Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler,
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Şimdilerde öyle gelin kaldı mı diyeceksiniz, ama memleketimizin en bilinen gelin ağlatma türküsüdür bu… Kına gecelerinde gelinin duvağı kapatılır, kız arkadaşları ellerindeki mumları sallayarak bu türküye söyler, akrabalarından birisi de duvağı aralayıp ağlamış mı diye kontrol ederdi. Kız ağlamaktan kendini alınca bu defa kaynana, gelinin elindeki kına tutmuş mu diye bakmaya gelir, kızcağız da bir çeyrek altını görmeden zinhar avucunu açmazdı. Ne zaman kızlar okuma yazma öğrendi, işler karıştı. Evlenmeden evvel müstakbel kocaları ile mektuplaşan gelin kızlar, bu ağlama meselesini zamanla sorgulamaya başladı. Sonra cep telefonları icat oldu, kına gecesinde ağlaşan gelin sayısı iyice azalmaya başladı. Hele şu internet denen lanet çıkınca kına gecelerinin adabı hepten bozuldu. Arkadaşları “Yüksek yüksek tepelere kız vermesinler” diye ellerinde mumlarla döne dursunlar, gelinler neredeyse duvağın altından damat efendiyle chatleşecekler! Zaten düğün orkestraları da artık bu türküyü disko tarzında “çıstak çıstak” çalıyor. Zira şimdiki gelinler, ağlamak bir yana elinde kırmızı mendil, horanın en başında oynuyor. Kına gecesinde gözyaşı döken birisi varsa, o da gelenek yerine gelsin derken çeyrek altını kaptıran kaynana olsa gerek!
TRAKYA TÜRKÜSÜ
Bir Trakya türküsüdür bu aslında… Henüz onbeş – onaltısında olan Rumeli güzeli, uzak köylerden bir delikanlıya varır. Lakin genç adam kızcağıza hoyrat davranmaktadır. Kocasının baskısından bunalan kızımız, çok uzaklarda olan köyüne gidip ailesiyle de hasret giderme olanağından yoksundur. Nihayet hastalanıp yatağa düşer. Durumun ciddi olduğunu görünce köyüne haber salarlar. Ana babası yetiştiğinde genç kadın ölüm döşeğinde bu türküyü sayıklamaktadır.
“Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim,
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim.”
Diye diye gözlerini yumar gider zavallıcık…
HÜRREM SULTAN KESİLDİLER
Dedim ya şimdiki kızlar, bu türkü hikayelerine pek kulak asmıyorlar. TV dizilerindeki mazlum kızlara bile neredeyse enayi muamelesi çekecekler. Öyle bir geçer zaman ki’nin Cemilesi, suçu kendinden menkul Fatmagül’ün meselesi, Kapıcı Kızı Feriha’nın hikayesi filan yeni yetme kızları hiç de germiyor; sanki hepsi birer Hürrem Sultan kesildiler başımıza! Lakin, zahmet edip sorsalar kendi ninelerine, birçoğu iki nesil önce aşrı aşrı memlekete gelin gidenlerin torunları olduklarını göreceklerdir. İşten güçten kafanızı kaldırıp da tabiata çıkma imkanınız oldu mu bilmem. Fırsatınız olduysa görmüşsünüzdür: Tam da kırlarda alabildiğince mahsun, alabildiğince alımlı ve alabildiğince yalnız açmış gelincik çiçeklerinin zamanıdır şimdi… Ömürleri kısacıktır gelinciklerin. Yaz güneşi yükselip bahar yağmurları kesilince yok olup giderler. Yerlerini sivri dikenli çalılara ve fütursuz yoz otlara bırakırlar. Yine de esen her rüzgarda, öten her orman kuşunda, kaynayan her pınarda gelinciklerin acı türkülerini dinlersiniz: “Annesinin bir tanesini hor görmesinler”
İster misiniz, o mahsun gelinciklerden birisinin acıklı öyküsünü anlatayım size…
ŞEYME’NİN HİKAYESİ
Şeyme (Şehime) Makedonya’nın yükseklerinde doğmuş bir Pomak kızıydı. Küçücük köyünde ailesiyle beraber yaşıyordu. Henüz 10 yaşında ya vardı, ya yoktu; köylerini Bulgar çeteciler bastı. Babasını avluda vurdular. Hamile anasının gırtlağını kesip katlettiler. Biri 3 yaşında, diğeri yedisinde iki kardeşi vardı, kimbilir onların akıbeti ne oldu? Eşkiyalardan biri, küçük Şeyme’yi de öldürecekti ki yüzünü görünce vazgeçti. “Sen ne güzel şeymişsin!” diye pis pis sırıtarak atına alıp kaçırdı. Bir gece ve bir gün yol aldılar, nihayet karşılarına yüksek duvarlarla çevrili bir çiftlik çıktı. Porta kapısına dayanıp içeri seslendiler: “Ya besili bir sığır verirsin bize veyahut çiftliği başına geçiririz!”
Çiftlik sahibi, Yakup adında zengin bir Türk beyi idi. “Size iki sığır vereyim, şu zavallı kıza ilişmeyin.” dedi. Sonunda eşkiyalar Şeyme kızı bırakmaya razı oldu.
Çiftlik sahibi, dillerini dahi bilmeyen bu küçük kıza sahip çıktı, kendi evlatlarından ayırmadan büyüttü. Gelinlik çağa getirdi. Şeyme de kendisine kol kanat geren Türk aileye bağlandı, onları katledilen ana babasının yerine koydu.
Nihayet bir gün “mübadele” fırtınası esmeye başladı. Komşulardan birisinden, “Türkiye’ye gidince her haneye bir ev yeri ve tarla vereceklermiş.” diye duyunca Şeyme’yi çiftliğin genç kahyası Mıstık ile evlendirdiler. Böylece hem Şeyme’yi bildikleri bir genç ile baş göz edecekler, hem de iki gence yaşamlarını sürdürecekleri bir olanak sağlayacaklardı. Lakin Mıstık, yakınlardaki bir köyden yanaşma gelmişti. Mübadele komisyonundakiler onu Şeyme’yle birlikte başka bir gemiye bindirdiler. Yakup bey ve ailesi, İzmit taraflarına iskan edilirlerken Mıstık ve Şeymecik ise onlardan habersiz Samsun’a gitmek zorunda kaldı.
Henüz 10 yaşındayken anne ve babasını eşkiyaya kurban veren, kardeşlerinin izini kaybeden Şeyme bu defa da ona sahip çıkan Yakup Bey ve ailesinden kopartılmıştı. Genç kız, ölene kadar onlarla bir daha hiç görüşemedi. Onun içindir ki kına gecelerinde söylenen türkülerde gelinden önce hep o gözyaşı döktü:
“Babamın bir atı olsa binse de gelse,
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse,
Kardeşlerim yolları bilse de gelse…”
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce