Uluslar arası ilişkiler disiplini açısından bir ülkenin dış politikası incelenirken, 3 önemli parametre üzerinden hareket edilmektedir: Ulusal faktörler, uluslararası sistemin yapısı ve karar alma mekanizmaları. Bunların her biri önemli olmakla birlikte, ulusal faktörlerin diğer iki parametreye göre, dış politik sürece daha somut etkilerinin bulunduğu söylenebilir.
Bir devletin dış politikasında ulusal faktörleri kendi içerisinde nicel ve nitel unsurlar olmak üzere ayırmak mümkündür. Nicel unsurlar genel anlamda coğrafya, nüfus, doğal kaynaklar, askeri hazırlık derecesi ve ekonomik kapasite gibi noktalarda yoğunlaşırken; nitel bağlamda ulusun karakteri, ulusun moral düzeyi, diplomasinin ve hükümetin niteliği gibi unsurlar ön plana çıkmaktadır. Bu kriterlerin ışığı altında Atatürk dönemi Türk dış politikasına bakıldığında, birim alandan maksimum verimin sağlanmak istenildiği ve bunda da başarılı olduğu görülmektedir.
Gerek Milli Mücadele dönemi gerekse Cumhuriyet dönemi (1938’e kadar olan süreç) Türk dış politikasının değişmeyen en önemli özelliği “bağımsızlıkçı” bir karakterde olmasıdır. Dağılma döneminde Osmanlı Devleti’nin izlediği siyasalarda güç dengesi olgusu hâkimken; Mustafa Kemal ile bunun değiştiğini; Ankara merkezli bir dış politikanın takip edildiğini görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte ise statükoculuk ve Batıcılık kavramları dış politikada yeniden ortaya çıkmıştır. Bu noktada, Atatürk dönemi Türk dış politikası kendisinden önceki ve sonraki dönemlerden farklı bir rota izlediği için keskin çizgilerle ayrışmaktadır. Kısacası, cumhuriyetle birlikte Türk toplum ve siyaset yaşantısında başlayan radikal değişim dış politika da kendisini göstermiştir.
Yukarıda çizilen parametrik ifadelerden hareketle, Atatürk dönemi dış politikasının genel çerçevesi, bağımsızlıkçı, aktif-çok yönlü, gerçekçi, barış yanlısı, pragmatist, bölgesel işbirliklerine girme, anti-emperyalist, ulusal çıkar endeksli ve Ankara merkezli vb… bir dizi hususu içerisinde barındırmaktadır. Bütün bu özellikler dış politikada var olurken, Atatürk’ün nitel unsurlardan önemli ölçüde faydalandığı görülmektedir. Bağımsızlık savaşını kazanmış Türk ulusunun moral düzeyi hayli yüksekti ve karakterinin de sağlam bir yapıdan oluştuğu kanıtlanmıştı. Ayrıca, yeni dönemde yürütme erkinin bürokratik ve diplomatik anlamda vasfının yüksek olması diğer olumlu noktadır. TBMM’de alınacak bir kararın kılı kırk yararcasına uzun uzadıya tartışılması ve Lozan’da elde edilen diplomatik zafer, bunun en somut göstergeleridir. Nicel unsurlardan pek fazla faydalanılamasa da ekonomide kaydedilen başarılarla askeri hazırlık kapasitesinin yükseltilmesi, doğal kaynakların işletilmesi ve coğrafya faktörünün etkin bir şekilde kullanımıyla bu hususlardan da gelişen zaman zarfında önemli ölçüde istifade edilmek istenmiştir.
Uluslararası sistemin yapısının karar verme mekanizmalarında doğru bir şekilde analiz edilmesi de bu dönem Türk dış politikasının başarılı bir şekilde uygulanması sonucu doğurmuştur. 1. Dünya Savaşı sonrası dönemde imparatorlukların yıkılması ve ulus devletçi bir atmosfer Ankara’nın ekmeğine yağ sürmüştür.
Şüphesiz Atatürk diğer alanlarda olduğu gibi, dış politikada da bir dehadır. Sorunların çözümüne ilişkin alışılagelmişin dışındaki metotları kullanması bunun en somut göstergesi olmuştur. 1932 yılında Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği söz konusu olduğunda, Atatürk’ün “Başvurmayı düşünmüyoruz. Fakat davet ederlerse katılabiliriz” şeklindeki açıklaması üzerine MC üyelerinin kurucu antlaşmayı ihlal ederek 43 üyenin oybirliği ile Türkiye’yi üyeliğe davet etmesi bu kapsamında verilebilecek bir örnektir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin barış yanlısı ve uluslar arası hukuk temelli dış siyasasını da gösterirken; söz konusu örnek uluslar arası arenada yeni devletin saygınlığını göstermesi açısından ayrıca önemlidir.
Atatürk’ün dış politikaya ilişkin “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda hareket etmesi de barışçı siyasetin yansımasıdır. Atatürk dönemi Türk dış politikasının genel bir özeti olan bu vecize, günümüze gelinen süreçte farklı bir anlama büründürülmek istenmiştir. Atatürk tarafından ilk kez 1931’de söylenen bu sözün sonrasında Türkiye’nin Balkanlar’da Balkan Antantı’nı, Ortadoğu’da Sadabat Paktı’nı kurması kanaatimizce tesadüf değildir. Bu tersten düşünüldüğünde, “benim bulunduğum bölgede barışı ben sağlarım” demektir –ki, Avrupa’da bu dönemde ortaya çıkan faşist yönetimlerin yayılmacı emellerine güzel bir cevap olmuştur.
Öte yandan, Atatürk’ün 1937’de Hatay sorunuyla ilgili olarak Fransız büyükelçiyle yaptığı bir görüşme esnasında, Sabiha Gökçen’in (Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda) salonu basıp silahıyla havaya 3 el ateş etmesi ve “Hatay için kanımız canımız feda olsun” şeklinde sloganlar atması, Fransa’ya Hatay konusunda Türkiye’nin kararlığını gösteren sıradışı bir baskı unsuru olmuştur. Fransa’nın Hatay meselesinin çözümü için bundan sonraki süreçte hızlı davrandığı görülmektedir. Yine Mussolini’nin Ankara büyükelçisinin İtalya’nın Antalya üzerinde hak sahibi olabileceğini Atatürk’e bildirmesiyle, Paşa’nın Büyük Taarruz’dan beri giymediği mareşal üniformasını giyerek “sohbetin nerde kaldığını” büyükelçiye sorması farklı bir anekdottur.
Boğazlardaki statünün revizyonu için uluslar arası dengelerin tam anlamıyla gözetilmesi ve kontrolün sağlanması realist bir dış politikayı temsil etmektedir. Yine Atatürk’ün irredentist tutumlarının olmadığı ve dış siyaseti reel politik bir perspektiften ele aldığı görülmektedir.
Atatürk’ün dış politikada ileri görüşlülüğünün en önemli kanıtı, Amerikalı General Mc Arthur’a 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcını, bitişini ve kazanacak tarafları daha 1932’de söylemesidir. Bununla birlikte, 1933’te Sovyetlerin de diğer imparatorluklar gibi bir gün yıkılacağını; onun bünyesinde çok sayıda Türk topluluğunun bulunduğunu ve onların bizimle değil, bizim onlarla yakınlaşmamız gerektiğini söylemesi de bu kapsamda verilebilecek farklı bir örnektir.
Yukarıda belirtilen hususların yanına daha birçok örnek eklenebilir. Konumuz kapsam itibariyle geniş olsa da kısacası Atatürk dönemi deyince dış politikada akla ilk gelen kavramlar “bağımsızlık, ulusal çıkar ve barış” olmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrasından günümüze değin izlenen dış siyaset düşünüldüğünde, 1919–1938 arası dönemin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
KAYNAKLAR
– Tayyar Arı, Uluslar arası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul: Alfa Yayınları, 2004.
– Lord Kinross, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, 11. Baskı, İstanbul: Altın Kitaplar, 1994.
– http://www.objektifhaber.com
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce