Oğuzhan Saygılı[*]
Dergâh Yayınevi’nin Erzurum Kitaplığının 15. eseri olarak, birkaç yıl önce yayınlanan “Erzurum Fıkraları” isimli kitaba değineceğim.[1] Bu derlemenin hazırlayanları olarak Mehmet Zeki Kılıç ve Yaşar Atnur’un isimleri zikrediliyor. Eğer yanlış anlamadıysam; Mehmet Zeki Kılıç, kitabı kendisi hazırlamış ve bu çalışmasını yaparken de Yaşar Atnur’un önemli katkılarından dolayı nezaketen bu derlemeye ismini vererek onu ortak etmiştir.
Eser; Sunuş, Önsöz, Giriş, Bibliyografya, Kaynakça bölümlerinin dışında iki bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde Fıkra hakkında genel bilgiler ve tarihi süreç içerisinde fıkralar anlatılmaktadır. Birinci Bölümü, fıkranın diğer edebi türler ile münasebetleri, konusuna göre fıkralar, genel fıkralar ve Erzurum fıkralarının tasnif edilmesi gibi konular oluşturur. İkinci Bölümde ise Erzurum’a ait olduğu tespit edilen fıkralardan 330 tanesi bulunmaktadır.
Kılıç, kendine göre bu fıkraların tasnifini yapmıştır ama -okuyanlar nasıl yorumlar bilmiyorum- bu fıkraları iki kısma ayırarak değerlendiriyorum. Birinci grupta; her bölge ve yörede çeşitli şekillerde yıllardır anlatılarak gelen, Anadolu insanın ilginç karakterini, meslek sahiplerini, kahramanları insan olmayan tipleri canlandıran fıkralar vardır. Birçoğumuzun bu gruptaki fıkraların bir kısmıyla ‘Erzurum Fıkraları’ dışında da karşılaştığını söyleyebilirim. İkinci grupta ise gerek günümüzde gerek tarihi olarak Erzurum’da yaşamış olan kahramanların yaşadığı, Ermeni azınlıklar ile ilgili, Erzurum ve ilçeleri arasında rekabetten doğan; diğer şehir ve ilçeler arasında da aynı ve farklı şekilde zuhur etmiş fıkralar geniş yer tutar. Hele ismi Erzurum’la özdeşleşmiş olan Naim Hoca, Müezzin Hafız Mehmet Efendi, eski belediye reisi Zakir (Gürbüz) Bey, Edip Hoca, Cinisli Arabacı Kuddüs, Hamal Esat Emi, Kapıcı Sırrı, Estonya Sabri, Hırsız Pertev, Edip Hoca, Horasanlı Hacı Dayı, Kullebi Turan’ın fıkraları; Teyo Pehlivan’ın yalanlarını keskin bir zekânın emareleri olarak görebiliriz. Fıkralar Erzurum ağzı dikkate alınarak yazılmıştır. Hoşuma giden bu fıkralardan bir demet oluşturdum, bunu aşağıda sunuyorum.
SENE İNANDIM
Şeytan ile Firavun hamama gider. Yıkanırken şeytan bir numara ile hamamdaki suları dondurur. Firavun der ki: “Yav neyetdin? Bu suyi dondurdun.” “Sen mademki ben bütün insanların tanrısıyam diyirsen, eleyse gaynat hamamın sularını.” Firavun kızarak cevap verir:
—Zaten senin sözen inandım Firavun oldum, sennen geldim sıcah hamamda dondum.” (s.58)
ÖLÜLERİNİ YEMEDİLER YA
Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan heyetine, o zamanın belediye reisi Zakir Bey’in verdiği cevap bugün dahi geçerliliğini koruyor. Zakir Bey, tercümana: “Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet kimlerde idi, generale anlatayım.” diyerek heyeti, oturdukları evin penceresine götürmüş.
“Bakın”, demiş, “Şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında, yirmide biri kadar, çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman Mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır. Bunlar kendi ölülerini yemediler ya!” (s.61)
DİŞLERİN KARNIMDA
Konyalı Mutaf Hacı Nuri Küçük iplikçi, her yıl Muharrem ayında, evinde kazanlar kaynatır, yaklaşık yüz elli, iki yüz kişiye aşure ziyafeti verir. Yine böyle bir yıl dönümünde Cıvıloğlu Camii’nin müezzini Erzurumlu Hafız Mehmet Efendi’nin Yarımşar kiloluk, on tas aşureyi bir göz açıp kapayışında kaşıksız olarak hemen yuttuğunu görenler şaşırırlar. Çiğnemeden nasıl yutuyorsun, diye sorduklarında şu cevabı verir:
“Benim dişlerim ağzımda değil karnımda takılı.” (s.64)
YA BİLEMEZLERSE
Naim Hoca, bir gün kömür alır. Aldığı bu kömürleri eve ulaştıracak olan arabacıya der ki:
“Buni Yoncalık’daki evime götür.”
Arabacı cevap verir:
“Hocam adresin nasil?”
“Oğlum Yoncalığa get, Naim Hoca dedin mi herkes gösterir.”
“Ya hocam bilemezlerse?”
“Terzi Naim de, o zaman bilirler.”
“Ya hocam gene bilmezlerse”
“De ki kuyumcu Naim herkes tanır, sene evi gösterirler.”
Arabacı tekrar:
“Ya hocam gene bilmezlerse.” deyince.
Naim Hoca’nın sabrı taşar:
“Oğlum, Kavat Naim de, herkes sene evi gösterir.” (s.68)
ÖZEL TARİFE
Cinis’te Kuddüs diye bir arabacı varmış. Köyden Kandilli Nahiyesi’ne elli kuruşa yolcu taşırmış. Cinis’in zenginlerinden Dursun Bey’de bir gün nahiyeye gidecek olur. Üzerinde bozuk para olmadığı için Kuddüs Emi’ye bir lira verir, parasının üstünü beklemeye başlar. Ama Küddüs oralı bile değildir. Bir süre sonra Küddüs, Dursun Bey’e der ki:
“Ne durirsan bey? Bin da, araba gideceh.”
“E Küddüs, paramın üsduni ver de binim.”
“Senin işin tamam bey. Ne parasi?”
“Olur mi Küddüs? Ben sene bir lira verdim ya?”
Küddüs Emmi:
“Bey, der, fakırlar elli kuruş, beyler bi lira”
“Küddüs olur mu beyler bir lira?”
Küddüs, gayet sakin cevap verir:
“Beyler, dağınıh oturur. Onun üçün beylere bi lira.” (s.70)
İNTİKAM
Aras Nehri’nin taşıp can ve mal kaybına sebep olması Hacı Dayı’nın canına tak eder. Aras Nehri’nin sâkin olduğu bir zamanda nehrin yanına gider:
“Nasii, coştuğun zaman geçi götürirdin, koyun götürirdin, adam götürirdin! Şimdi üstünden atliyim da namusun lekeliyim mi?” diye bağırır. (s.70)
İT GIRHİRAM
Tren hattı Erzurum’a gelmeden önce, eski bürokratlardan biri, Trabzon’dan otobüsle Erzurum’a gelirken, otobüs Aşkale’de arızalanır. Yolcular aşağı iner. Bürokrat şoförden arızanın ne kadar süre içinde giderileceğini sorar. Şoför:
“Bir saat buradayız.” der.
Adam bu boşluktan istifade ederek traş olmak üzere bir berber dükkânına girer. Yaşlıca bir berber, bürokratın saçlarını keserken, dükkân komşularından biri, kapıdan başını uzatarak berbere:
“Yusuf Emi, gene ne edirsen? ”der.
Berber:
“Ne edim gurban, ahşama geder ıt gırhiram.” (s.71)
HAMALIN SAATI
Esat Emi, hamallık yapan biriydi. Son zamanlarında yaşlandığı için pek iş bulamıyordu. Esat Emi, işsiz kaldığı bir gün yine, canı sıkkın bir şekilde yürürken kadının biri tırhıcın arkasından bağırır:
“Hammal Emi Hammal Emi, sahat kaç?”
Esat Emi, hiç istifini bozmadan:
“Sahat kırh” der.
Bu cevabı duyan kadın Esat Emi’ye:
“Torpah başan. Heç sahat da kırh ola?” deyince, Esat Emi:
“B.h yiyenin karısi, hamalda sahat ola” diye cevap verir. (s.73)
ŞEYTAN KANDIRDI
İhsan Bayoğlu, bir günü Hemşin’e gelir. Hatem Emi’ye der ki:
“Ben içgiyi bırahdım.”
“Ey Ehsan.” der.
Bir müddet sonra gene gelir, der ki:
“Emi!…”
“Ne var?”
“Emi, şeytan geldi. Dedi ki:
— Gel içek. Ben de dedim ki:
Get ulan seni bele bele ederem.”
Aradan birkaç gün geçer. Bir gün İhsan’ın içki içtiğini duyarlar.
İhsan o gün Hemşin’ e gelir. Hatem Emi, der ki:
—Ehsan, gene içki içmişsen.”
—Valla sorma Emi.”
Geçen gelen, meğer şeytanın oğluymuş. Onu kovdum ama bugün şeytan geldi, gene beni kandırdı.” (s.73)
HUYLU HUYUNDAN VAZGEÇMEZ
Mahallenin herkese bir kusur bulan, lakap takan, dedikoducu bir Leman Hanım’ı varmış. Leman Hanım, her geline, kıza yakıştırmalarda bulunur, mahalleyi tedirgin edermiş. Bu durumu bilen komşusu hemen Leman Hanım’a gitmiş:
“Aman abla, bah gelinim gelecah. Sakın ona bir ad koyma olur mi?” demiş.
Leman Hanım sakin sakin cevap vermiş:
“Vallah ben bişe demem de, eller at suratlı demesin.”(s. 76)
TEYYO’DAN İNCİLER
Teyo Pehlivan, kendisinin de katıldığını iddia ettiği Sarıkamış Hereketi ile ilgili bir anısını etrafındakilere anlatır:
“Enver Paşa, işareti verdi, Sarıkamış’a vurduh, cidirih…Nasıl olduysa bi geflet geldi, uyumuşam ben. Bele bi daşın dibinde uyumuş kalmışam. Bi uyandım ki bütün sehsen bin esker getmiş, ben kalmışam tek. O arada kalktım gidim esgere yetişim derken bir ayi çıkti önüme. Ele nasil olduysa kulaklarından dutdum, ayının sırtına bindim. Ayı getdi, ben getdim, ayı getdi, ben getdim, ayı getdi, ben getdim…”
Dinleyenler derler ki:
“Ula Teyo tamam, annadık, ayi getdi sen getdin. Sora ne oldi”
Teyo uyduracak yalan bulamaz, der ki:
“gine ayı getdi, ben getdim, ayı getdi ben getdim.”
“Ula sora ne oldi.”
“Ula ayi beni yedi.”
Dinleyicilerinden biri der ki:
“Ula Teyo, ayi seni yediyse sen nasi yaşıyorsun şimdi?”
Teyo Pehlivan gayet sakin cevap verir:
“Ula uşak, sen de buna yaşamak mı diyirsiz?” (s.86)
KILAY NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Teyyip Pehlivan anlatır:
“Sene 1948, altımızda 76 Şevrole. Kıley de yeni yeni parliyır bele, kime vurirsa devirir, yıhir.
Bene Kenedi haber yolladı ki; Kılaya diye bele bir canavar var, Teyo, senin şöhretini geçti. Sinirlendim, bindik Şevroleye gidirik Emerika’ ya:
O arada dinleyenlerden biri der ki:
“Peki okyanusu nasıl geçdiz.” Teye Pehlivan:
“Ula oğlum oranın alt köşesini dolandık.
Derken havalandık uçakla. Bi bakdım Emerika sokaklarda…Altdan yukarı bağırirler:
– Tey-yo, Tey-yo!” Tezahürat yapirler. Derken Kılay’nen maç yapma saati geldi. Ula, itn oğlit dönir dönir bene bele vurir, işde ele vurir. Ele yaradana sığındım, buna bi tene Hude-yi sille vurdum, yıhıldi. Ayağımı bastım gögsüne.
“Ula, dedim, it oğlit eşedini getir, yoksa ölümün bu yüzdendir.
Kılay, eşedini getirdi de Müslüman oldi.”(s.87)
ÜNÜMÜ DUYMUŞSUNDUR
Pertev diye bir hırsız varmış, tavuk çalar. Bunu şikâyet ederler:
“Elbiselerimizi çalıyor”diye. Pertev’ de kendini savunur, hakime der ki:
“Hakim Bey, benim ünümü duymuşsundur. Ben tavuktan başka bir şey çalmam.” (s.88)
PADİŞAH BU DÜNYAYA KARIŞIR
Padişah içkiyi yasak edince Bektaşi de içkisini almış, mezarlığa gitmiş, başlamış demlenmeye. Mezarlığın yanından geçen biri:
“Yav, bah Padişah içgiyi yasah etmedi mi, niye içirsen?” deyince Bektaşi:
“O bu dünyaya garışır, öbür dünyaya garışamaz.” demiş. (s.97)
SÜNNET DİYİM DE…
Bir tane hoca varmış, nereye gitse önüne koyulan her şeyi yer, içer, siler süpürürmüş. Yine bir eve misafir gider. Hocaya güzel bir sofra kurulur. Hoca da önüne gelen her yemeği “sünnetdir” diyerek silip süpürür. Yemekten sonra abdest almak için ayağa kalkar, evin çocuğuna: “Gel bene su tök.” Der:
Çocuk, suyu dökerken Hoca:
“Yavrum senin adın ne?”diye sorar.
Çocuk heyecanla:
“Farz Farz!..” diye bağırınca:
O ne demek yavrum, o ne biçim isim” diyen hocaya çocuk der ki:
“Hemi, sünnet diyim ki beni de yiyesen.” (s.100)
DİNİNİZİN GIYMETİNİ BÜLÜN
Erzurum’da Ramazan ayında lokantalar, pastaneler, kahvehaneler kapatılır. Turistin biri lokanta bulamadığı için, bir yerlerden bulup, buluşturduğu simiti yolda yerken, iftarı beklemeye tahammülü kalmayan yaşlı bir dadaş, turistin omzuna vurarak der ki:
“Dinizin gıymetini bülün, dinizi gıymetini bülün. Bahın Müslümanlar ne çekir?” (s. 120)
ERZURUMLUNUN SİMİT SATMASI
Bir köylü İstanbul’da simit satmaya başlar. Bu mesleğe yeni başlamış olan köylü ertesi gün sattığı şeyin adını unutur. Çaresiz başlar bağırmaya.
“Deliyhli Eymek, deliyhli ekmek!” (s.140)
MİSAFİRE HÜRMET
Adamın biri köyde tanıdığına misafir olur. Ev sahibi akşam yemeğinden sonra bir kalbur içinde misafire yıldız kökü (yer elması) ikram eder.
Misafir:
“Ne zahmet edirsen, buna lüzüm yohdi.” der.
