Bayram için program yapmayı düşünmeye başladığımızda aklımıza ilk gelen yerlerden biri Sakız Adası olmuştu. Eşimin kış aylarında bile her fırsatta gitmek için heveslendiği ve benim sürekli ötelediğim Sakız Adası; en yakın yurtdışı olanağı oluşu, ulaşım kolaylığı, kültürümüzün yakınlığı ve pırıl pırıl denizi nedeni ile cazibe merkezi olmuştu özellikle İzmirliler için…
ALEV BALABAN/SAKIZ
Daha önce sadece bir gece konakladığımız Sakız Adası’na üç günlük seyahatimiz için tüm rezervasyonların inceliklerini öğrenmiştik artık. Ve beşinci ziyaretimizde kendi arabamızın konforu ile yurtdışına çıkmanın rahatlığını yaşamayı tercih ettik. Sakız Adası’na tekne ile ulaşımı sağlayan iki firmadan biri ile hem bilet, hem otel rezervasyonlarımızı tamamladık. Her zaman olduğu gibi son derece ekonomik rakamlarla gerçekleştirmiştik planlamalarımızı. Tecrübelerimiz araba kiralamak yerine, kendi arabamız ile geçmenin aynı hesaba geldiğini göstermişti bize. Yunan Adası’nın bayram süresince üçte ikisini kaplayan Türk vatandaşlarımız araba ile geçiş şartlarını çok sorduklarından hemen sizlere de bilgi vermek istiyorum; Kendi arabanız ile Sakız Adası’na geçmeniz oldukça kolay. Sadece her sigorta şirketinin yaptığı Yeşil Sigorta’yı arabanız için yaptırmanız yeterli. Bedeli sadece 63 Euro… Sonrası kolay. Zaten adaya yolcu ve araç götüren iki firmadan birinden aldığınız gidiş dönüş biletleri ve pasaportunuz ile yolculuk başlıyor. Sakız Adası’na araçla geçebilmeyi sağlayan bir diğer farklılıkta ehliyetinizde yurtdışı denkliği aranmıyor olması… Yeşil pasaportunuz varsa Sakız Adası vize de istemiyor. Ancak pasaportunuz yeşil değilse eğer Yunan Vizesi ya da Shengen vizesi almak için acentenizden destek alabilirsiniz.
ARAÇ BEKLEMEMEK İÇİN!
Sakız Adası’nda araba olmaksızın gezme şansınız olmadığından, kendi arabanız ile geçmeyecekseniz, tatil öncesi hatta biletlerinizi alırken aracınızı da kiralamanız doğru karar olacaktır. Adaya ilk iki gidişimizde bayram tatili olmamasına rağmen, akşam 17.00 kadar araç beklediğimizi bilirim. Gelelim Ramazan Bayramı tatilimize… Çeşme Limanı’na geldiğimizde her yurtdışına çıkışta yatırmamız gereken 15 TL lik yurtdışı harcını yatırmak üzere firmanın bürosu önünde park ettik. İlk defa böyle bir kalabalık ile karşılaşıyorduk. Sanki Sakız Adası Türk vatandaşları bayram tatili süresince ücretsiz ağırlayacakmışçasına bir kalabalık vardı limanda. Pasaport kuyruğu ise limanın sonuna gelip dayanmıştı. Neyse ki pasaport memurlarının yoğun ilgisi ve seri işleyişleri sayesinde tahminimizden çok kısa sürede pasaport kontrolünden geçmiştik. Ancak aynı rahatlık araba geçiş kuyruğu için geçerli değildi. Eşim uzun bir süre sırada beklemiş, ancak bazı kişilerin işlem yapıp gitmesine rağmen o kadar zamandır memurla iletişim kurmayı bile başaramamıştı. Sonradan anlaşıldı ki, Sakız’a yolcu taşıyan iki firmadan biri – ki bizim ki değil- topluca kendi yolcu ve arabalarının belgelerini memura teslim etmiş ve böylece diğer firmanın yolcuları sadece anlamsızca kuyrukta beklemekten başka yapacak birşey bulamamıştı. Uzun çabalar sonunda arabanın başına gelerek bagajı açtıran memurun onayı ile bekleyişimiz son buldu. Teknenin araba alınan bölmesinin asansörlü olması, henüz işlemleri bitmemiş araçların hiçbir bilet kontrolü yapılmadan tekneye alınması ve saat 11.00 de kalkacak tekneye binecek araçların ehli keyif bir şekilde 9.30 teknesine yine kontrolsüz yerleştirilmesi nedeni ile 1 saate yakın da teknede oyalanmak, sinirleri gerip tartışmalara neden oldu. Ama sonunda Çeşme’ye veda etmeyi başardık.
TÜM SADELİĞİ VE ŞİRİNLİĞİYLE SAKIZ
45-50 dakikalık bir yolculuk sonucu vardığımız Sakız Adası yani CHİOS tüm sadeliği ve şirinliği ile bizleri karşıladı. Pasaport kontrol kuyruğunu gördüğümüz zaman ürpersek de, yetkililerin bizi diğerlerinden ayrı bir yere yönlendirmesi ile mucizevî bir şekilde 10 dakikada pasaport kontrolden çıktık. Şimdi hedef otelimizdi. Bu kez tüm Sakız Adası’na hâkim olan ve genellikle Sakız’a bir kaç kez gelmiş olanların tercih ettiği Chandris Oteli değil, adanın güney tarafında ve limanın hemen arkasındaki denize bakan Gracien Castle Oteli tercih etmiştik. Yeşil bir bahçeye sahip olması, havuzunun da bulunması, merkeze yakın ve deniz kenarında olması tercih sebebimizdi. Görsel olarak otel gözümüze hitap etse de, denizi gören sadece 2 odasının bulunması ve onların da dolu olması hayal kırıklığımız oldu. Taş duvarları ve Pyrgi Kasabası’nın ön cephe işlemelerini andıran görsellerle süslenmiş otelimizde, zakkum çiçekleri ile bezenmiş bahçeye bakan birinci kattaki odamıza yerleştik. Oldukça sade ancak temiz ve tüm ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz bir odaydı. Ve 3 gece 4 gün sürecek olan bayram tatilimize böylece start verdik.
İLK DURAK EMPORİOS
Rotamızı ilk gün için güneye çevirdik. Adanın güneyinde Pyrgi’nin limanı olarak bilinen Emporios’a doğru yola çıktık. Bu şirin yerleşim alanı, liman köyü olması nedeni ile zengin bir köy olarak tarihe geçmişti. En önemli özelliği ise hemen yanındaki volkanik siyah taşlı MAVRA VOLİA plajıydı. Kısa bir mesafe yürüdükten sonra bu volkanik taşlarla kaplı plaj, tertemiz denizi ile kamaştırdı gözlerimizi. Volkan patlaması sonucu oluşan bu siyah çakıl taşlarından bezeli plaj turistlerin yoğun ilgisini çekiyordu. Hemen buz gibi sulara girip bir serinledikten sonra yolumuza devam ettik.
PYRGİ
Sakız Adası’na gidenlerin görmeden dönmemesi gereken üç yerden biri olan Pyrgi’ye doğru yola çıktık. Daha önceki gelişlerimizde de gittiğimiz PYRGİ’yi, bu kez adaya birlikte geldiğimiz arkadaşlarımıza göstermek amacı ile bir kez daha ziyaret ettik. Pyrgi merkezin 25 kilometre güneyinde, sıva üzerine siyah geometrik şekillerin işlendiği el oymacılığı tekniği ile yapılmış evlerden oluşan küçük bir köy. ‘Xysta’ adı verilen kazıma tekniği ile birbirinden farklı şekiller verilen evlerin cepheleri adeta bir tablo havası veriyor köye. Döşeme taşlı daracık sokak aralarındaki küçük kiliseler, meydandaki 13. yüzyıldan kalma St. Apostles Bizans Kilisesi köye uyum sağlayan geometrik şekilli duvar dekoru ile ziyaretçileri büyülüyor. Köyün hemen girişine arabanızı park ettikten sonra Pyrgi’nin dar, adeta terk edilmişçesine sessiz sokaklarında gezerken, kurutulmak amacı ile bir kolye gibi ipe dizilmiş domatesler iştahınızı kabartıyor.
OLYMPI
PYRGİ den Mesta’ya giderken yolda OLYMPI tabelası dikkatimizi çekti. Yola çıkmadan internetten şöyle bir göz attığımda adada 4 büyük mağara olduğunu okumuştum. Bunlardan Olympos’ta işte bu köyde idi. Köyden 5 kilometre uzakta olan mağara, girişinde bar ve hediyelik eşya mağazası ile bize karşıladı. Bazı uzmanların «jeolojik cennet» olarak adlandırıldığı, Avrupa’nın en eski jeolojik tabakalarının, muhteşem yer tabakası çatlakları ve çok sayıda karstik şekillerin bulunduğu mağara, meraklıları için görülmeye değerdi. Pazartesi hariç saat 11:00-18:00 arası girilebilen mağara, sizi adanın sıcak ortamından yeraltının serinliğine taşıyacak.
MESTA
Merkeze 35 kilometre uzaklıktaki 14. yüzyılda kurulmuş bu antik ortaçağ köyü ise çok daha farklı havası ile karşılıyor ziyaretçilerini. Ceneviz istilasından kurtulmak için surlar içine kurulan ilk köylerden biri olan Mesta, günümüze kadar yapılarını korumayı başarmış. Birbirine bitişik evlerin özellikle tahta kapıları ilginizi çekebilir. Evler arası bağlantı kemerleri, tüneller Mesta’ya gizemli bir hava katıyor. Köyün meydanında hediyelik eşya dükkânı, çay bahçeleri ve dondurma alabileceğiniz ortamlar küçük sergilerle de renkleniyor. Köyün 1881’de gerçekleşen korkunç depremi sağ salim atlatabilmiş olması da köylülerin mimari tarzı ve yaşam tarzları koruyabilmiş olmalarını sağlamış. Merkezindeki Taxiarchis Kilisesi tahta ikonları ile ziyaretçileri etkiliyor. Köyün meydanında oturup bir şeyler içmesek bile, dondurmasını yemeden edemedik. İlk gün için yoğun bir tempo idi… Adanın güneyini ve tarihi yerlerini bir gün içinde tamamlamış olmanın rahatlığı ile otelimize döndük. Otelin havuz başına yemeğimizi canlı müzik eşliğinde yedik. Ertesi gün artık adanın kuzeyindeki güzel koylarda denize girme sevdası ile günü sonlandırdık.
DENİZE GİRMEYE DOYAMADIK
Güzel bir kahvaltının ardından ikinci gün adanın kuzeyine doğru yola çıktık. Adanın merkezindeki meydanda soğuk bir şeyler içtikten sonra ilk durağımız tabi ki yel değirmenleri oldu. Cenevizliler zamanından kalma yel değirmenlerinin orada, bizi yakaladığı ahtapotu taş zemine sürte sürte temizlemeye çalışan bir adalı karşıladı. Tabi ki adı Yorgo idi… Kısa bir sohbetin ardından kilosunu adada 10 Euro’ya alabileceğiniz kalamarı doğal, güneşte kurutulmuş olarak yemeğe hazırlamanın en lezzetli yol olduğunu öğrendik. Buraya gelip deniz ürünleri yemeden olmazdı tabi ki… Akşam yemek yiyebileceğimiz en güzel yerlerden birinin değirmenleri gün batımında muhteşem heybeti ile görme fırsatı veren, hemen arkamızdaki FISH Taverna olduğunu öğrenerek yolumuza devam ettik. Artık akşam doya doya kalamar, karides ve ahtapot yemek için şimdiden sabırsızlanır olmuştuk. Bu arada sözü gelmişken açıklamak isterim; Taverna bizlerin bildiği gibi yemek yenip Sirtaki oynanan yer anlamına gelmiyor. Aslında restaurant demekmiş. Tabi özellikle hafta sonları buzuki eşliğinde müzik mevcut çoğu yerde. Ama hafta içi maalesef yok. Sadece sahibi Türk olan restoranlar bayram tatili nedeni ile müşteri çekmek için özel program yapmışlardı bilginiz olsun. Rotamızı tekrar adanın kuzeyine çevirdiğimizde yol boyu tertemiz deniz bir süre bize eşlik etti. Daha sonra dağların arasındaki virajlı yollarda ilerledik. Ardından önümüze çıkan bir koyda durmadan edemedik. Yol açmak için patlatılan kayaların düşecekmişçesine durduğu dağın aşağısındaki plaj, denize akan dağ suyunun soğuttuğu tertemiz denizi ile meraklılarını bu koya çekmeyi başarmıştı. Girişi ücretsiz olan bu koyda şezlong kiralamak isterseniz 2 Euro. Adada sudan bile nerede ise ucuz olan soğuk biralarından içmek isterseniz 1,5 Euro. Lafı gelmişten adanın en meşhur biraları Fresh Chios Beer..
LANGADA KÖYÜ
Buz gibi denizde serinledikten sonra yol boyundaki bütün koy ve balıkçı köylerine girerek ilerledik. Hepsinin temel özelliği şirin sahil kasabaları olmaları ve deniz kenarındaki restoranları ile sizi cezbetmeleri idi. Bu köylerden birinde su almak için girdiğimiz market sahibinin kasanın yanında duran Uzo’sunu yavaş yavaş yudumlayarak içmesi ve bizi uğurladıktan sonra siestaya çıkması da bizleri gülümsetti. Tam bir keyif adamıydı bu adalılar. Köylerin en keyiflilerinden biri, adanın 16 kilometre kuzeydoğusundaki LANGADA idi. 17 Eylül’de Azize Sophia için büyük kutlamalar yapan bu köy, rıhtımda kurutulmaya bırakılan ahtapotları, tahta sandalyeli restoranları ile görülmeye değer olan yerlerden biri. Bir diğeri ise KARDAMYLA.. Merkezden 28 kilometre kuzeydeki bu eski köy, eski ve yeni olarak ayrılıyor. Diğerlerine göre büyük. Rıhtım Meydanı’ndaki Kardamyla Gemici Heykeli, bazı Yunanlı tarihçilerin doğduğu yer olması itibari ile de önemli. Sakız ‘a ilk gelişimizde bu bölgedeki bir Türk kızının otelinde kalmış ve Türk misafirperverliği ile ağırlanmıştık. Böylece ikinci günü de bitirerek soluğu güneşin batımının ardından yapılan ışıklandırma ile bambaşka bir havaya bürünen, yel değirmenlerinin yanındaki restoranda aldık. Son derece sıcak bir karşılamanın ardında ızgarada pişmiş ahtapot, kalamar, güveçte karides, tabi ki Uzo ile enfes bir akşam yemeği yiyerek günümüzü tamamladık. Parlament mavisi gökyüzünün deniz ile birleştiği noktada görünen Çeşme’nin ışıkları da, ayrı bir keyif verdi bizlere. Yalnız Sakız Adası’nın ahtapotları herkesi cezbetmeyebilir. Izgara olduğu takdirde biraz elastiki ve sert bulabileceğiniz ahtapot arzu ederseniz haşlanmış ve yumuşak tarzda da servis edilebiliyor. Ama tabi bu şekli ile Türkiye’de de yemeniz mümkün. Fiyatlar mı? Gayet uygun… Hem deniz ürünleri hem alkol fiyatları gerçekten çok keyifli. Ama balıklardan uzak durmanız şartı ile gülümseyerek akşamınızı sonlandırabilirsiniz. Balığı da Türkiye de doya doya yersiniz artık…
VE TATİLİN 3. GÜNÜ
Tatilin son gününde aslında amacımız üçüncü gelişimizde konakladığımız, merkeze güney yönünde 7 kilometre uzaklıkta olan KARFAS Bölgesi’nde denize girmekti. Alışveriş merkezinden içecek bir şeyler aldıktan sonra Karfas ‘a vardık. Durum içler acısı idi. Daha önce denize girmeye doyamadığımız Karfas, pislik içinde adeta bir halk plajına dönüşmüştü. Sahildeki çay bahçesi bile terk edilmiş bir virane haline gelmiş, denizin tadı kaçmıştı. Evet kalabalıktı. Ancak bir gün önce adanın kuzeyindeki pırıl pırıl koyları gördükten sonra, burada denize girme şansı yoktu. Bizde rotamızı dağdan inen soğuk sular nedeni ile buz gibi olan koya çevirmişken soluğu adını çok duyduğumuz LİTHİ ‘ de aldık.
