10 Şubat 2020 Pazartesi
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Saygıdeğer okurlarım…
Acısıyla, tatlısıyla, hüzünleri ve mutlulukları ile
2019 yılını geride bırakarak 2020 yılına eriştik.
Allah, ülkemizde huzur ve barışı daim etsin.
Herkese sağlık ve mutluluklar getirsin.
Üzerinize afiyet Ekim 2019 tarihinden itibaren
yaşadığım olumsuz sağlık sorunlarımdan dolayı
uzun bir süredir sizlerden ayrı kaldım.
Sizlere bu köşemde Saruhan ( Manisa ) diyarından,
Rumeli’ye gerçekleştirilen ilk göç hareketlerini anlatmak istiyorum.
1362 yılında babası Orhan Gazi’nin ölümü üzerine Padişah olan
Sultan I. Murad Han, tahta çıkar çıkmaz Edirne, Filibe ve Zagra’yı fethetmiş olup, 1389 yılında I. Kosova Muharebesi’nde şehit olmuştur.
Sultan I. Murad padişahlığı döneminde Osmanlı Devleti
Tuna’ya ve Adriyatik denizine kadar dayanmıştır.
Sultan I. Murad 1363 yılında Filibe’yi fethedince, Anadolu’dan Rumeli’ye Türkmen-Yörük göçünü hızlandırmıştır. O yıllarda fethedilen beldeleri Türk yurdu yapmak için Anadolu’nun özellikle Saruhan ( Manisa ) ve Karesi ( Balıkesir ) Beyliklerinden ve daha sonraları da Aydınoğulları ve Karaman Beyliklerinden Türkmen – Yörükler getirtilip iskan edilmişlerdir.
Osmanlı Devleti, sistemli bir şekilde iskan politikası uygulamış ve uzun yıllar boyunca Anadolu’dan Rumeli’ye gerçekleştirilen göçler sayesinde Balkan coğrafyasının büyük bir kısmı Türk – İslam yurdu haline gelmiştir.
Bu göçlerle ilgili pek çok tarihi belgeler ve kayıtlar bulunmaktadır.
Bir çeşit Tapu- Kadastro defteri olan “Mufassal Tahrir Defteri”nin
kayıtlarına göre, Türkmen – Yörüklerin yerleştirildikleri
köyler ve kasabalar Türkçe isimleriyle kaydedilmişlerdir.*
*Bkz: İlber ŞİYAK. Rumeli Dedikleri. Shf. 55-56
Osmanlı padişahları ve devlet adamları, Anadolu’nun insan varlığının durumunu çok iyi analiz etmişlerdi. Öncelikle hareket kabiliyeti olan “Göçerler”i ele aldılar. Sipahi, Yaya, Müsellem, Vakıf gibi bir kuruma bağlı olan ve vergisini düzenli ödeyen yerleşik nüfusun hukuki durumlarına dokunmadı. Yıldırım Beyazıd Han, Batı Anadolu harekatı sırasında Saruhan Beyliği’ni Osmanlı topraklarına dahil etti. 1400-1401 yılları arasında Batı Anadolu’da bulunan yoğun Türkmen-Yörük nüfusunu azaltmak ve Rumeli’de fethedilen bölgelerin nüfusunu Türklerden yana değiştirmek için, geleneğe uyarak Saruhan ( Manisa ) bölgesinde ikamet eden Türkmen-Yörükleri Rumeli’ye geçirdi. “Saruhan’dan Rumeli’ye Sürgünler”, tuz yasağını kabul etmeyen ve Menemen ovasında kışlayan aşiretlerden olan “Göçer Evliler” için sürgün kararı alan Yıldırım Beyazıd Han’ın Saruhan Sancak Bey’i olan oğlu Şehzade Ertuğrul’a gönderdiği Ferman ile, Kavmin Ulu’su kabul edilen Saruhan ( Manisa )’nın yiğit evladı, Akıncı Beyi olan “Paşa Yiğit Bey” komutasındaki