Köylü:
“Ye beyim ye, bunun zehmeti mi olur, farz et ki müsirliğe tökmüşem inekler yiyir…” (s.147)
BU YAŞTAN SONRA
Şenkaya’da çocuklar yaşlı adamın şapkasını kaçırıp caminin avlusuna atmışlar. Yaşlı adam sinirlenerek çocuklara bağırmış:
“Hıı.., getirin ula şapkami, yetmişinden sonra beni orya sohmayın!”(s.148)
HAMAM BÖCEKLERİ
Şenkayalı hamama gider, hamam böceklerini görünce sinirlenir. Kendi kendisine:
“Nedir bınlar? Yarabbi neye yarar bu pislikler annamiyram ki?” der.
Aradan bir zaman geçer, adam hastalanır. Bir türlü hastalığının çaresi bulunamaz. Sonunda köy hekimi bir çare bulur. Çare; bir kilo hamam böceğini ezerek yemektir. Adam bu teklife uyar ve nihayet sıhhatine kavuşur. Bir kış günü arkadaşıyla yürürken arkadaşı:
“Hey Allahım hele bunca kar kıyamet, hele bahki ambu kari neye yaratti.” der demez. Hemen arkadaşı ağzını kapatarak:
“Ula sus! Ben bir defa işine karıştım hamam böceklerini hep bene yedirdi. Anam avradım olsun duyarsa bu karlari hep sene yedirir.” (s.149)
TORTUMLUNUN YAKARIŞI
Tortumlunun biri mahkemede sorguya çekilir. Suçlu olduğu için hakime şöyle yalvarır:
“Hakim beg, merhamet et! Bah sen boz bir katır, ben ise kuyruğun altında sıhışmış bir sinegem. Sıharsan ölürem, goyverirsen gurtuluram.” (s.149)
ÖKSÜZ EŞEĞİN SONU
Üç Tortumlu yolda giderken uzaktan eşkıyalar görünür. Arkadaşlardan biri ağaca tırmanır, biri suya atlar, biri de eşeğin altına saklanır. Eşkiyalar az sonra gelir. Adamların bu durumuna şaşırarak ağaçtakine sorar:
“Sen orda neydirsen?”
“Ben bu ağacın guşiyam.”
Sudaki adama sorarlar:
“Sen ney yapirsan burda?”
“Ben bu suyun paluğiyam.”
Onu da geçiştiren eşkiyalar eşeğin altındaki adama sorarlar:
“Ben bu eşeğin sıpasıyam.”
Eşkiyalar demiş ki:
“Ola, bu eşek erkek be!”
Adam cevap verir:
“doğridur. Anam öldi babamnan gezirem.” (s.152)
DEĞERLENDİRME
Erzurum ve Türk insanın sezgisinin, acizliğinin, sinsiliğinin, saflığının, kurnazlığının, hazırcevaplılığının, feleğe isyanının, muzipliğinin, hayat içinde söylenmeyen gerçeklere vurgu yapmasının, şakacı yönünün, çaresizliğinin, yalanlarının, zekâsının, pragmatikliğinin neredeyse her satırına yansır. Bu fıkraları, okurken yer yer kahkaha atarak, zaman zaman düşünerek bazen de hüzünlenerek okuyacağınızı tahmin ediyorum. Özellikle kültürümüzün hammaddesi sayılabilen bu fıkraları, üniversitelerin akademisyenleri kürsülerde, gerek ilköğretim gerek orta öğretimdeki öğretmenler okullarda tahtada, gazeteciler sütunlarında, yazarlar yazdığı eserlerinde işleyerek hazır mamule dönüştürülmesi gerekir. İnsanlarımızın bu mamulleri kullanması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de Erzurumluları tanımak isteyenler için bu derlemenin güzel bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz.
[*] Eğitimci- eposta: ikizkuyu@yahoo.com
[1] M. Zeki Kılıç-Yaşar Atnur, Erzurum Fıkraları, 195 sayfa, II. Baskı, 2006, İstanbul, Dergâh Yayınları, www.dergahyayinlari.com
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce