. İsa amca o dönemlerde ülke de gerilla savaşlarının görüldüğünü ve Rusların desteğini alan Mareşal Josep Broz Tito’nun, 1943 yılında ülkenin kontrolünü eline geçirdiğinden bahsetti. İsa amcanın o yıllara ait anılarını ilerleyen yaşına rağmen hiç sıkılmadan anlattı. “O dönemlerde 12 yaşındaydım. Almanların bize kurşun sıktığı zamanlarda ben ve kız kardeşim mısır yığınların içine saklanıyorduk. Alman askerleri mısır yığınının içine kurşun sıktılar. Kurşunlar elime ve böğrüme rast geldi. O zamanlar yaralara müdahale edecek ilaç yok. Rahmetli babam kuru fasulyeyi yakıp, ezip, lapa yapıp sonrada yaramın üstüne basıyordu. Sonrada saplanan kurşunu eliyle basa basa çıkarırdı. Almanlar o dönemlerde trenlerle geçerken etrafa rast gele silah sıkıyorlardı. Trenlerin vagonları bombalarla doluydu. Bir vagon dolusu bombayı patlattıklarında etraf cehennem yerine dönmüştü. Yugoslavya’ya gittiğinizde o vagonları hala orada görebilirisin.”
TÜRKİYE’YE ZORUNLU GÖÇ
“1954–55 yıllarında Titan askeriydim (İtalyan asker). Titan askerleri rahmetli babama “Sizi Türkiye’ye götüreceğiz” demişler. Biz o zamanlar Türkçe bilmiyoruz. 10 gün sonra askerliğim bitmişti. Ağabeyime askerdeyken yazardım. Gelen mektuplarım da beygirleri, tarlaları, evi amcalarıma sattıklarını öğrendim. Askerden döndüğümde herkesi bizim koca bahçede toplanmış halde gördüm. “Ne oldu? Neden toplandınız?” diye sordum. “Türkiye’ye gidiyoruz” dediler. Türkiye’ye gidecektik ama sadece “Selamün aleyküm” demeyi biliyorduk. Türkçe bilmiyorduk. On gün içinde 17 kişi birer elimizde bavullarla Türkiye’ye geldik. Aslında gelmeyi hiç istemedik. Çok üzüldüm. Kız kardeşim yakalamasaydı kendimi oradaki 12 metrelik kuyuya atacaktım. Topraklarımı bırakıp gelmeyi hiç istemedim. Zorla Türkiye’ye geldiğimiz de ilk olarak İstanbul’a geldik. Bizi misafirhaneye götürdüler. Orada akrabası olan gelip akrabasını aldı götürdü. Ağabeyim Kütahya’da ki dayıma Arnavutça telgraf çekmişti. Bize gelen telgraflar Arnavutça olduğu için görevliler telgrafları okuyamıyordu, yırtıp atıyorlar. Dayım oradaki memura “Gelen telgrafları (masanın üzerindeki kitabı göstererek) kitabın altına koyun” demişti. Fakat oradaki çocuklar Arnavutça bilmediklerinden gelen telgrafları yırtıp çöpe atıyorlardı. Bekle Allah’ım bekle. Gelen herhangi bir telgraf yoktu. Ağabeyim “Sen bekârsın Kütahya git bak bakalım” dedi. Dışarı çıktık. Türkçe bilmediğimizden Arnavutça ya da Boşnakça bilen birilerini arıyorduk. O zamanlar arabalar sirkeciden kalkıyordu. Orada bir çocuk “Kütahya Kütahya” diye bağırıyordu. Arabanın yanına gittik, arabaya bindim. Yol parasını sorduk,(O zaman bir milyon para çok büyüktü) ağabeyim çıkardı parayı, bir kişi dedi. Şoför bozuk yok dedi. Bir çocuğa parayı verdi, çocuk parayı bozdurdu getirdi. Ağabeyim kızdı, “Sizin olsun bir milyon” dedi. Şoför aldığı büyük paraya çok sevindi. Bindim ve yola çıktım. Sora İstanbul da haremde de binenler oldu. Şoför bana “Kütahya’ya gidene kadar uyu” dedi. Şoför uyu dedi ama ben uyuyamadım. Adapazarı’na geldik. Molada herkes indi ben arabada kaldım. Muavin beni çağırdı. “Ne yiyeceksin” diye sordu. Ben de “Siz ne yiyorsanız bende ondan yerim” dedim. O esnada tuvalete gittim. Türkçe bilmediğimden tuvaletlerden birine girdim. Heyecandan yanlış tuvalete girmişim. Erkeklerin tuvaletine değil de bayanların tuvaletine girmişim. İhtiyar bir kadın bağırdı, o sırada diğer iki kadın yüzünü yıkıyordu. İçlerinden biri, bağıran kadına “Sus! Turist bu” dedi. Sonrada bana erkeklerin tuvaletini gösterdi. Eskişehir’deki mola da aynı tuvalet olayını yaşadım. Orada muavin geldi erkeklerin tuvaletini gösterdi.
KÜTAHYA’YA İLK GELİŞİM
Kütahya’ya geldiğimizde Azot Sanayi’nin orada köprü vardı. Yollar şimdi ki gibi düz değildi. Eskiden belediyenin orada bir ev vardı, Kütahya’nın garajı orasıydı. Orada indim. Orada gezinirken tatlı satan bir Torbeş’e rastladım. Görünce “Selamün Aleyküm” dedim, O da “Aleyküm Selam” diye karşılık verince Boşnakça konuşmaya başladık. Dayımı sordum, tanıdı. Hemen bir çocuk yolladı. Bana da sütlaç ısmarladı. Tatlıcı ile Ali Paşa arasında ki mesafe kısaymış. Bir süre sonra dükkâna şişman, siyah foter giymiş biri geldi. Ama ben tanıyamadım. Geldi, oturdu. Torbeş bana elleriyle sus işareti yaparak “Ses çıkarma” dedi. O adam ağlamaya başladı. Torbeş’e “Niye ağlıyor bu adam paramı istiyor, ne istiyor” diye sordum. Torbeş de bana “Sen tatlını ye” dedi. Bende tatlımı yedim. Adam ağlayarak yanaştı. Adama “Hemşerim neden ağlıyorsun, bak ben dayımı arıyorum” dedim. Adam meğer dayımmış. Birbirimize hem sarıldık hem de ağlaştık. Dayımla tatlıcıdan çıktık. O zamanlar Kütahya’da üç tane taksi vardı. Yollar briket taşı ve her yerde fayton vardı. Faytonla dayımın yazıhanesine gittik. Orada telaş vardı. Dayım “Ne oldu?” diye sordu. Oradaki adam “Buraya 7 tane telgraf geldi. Çocuklar okuyamadığından yırtıp attılar.” demiş. Gönderdiğimiz telgrafları o zaman bulduk. Son yırtılanın parçalarını bulduk. Okuduk. Dayım oradakilere “Ben size gösterdiğim yere koyun demedim mi” diye kızdı.
YENİ HAYAT
Dayım sonra atladı arabaya İstanbul’a annemin, teyzemin, babamın yanına gitti. Orada annemle teyzemle kavuştuklarında hasretle birbirlerine sarıldılar, ağlaşmaya başladılar. Dönüşte dayım arabacıya “Kütahya’ya kadar kimseyi arabaya bindirmeyeceksin” diye tembih etti. O şekilde ailem Kütahya’ya sorunsuz bir şekilde geldiler. Azot Sanayi’nin olduğu tarlalar dayımındı. Dayım “İsterseniz tarlayı isterseniz fabrikayı seçin” dedi. Ağabeyim fabrikayı istedi. Ben şeker fabrikasında çalışmak istedim. Üç ay şeker fabrikasında çalıştım. Sonra Azot fabrikasının açıldığı zamanlarda dayıma Azot fabrikasında çalışmak istediğimi söyledim. Dayım o zamanlar Azot sanayide tren makinistiydi. Dayımla Azot fabrikasına gittik. Türkçe bilmiyoruz. Tercüman bulduk. Azot daha yeni işletmeydi. Orada çalışan Almanlar vardı. Fabrika da Boşnakça bilen, yıllardır Almanlara çalışmış biriyle tanıştım. Adam beni gördüğüne çok sevindi. O zamanlarda fabrikada en hafif işi bana verdiler.
DİLİNİZİ UNUTMAYIN
Küçük oğlanla 7–8 yıl evvel memlekete gittik. Kapıkule’ye kadar Türkçe konuşsak da sonrasında Türkçe konuşulmuyor. Oraya gittiğimizde oğluma amcaları “Türkiye’ye gittiniz ama dilinizi kaybetmeyin. Biz öldüğümüzde bu dili kim konuşacak?” diye tembihledi. Şimdi bizim çocuklar Türkçe konuşuyor memlekettekilerde Arnavutça konuşuyor. Arada iletişim zorluğu oluyor. “Baba ne diyorlar” diye sıkça bana soruyorlar. Şimdi ben Boşnakça, Sırpça, Arnavutça ve Bulgarca’yı su gibi konuşurum. Onlara yardım ediyorum. Ama ileride akrabalar arasında bu dil sorun olacak.
SON
Sohbetimizin sonunda İsa Amca’ya buradaki Balkan dernekleriyle iletişiminin, derneklerin kendisini arayıp aramadığını sordum. İsa Amca da “Faaliyetlerine davet ediyorlar ama sık sık arayan soran yok” demişti.
İsa Amca’ya Türkiye’ye göçerken geride neleri bıraktıklarını sordum. O da geride 2 hektar arazi, ev, 4 donbey, 50 koyun, 2 inek, 2 beygirini yani oradaki her şeylerini amcalarına bıraktıklarını söyledi. İsa Amca’nın anlattıklarına göre ablası da ailesiyle Türkiye’ye göçeceklermiş ama pasaport çıkarmak için beklerlerken Tito, Türkiye’ye dönüşleri yasak etmiş.
Allah İsa Amca’ya uzun ve sağlıklı ömür versin.