Göçer Yörükleri
Filibe yöresine gönderdi. Saruhan ( Manisa )’lı Akıncı Beyi
“Yiğit Paşa Bey” bu göç hareketinden sonra, Vezir Çandarlı Ali Paşa’nın emri ile akıncıları, askerleri ve Saruhan’dan getirdiği Yörükler ile birlikte Üsküp üzerine yürüdü. 19 Ocak 1392 yılında “ÜSKÜP” Osmanlı egemenliğine katılmış oldu. Üsküp’e yerleşen ilk Türkmen- Yörükler,
“SARUHAN – MANİSA YÖRÜKLERİ”dir. Günümüzde K. Makedonya’nın Başkenti olan Üsküp ( Skopje ) şehrinde mezarı ve türbesi bulunan ve ” Paşa Yiğit Bey”in Üsküp seferine katılan ve ismi “Aşık Paşazade” olarak bilinen “Derviş Gazi “, Saruhan Yörükleri’nin sürgün edilmeleri olayının onur kırıcı bir durum olduğunu, ancak fethedilen yeni yerlerin imarı ve mamur hale getirilmesi için bu yöntemin padişahlar tarafından uygulandığını hüzünlü bir ifade ile anlatmıştır.
“Aşık Paşazade” bir şiirinde bu sürgün olayını şu mısralarla dile getirmiştir.
“Kanundur padişahlar sürgün ede,
Ki, yani bir dahi elmamur ede.
Ve, gerçe incünür halk o seferden.
Bu Tanrı takdiri hoş muti olsa,
Olur rahat ki ol nasibüm ede” *
İşte böyle değerli okurlarım.
Unutmayalım ki;
“Bir ağacın dalları ne kadar uzarsa uzasın, beslendiği yer yine de kökleridir.”
Kökleri zayıf olan ağaç gövdesini taşıyamaz!
Onun içindir ki, köklerinize sahip çıkınız!
Ağaç gücünü gövdesinden değil, köklerinden alır.
Köklerini unutan veyahut yok sayan hiçbir millet ayakta kalamaz!
Sizin de Tarihiniz ve Kültürünüz olmazsa, geleceğiniz olamaz!
Tarihsel ve Kültürel geçmişinizi bilmezseniz, geleceğinizi nasıl inşa edebilirsiniz ki?
Selam ve Dua ile ….
* Bkz.Aşık Paşazade a.g.e. shf. 141 Neşri.
Önemli uyarı: Bu bilgilerin tamamı İlber ŞİYAK’ın
“Saruhan’dan Rumeli’ye Gönül Köprüleri” adlı kitabının 40-41-42-43-44. sahifelerinden alınmıştır.
Değerli okurlarım… Sizlere Rumeli’nin en ücra yerlerinden biri olan Şardağ’ın zirvesinde, küçücük bir köyden, Çanakkale Savaşına gönüllü olarak koşarak gelen ve şehit ve gazi olan yiğitlerin yaşadıklarını anlatmak istedim.
Kosova’nın Gora bölgesinin, Dragaş Belediyesi’ne bağlı, “ZLİPOTOK – HIZLI DERECİK” Köyünü anlatacağım. “Zlipotok Köyü”nü haritada bile bulamazsınız. Şardağı’nın zirvesinde küçük bir köydür.
İsmini, Çanakkale Savaşlarına davet edilen köylülerin köy yolunda “Kosova Gönüllüler Taburu”na bir an önce yetişmeleri için hızlıca yürümelerinden dolayı Türkçe’de “Hızlı” anlamına gelen ve yöre ağzıyla “ZLİ” denilen ve Slav dilinde
“Yol ve Dere “anlamına gelen “POTOK” kelimelerinin birleştirilmesinden almıştır. 1915 yılına gelindiğinde yedi düvel Osmanlı Devletine savaş açmış, boğazlara egemen olabilmek ve Türk Milletini Anadolu topraklarından söküp atmak için Çanakkale’ye saldırırlar.
Anadolu’da ve gönül coğrafyamızın her köşesinden “ANA KUZULARI” ortak vatanı savunmak için Gelibolu Yarımadasına koşarak gelirler. Anadolu’dan savaşa katılmak kolaydı. Ancak, Rumeli’den Çanakkale’ye gelmek öyle sanıldığı gibi kolay değildi.
Ben sizlere anlatmaya çalışayım… Osmanlı Halifesinin “Cihad” çağrısının, Kosova, Bosna, Sancak, Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan’daki Camilerden okunması üzerine buralarda yaşayan Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak ve Torbeş Müslümanları tarafından oluşturulan “Gönüllüler Taburları”na katılarak gizli yollardan Çanakkale’ye gelen ana kuzuları… Çanakkale sadece sıradan bir savaş değildi!
Türk Milleti’nin var olma mücadelesiydi. 1912 yılında Osmanlı egemenliğinden siyasi olarak kopan Balkanlar, daima Osmanlı’yı ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ortak vatan olarak bilmişlerdir. Balkanlar, Osmanlı’nın egemenliğinden çıkmış olmalarına rağmen, Balkanlardan ve Rumeli’den Çanakkale’ye koşarak gelen gönüllülerin sayıları bir cephe oluşturacak kadar çoktu. Onlar; Ne Prizren’i, ne Priştine’yi, ne Üsküp’ü, ne Selanik’i, ne Manastır’ı, ne Debre’yi ve ne de İstanbul’u savunuyorlardı.
Onlar; Ortak vatanı savunuyorlardı. Çanakkale Savaşına Rumeli’den “Gönüllü” olarak gelen en kalabalık birlikler, Kosova ve Bosna-Sancak taburlarıdır. Sadece Bosna -Sancak taburlarından Çanakkale’ye 15.000’e yakın gönüllü geldiğini ve bu gönüllülerden 11 bin 500 kişinin “Şehit” olduklarını biliyor musunuz?
Kosova’nın Güneyinde yer alan ve “GORA- DAĞ” diye bilinen, Şardağı’nın eteklerinde yerleşmiş ve bir kısmı Arnavutça ve bir kısmı da Sırpça ve Makedonca karışımı olan “NAŞİNSKİ – TORBEŞ” Diliyle konuşan irili ufaklı Müslüman köylerinin yer aldıkları bu dağlık bölgeden, Çanakkale savaşına katılan gönüllülerin oluşturdukları “Gora Taburu”, Kosova’dan katılan 8 adet gönüllüler taburlarından sadece bir tanesiydi. Debre’den Halife’nin çağrısı üzerine savaşa katılan Gönüllüler, yöre halkının anlattıklarına göre Debre ve Rekalar’dan 365 kişi, Gora’dan da 175 gönüllü savaşa katılırlar. Zlipotok Köylülerinin Çanakkale için okudukları bu Türküde dedikleri gibi;
“Çanakkale içinde Zincirli bunar. İçmeyin bre arkadaşlar, Zehirli sular…” Kosova gönüllüler taburlarından 4 bin kişinin savaşa geldiğini ve pek çoğunun şehit olduklarını biliyor musunuz?
Sadece Gora Bölgesinde bulunan Köylerden , “Leştani” köyünden 3 kişi, “Büyük Kırstac” köyünden 4 kişi, “Küçük Kırstac” köyünden 2 kişi, “Yukarı Rapça” köyünden 5 kişi, “Aşağı Rapça” köyünden 7 kişi, “Restelica” köyünden 6 kişi, ” Radeşa” köyünden 4 kişi, “Zlipotok” köyünden 11 kişi, “Globaçica”köyünden 2 kişi, “Brod “köyünden 1 kişi, “Dikance” köyünden 2 kişi, “Kruşevo ” köyünden 1 kişi olmak üzere toplam 48 kişi şehit olmuşlardır.
Bu şehitlerden biri de “Brod” köyünden “Zeynep Çavuş” isimli bir genç kızdır. En çok Şehit veren köy olan “Zlipotok” köyü, 1912 yılından önce 170 Haneymiş.
Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nın ardından hızla göç veren köyde “Durakoski, Koskinici, Hacinci, Kolklijevci, Bagaljevci, Kuaçevsi, Şukerinci, Krçovci (Kiçevski) Pehlivanovci, aileleri yaşamaktadırlar. Tupanovci, Kutinci, Başinci, Başkovci aileleri ise Türkiye’ye ve büyük çoğunluğu da Manisa’ya göç etmişlerdir . Gerek Bosna-Sancak taburlarından ve gerekse Kosova taburlarından sağ kalan “Gaziler”in hiç birisinin gazilik maaşı almamak için isimlerini “Gazi Kütükleri”ne ;
“Bizler buraya bayrak, din ve vatan için ölmeye geldik. Maaş almak için gelmedik!” diyerek isimlerini yazdırmayan vatansever kahramanlar… Aman Allah’ım bu nasıl bir iman…
Pekala; Böylesine iman ve vatanseverlik ruhu ile Çanakkale’ye koşan ve Türkçe’yi konuşamayan “Rumeli’nin Gülleri Ana Kuzuları” bu kahraman insanlar.
Son yüzyılda “Türk” olarak kabul edilmediklerinden dolayı Sırpların asimilasyonları neticesinde Türklüklerinden koparılmışlardır. Eğer ki bu insanlar kendilerini “TÜRK” olarak kabul etmemiş olsalardı ne diye Çanakkale’ye savaşmaya ve ölmeye geldiler! İşte sorunun asıl cevabı bu sırda gizli…
Sizlere soruyorum; “Acaba hangi Slav, Rum ve Bulgar, bu derece istek ve iman ile Türkiye’ye, Türklük ve İslamiyet uğruna, eline silahını alarak Çanakkale’ye Ortak Vatan, Ay-Yıldızlı Bayrak ve Din-i İslam uğruna savaşmaya gider!” Çanakkale savaşı sıradan bir savaş değildi! Çanakkale savaşı Türk Milletinin var oluş destanı ve aynı zamanda “Kurtuluş Savaşı”nın kalplerde manevi olarak hazırlanmasıdır.
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’ un Çanakkale şehitlerine yazdığı şiirinde dediği gibi;
“Vurulup tertemiz alnından yatıyor.
Bir hilal uğruna yarab, ne güneşler batıyor.
Ey bu vatan için toprağa düşmüş asker.
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Sen ki, A’sıra gömülsen taşacaksın Heyhat!
Sana dar gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihan.
Ey Şehit oğlu Şehit isteme benden Makber!
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber..!”
Başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları kumandanlarımıza, şehitlerimiz ve gazilerimize Allah’tan Rahmet diliyorum.
Allah, bir daha aziz milletime böyle acılar yaşatmasın.
Dünyaya Türk Milleti’nin şanlı tarihini yeniden yazdıran bu şanlı milletin aziz evlatları ,
Şanlı tarihinize ve ecdadınıza sahip çıkınız..!
ÜSKÜP-ANKARA HATTI
Balkan Günlüğü gazetesinin değerli takipçileri, kıymetli okuyucularım. Sağlık nedenlerimden dolayı, bu köşemde uzun bir süre sizlerle birlikte olamadım.
Aylardır köşe yazısı yazamadım. Sizleri çok özlediğimi bilmenizi isterim. Sol bacak dizimde nükseden Menisküs yırtılması ve ardından geçirdiğim göz ameliyatım. Özellikle göz ameliyatımın ardından uzun bir süre yazı yazamadım. Allah’a şükürler olsun ki sağlığım düzeldi. Çok iyiyim ve masamda bilgisayarıma bu köşe yazımı yazmanın ve sizlerle tekrar birlikte olabilmenin tarifsiz mutluluğunu yaşamaktayım.
Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın ; “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..!” Veciz sözünde dile getirdiği gibi, devletin ve milletin bekası ve halkın sağlığının ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bir kaç ay içerisinde benim yaşantımda da pek çok gelişmeler meydana geldi.
GERÇEK KESİTLER
Hayatımdan gerçek kesitleri, Göç gerçeğini ve Rumeli Diyarında gezip gördüğüm, araştırmalar yaptığım ülkelerin ve başkentlerin tarihi, sosyal ve kültürel varlıklarını anlattığım, yol hikayelerini yazdığım son kitabım ” YOL VE SILA” İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi raflarında yerini almış. Makedonya Rekalar Kazasında Türk İzleri, Bistra’nın Kardelenleri, Rumeli Dedikleri, Yol ve Sıla isimli 4 kitabımın Üniversite Kütüphanesi raflarında yer alması bana büyük bir mutluluk ve tarifi imkansız bir onur yaşatmıştır.
Ayrıca; Doğduğum ülke Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin Bağımsızlığının 28. Yıl dönümü kutlaması münasebetiyle, Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Dr. Zvonko Mucunski ve muhterem eşi Tatjana Mucunska tarafından Ankara Sheraton Hotel’de 11 Eylül tarihinde düzenlenen Resepsiyona özel konuk olarak bizzat Büyükelçi tarafından davet edilmek de onur verici oldu.
Sayın Büyükelçiye kalbi şükranlarımı sunuyorum. Ancak; Resepsiyon dönüşünde gazetede okuduğum bir haber beni çok üzdü. Haberde T.C Dışişleri Bakanlığının Büyükelçiler atama kararnamesinde T.C Üsküp Büyükelçisi Sayın Tülin Erkal KARA Hanımefendinin görevinin bittiğini ve yerine başka bir Büyükelçinin atandığını okudum. Takdir tabii ki yüce devletimizin, makamlar hiç kimseye baki değil, gelip geçici. Ancak; inanıyorum ki, sayın Tülin Erkal Kara gibi Kuzey Makedonya’da yaşayan herkesin sevgisine, saygısına ve takdirine mazhar olabilmiş, Türkler ile Müslüman kesimden herkesin “TÜRKİYE ANNE” sıfatına layık gördükleri bir Büyükelçinin görevinin üçüncü yılında ve en verimli olabileceği bir zamanda görevine son verilmesi Makedonya’da yaşayan istisnasız olarak tüm Müslümanları derinden üzmüştür. Halk ile birlikte, gönlü ve kapısı herkese açık olan bir Büyükelçi. Ben 1968 yılından bu güne kadar sıkça gidip geldiğim Yugoslavya ve Makedonya’da, böylesine halktan biri, böylesine mütevazı, alçak gönüllü Büyükelçi hiç tanımamıştım. K. Makedonya’da Reka Yöresinde yaşayan, benim de mensubu olduğum, kitaplarımda ve köşe yazılarımda “Unutulan Türkler” olarak zikrettiğim Torbeşleri (Türkbaşlar )’ı yörenin en büyük köyü ve aynı zamanda benim doğum yerim olan Jirovnisa ( Zırovnıca ) köyünü benimle birlikte ziyaret eden, ilk T.C Büyükelçisi olarak tarihteki yerini alan sayın Tülin Erkal Kara Hanımefendiye Reka yöresinde yaşayan Türk ve Müslüman hemşehrilerim ve şahsım adına bir kez daha şükranlarımı sunuyorum.
İyi ki varsınız, iyi ki sizi tanımışım. Yeni yaşamınızda aileniz ile birlikte sağlık, başarı ve mutluluklar dilerim. Manisa’da bir evin ve ailen olduğunu sakın unutma. Yakında göreve başlayacak olan yeni Büyükelçimiz Sayın Hasan Sekizkök beyefendiye görevinde başarılar dilerim.
Kuzey Makedonya’dan anavatan Türkiye’ye göç eden ben ve benim gibi göçmenler, Rumeli coğrafyasına karşı duyarsız kalamayız.
Zira; Göç eden bizlerin geride bıraktığımız aile fertlerimiz ve hatta mezarlarımız var. K. Makedonya’da yaşayan kardeşlerimiz hapşırsalar, Türkiye’de yaşayan bizler grip oluruz. Allah hiç kimseyi sevdiklerinden, yerinden yurdundan ayırmasın. Ben bir muhacir çocuğuyum. Ben varlığı da yokluğu da iyi bilirim. Küçük bir muhacir çocuğunun 1960 yılında ailesiyle birlikte, yarı aç yarı tok bir vaziyette bir haftalık tren yolculuğunun ardından anavatan Türkiye’ye, oradan da Manisa şehrine gelerek yaşama nasıl tutunduklarına tanıklık eden ben İlber ŞİYAK.
Sevdiklerimi ve dostlarımı dünya zenginliği için asla değişmem. Büyürken küçülmeyi, düşerken dik durmayı bilirim. Makedonya’da bıraktığımız anneannemin, ablamın, dayımın, teyzemin ve halamın hasretiyle büyüdüğüm içindir belki yüreğimde hiç sönmeyen bu Sıla özlemi.
Hülasa; Benim yaşadığım zorlukları çocuklarımız ve torunlarımız yaşamasınlar, atalarını, tarihlerini ve kültürlerini unutmasınlar, yaşatsınlar diye 6 adet kitap yazdım. Son olarak kıymetli Büyükelçim Sayın Tülin Erkal Kara hanımefendiye yazdığım şu dörtlüğü armağan etmek istiyorum.
“ Sen yolunda dosdoğru yürüdün,
Peşinden gelmeyenler düşünsün.!
Değişmedin hiç kimse için,
Seni olduğun gibi sevmeyenler düşünsün!
Elinden gelenin en iyisini yaptın,
Yüreğinden kavradın insanlığı.
Bundan gayrısını hiç düşünme,
Bırak kıymetini bilmeyenler düşünsün..!”
Saygıdeğer okuyucularım; “Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz”
Dostlar… İnsanın yaşamında zorluk ve kolaylık, fakirlik ve zenginlik her an için karşılaşabileceği normal durumlardır. Yüce Yaradan; Biz insanlara ibret nazarıyla bakalım ve yaşayalım diye ömrümüzün içinde bizleri zaman zaman zenginlik ve fakirlik, çile ve eziyet ile ardından da saadet ile sınar.
Hani her fırtınanın ardından önce yağmur yağar, sonra da güneş çıkar ya… Denizler dalgalanmadan durulmaz. Sabah doğan güneş akşam olunca batar, dünyamız karanlıklara gömülür ancak mutlaka sabah olur ve güneş dünyamızı tekrar aydınlatır. Allah insanı sevdiğinin doğumuyla sevindirir, ölümüyle de hüzünlendirir.
Allah sevdiği kulunun eşeğini önce kaybettirir sonra da buldurarak sevindirir. Bu gibi örnekleri hayatımızda çokça yaşadığımız için çoğaltabiliriz de… Allah bizleri önce kötü ile sonra da iyi ile imtihan edermiş.
Ben size bir hikaye anlatayım; Zamanın birinde biri kel diğeri de topal olan iki arkadaş varmış. Fakirlikten bunalıp para kazanmak maksadıyla gurbete çıkarlar. Yolda bir çeşmenin başında mola verirler. Azıklarını yerken sohbet ederler
Topal olanı; “Ben bir kral olsaydım vergileri kaldırır halkıma para dağıtırdım” der. Kel olanı ise; “Ben Kral olsaydım var ya… Bu vergiler az bile daha da arttırırım. Bu millete müstahak” demiş. İki arkadaş yola koyulurlar ve payitahta gelirler. Daha önce hiç görmedikleri büyük bir kalenin içinde saray ve büyük konaklar… Şaşırıp kalırlar. Kraliyet sarayının bulunduğu kent meydanında kentin ahalisi toplanmış.
Sorarlar;
“Siz burada neden toplandınız?” Ahaliden biri; “Siz galiba yabancısınız. Bilmiyorsunuz. Zira bizim kralımız öldü. Bugün yeni kralımız seçilecek. Az sonra sarayın penceresinden bir ‘güvercin’ salınacak. O güvercin kimin kafasına konarsa o kişi yeni kralımız olacak” der. Bunu duyan iki arkadaş;”Biz de burada bekleyelim. Belli mi olur? Kuş bu… Bakarsın bizim başımıza gelir konar” derler. Bir müddet sonra sarayın pencerelerinden bir açılır ve bir kişi görünür. Elindeki güvercini uçurur.
Gökyüzünde süzülen güvercin bir müddet uçtuktan sonra köyünden kalkıp gurbete gelen kelin başına konar. Hemen askerler alırlar ve saraya götürürler. Topal arkadaşı şaşkınlık içinde gelişmeleri izler ve çeşme başında konuştukları aklına gelir. Kel, sarayda Kraliyet Tacını takar, kral elbisesi giyer ve sarayın penceresinden halkını selamlar.
Yeni Kral ilk iş olarak vergileri arttırır ve vatandaşa yaşamı çekilmez hale getirir. Bu duruma dayanamayan Topal arkadaşı kendisiyle görüşme talebinde bulunur. Topal, kralın huzuruna kabul edilir. Kral eteğini zorla öptürür ve sorar;
“Söyle derdin nedir?”
Topal;”Biz hem köylüyüz hem de arkadaşız. Sen kral oldun, milletin elinde avucunda ne var ne yok her şeylerini aldın. Yazık değil mi bu insanlara?”
Kral;
“Bak arkadaş dinle! Dua et ki köylüm sün yoksa şu anda kelleni kestirirdim. Çeşme başındaki sohbetimizi hatırla. Ben ne demiştim, sen ne demiştin. Eğer Kral olursam bunları yapacağıma yemin etmiştim. Demek Allah bu insanların başına beni layık görmüş ki güvercin gelip benim kafama kondu. Allah seni layık görmüş olsaydı güvercin gelirdi senin başına konardı. Hadi şimdi defol git ve bir daha sakın karşıma çıkma!” der… Uzun bir zaman sonra halkın açlık sınırına geldiğini öğrenen zalim kral bir ferman hazırlar ve fermanı halka duyurulur: “Tüm kentin çöpleri sarayın önündeki meydanda toplansın ve ardından da ahali çöplerin başına gelsin. Akşam ezanına kadar müddet… Çöp yığını kendiliğinden ortadan kalkarsa tüm vergileri kaldıracağım. Yok, eğer çöp yığını kalkmazsa vergileri iki kat arttıracağım !” Fermanı duyan halk kentin tüm çöpleri meydana yığar. Ahali de toplanmıştır.
Kentin imamları, alimleri ahali ile birlikte dualar ederler. Güneş yavaşça batmaya başlar. Ezan vaktine doğru aniden bir rüzgar eser, fırtınaya dönüşür ve çöp yığını göğe yükselir. Bu durumu gören ahali sevinç içinde ağlamaya başlarlar. Çöp yığını kaybolduktan sonra kral emir verir ve topal arkadaşının huzura getirilmesini emreder. Askerler topalı bulurlar ve hemen kralın huzuruna götürürler. Kral, topal arkadaşına kaftanını giydirir, asasını verir ve başındaki tacı takar; arkadaşını yeni kral olarak ilan eder. Herkes şaşkınlık içindedir.
Kel olan eski arkadaşı topala şöyle der; “Bu halkın başına Allah beni layık görmüştü. Ben yeminimi ve vaadimi yerine getirdim. Son olarak gördüm ki ahali tövbekar oldu. İmana geldiler. Bundan böyle sen layıksın ve dilediğin gibi yönet.”
KISSA’DAN HİSSE…
Allah her şeyin hayırlısını versin inşallah… Hayat çok kısa, aldığımız nefes kadar… Elimizdekilerin kıymetini bilelim… Hayırlı ve Bereketli Ramazanlar diliyorum.
SELANİK VE MÜBADELE
Selanik… Osmanlı Devletinin Rumeli’de ki göz bebeği. Osmanlı Makedonyası’nın Başkenti. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi M.Kemal ATATÜRK’ün doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği kent Selanik. 1430 yılında Padişah II.Murad zamanında Timurtaş Paşa tarafından Türk yurdu yapılan ve Balkan Savaşları esnasında 9 Kasım 1912 tarihinde Selanik Garnizon Komutanı Hasan Tahsin Paşa tarafından tek bir kurşun dahi atmadan, kenti savunmak için bekleyen 26 bin Osmanlı Askeri’ni yaptığı ”Teslimiyet Anlaşması” ile Yunan Ordusu’na bırakan ve tüm askerlerin açlıktan ölmelerine neden olan, Yunanistan tarafından ”Milli Kahraman” olarak onurlandırılan ”Hain” Hasan Tahsin Paşa’nın düşmana teslim ettiği kent Selanik.!
RUMELİ’YE SON BİR BAKIŞ
Balkan Savaşları sonrası yaşadıkları ve vatan bildikleri toprakları terk ederek Anadolu’ya gelmek isteyen muhacirlerin limandaki gemilere binerek, gözü yaşlı Rumeli topraklarına son bir kez daha bakıp gördükleri kent Selanik.!
Sözüm ona; Anadolu’daki soykırım iddialarının çetelesini tutan Batılı ülkeler, bir kez olsun bir zamanlar Balkanların çoğunluk nüfusunu oluşturan Türklere ne olduğunun hatırlamak dahi istemediler ve vicdanlarına da hiç bir zaman sormadılar.!!! Nedir suçu o eski şehrin ki, adına yakılan türküler ‘Selanik, Selanik Issız Kalasın” diye bir ilenmeyle başlar. Bir şehir için dile getirilebilecek en büyük beddua ıssız kalmasını istemektir. Bu türküyü söyleyenin ahı tuttu belki Selanik’i. Bu türkünün bedduası ile asırlık çınarlar devrildi. Suyu gürül gürül akan çeşmeler kurudu. Baldıranlar sardı o güzel şehrin bahçelerini, bağlarını.
Bir asra yakındır ki ;
Selanik , Yar’sız kaldı…!
Selanik , Türkçesiz kaldı…!
Gözyaşlarının sel olup aktığı , Göç yollarında salgın hastalıklardan ölenlerin ardından yakılan ağıtlarda ve türkülerde anılan Kent Selanik… Yunanistan’dan ilk muhacir kafilesinin , 1883 yılında Teselya Bölgesi’nden 128 kişinin Selanik’ten İzmir Limanı’na geldiklerini ve oradan da Manisa’nın Akhisar İlçesinde yerleştiklerini biliyor musunuz .?
Ayvalık’lı Şair Hikmet Esen ,
Mübadele Göçünü bizlere şu dizeleriyle anlatıyor ;
” Kim ne derse desin , Sinsice olmadı gidişleri .
Ne Kurşun , Ne Ölüm , Yürüdüler usulca .
Yakıp gölgelerini , Umutlar , Mübadil türkülerle dudaklardan ,
Savrulurken Rüzgara . Karşılarında Derya. İrili ufaklı bir tutam ada .
Ve gökyüzünde dökülen ,Yıldız kırıntıları kaldı avuçlarında .
Ne Mal , Ne de Mülk .!
Bir yangındı Özgürlük…! ”
Evet , Bir yangındı Özgürlük .
Balkan Göçmenlerinin içindeki yangın ,
Türkiye Cumhuriyetinin var oluş nedenlerinden biridir .
Evet , Bir yangındı Rumeli …!
Bir yangındı Selanik…
Gemilerde tıka basa bindirilen,
Aç susuz bir durumda yola çıkan Muhacirler.
Gemilerde ölen Bebeler. Solan Umutlar …
Gökyüzüne ulaşan Ağıtlar.
Salgınlardan telef olan İnsanlık .!
Ya, Rab .! ;
Böyle acıları bir daha bu Aziz Millete yaşatma.!!!