İyi ki de almışız…
LİTHİ
Merkezden 23 kilometre uzakta batı kıyısında yer alan dağlar arasındaki bu koy, bizleri büyüledi. Burası diğer yerlerin aksine kıyıdan uzaklaştıkça ancak derinleşen, kum denizi, boydan boya kumsalı, deniz kenarında ve kum üzerinde konuşlanan restoranları ile adeta bir cennetti. Görünen o ki bu cenneti biz geç keşfetmiştik. Zira kumsalda herkes Türkçe konuşuyordu. Anlaşılan adayı bayram nedeni ile istila eden Türkler, Yunanlılara güneşlenmek için alan bırakmamışlardı. Taze balık, kalamar ve ahtapotun yanı sıra ıstakozları ile meşhur olan LİTHİ de gün batımının da muhteşem olduğunu öğrendik. Tüm günü LİTHİ’ de geçirdikten sonra, adanın ortasında ve dağlık bölgede yer alan Anavatos ve Avgonyma’ dan geçerek, bir gece önce yemek yediğimiz restoranımıza geldik. Son gecemiz olduğu için lezzet konusunda riske girmek istemedik ve aynı yeri tercih ettik. Bu kez kabak ve patlıcan kızarma da söyleyerek, oldukça büyük dilimlenmiş, görünümü hiç sebzeyi andırmayan ancak yoğurt ya da sosla değil, sade ikram edilen kızartmaların ve favanın da tadına vardık. Otele dönüş yolunda yol kenarındaki chapeller dikkatimi çekti. Her Yunan adasında olduğu gibi burada da yol boyu minik chapaller vardı. İçine mum yakılan bu küçük kulübeler, orada trafik kazasında vefat edenlerin yakınları tarafından yapılıyor. Ancak bu kulübelerin fazlalılığı da yayalara son derece kibar davranan ada halkının, araba kullanmada aynı özeni göstermediğini düşündürüyor. Sakız’da hiç yabancılık çekmedik. Nerdeyse herkes Türkçe konuşuyordu. Anlaşılan o ki ekonomik krizde olmalarına rağmen siestalarından asla feragat etmeyen Yunanlıları düzlüğe çıkarmak için, özellikle İzmirliler kolları sıvamıştı.!… Dağı taşı sakız ağacı olan bu güzel ada, el yapımı şaraplar, likörler, rokfor peyniri, birbirinden farklı reçeller, dondurmaları ile ünlüydü. Adadan ayrılmadan önceki gün tabi ki sahile çok yakın olan, ara sokaktaki hep alışveriş yaptığımız Kopakhz Mapınoz adlı dükkânın sahibi Rena’dan alışveriş yaptık. Sakızla aramız pek hoş değil. O nedenle mandalina ve turunç reçelini tercih ettik. Çok sevdiğim çam fıstığı reçelinin ise, bu sene hava muhalefeti nedeni ile pey üretilememiş olmasına da üzüldük. Reçel dükkânında 3 vapuru ile geçecek olan Türk Grubu ve kaptanı görünce bizde biletimizi 18.00 dan, 15.00 a aldık. Zira 3 gün bize yetip te artmıştı bile. Gelişimizin aksine son derece sakin bir yolculuk ile Çeşme’ye ulaştık. Tanıdığım her 10 kişiden 4 ünün Sakız Adası’nda olduğu bu bayram tatili bana şunu gösterdi. Daha ikinci gidişimde ‘Gezecek yer kalmadı’ sandığım Sakız Adası’nda bu kez de yeni yerler keşfetmenin hazzını yaşamıştık. Şimdi sırada ne mi var? Bir daha ki sefere adanın kuzey batısını tamamlamamız ve dağ köylerini gezmemiz gerek. Kiliseleri ve camilerini tam ziyaret etme fırsatı bulamadığımız Sakız Adası, eminim Eylül ayında daha da keyifli olacaktır. Tabi roket Savaşlarının gerçekleştiği bahar ayında da bir kez gitmek gerekir. El çantanızdan sağlık, huzur ve seyahat etme isteğinin eksik olmaması dileği ile…
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
2 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
2 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce