DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BITCOIN 34546755.12609%
İzmir
16°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

Balkan Günlüğü Editör

Balkan Günlüğü Editör

22 Aralık 2024 Pazar

    Balkan Uluslarının Milliyetçiliğine eleştirel bir bakış

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarihsel Süreç-Ulusal Kimliği ve Milliyetçiliği Oluşturan Etkenler

    Balkan coğrafyasının etnik açıdan bir mozaiği andıran yapısı ve Fransız İhtilali’nin getirisi olan milliyetçilik kavramının bölgede yol açtığı patlama, Osmanlı Devleti yönetimi açısından büyük bir tahribat yaratmıştı. Bölgeye tarihsel perspektiften genel olarak bakıldığında; en uzun istikrar döneminin barış, hoşgörü ve kardeşlik gibi temel insani değerlerin ışığı altında Osmanlı Devleti zamanında yaşandığı görülmektedir. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık mücadelesi veren Balkan ulusları, 20.yüzyılda ise kendi aralarında savaşarak bu girişimlerine devam etmişlerdir. Soğuk savaş dönemi göreli bir istikrar sağlasa da “Demir Perde” ortadan kalktıktan sonra, söz konusu uluslar yine birbirlerine girmişlerdir. Balkanlı halklar, Osmanlı döneminde yaşadıkları huzuru ve rahatı bir daha bulamamışlardır.

    Balkanları çatışma sürecine iten nedenlerin başında “milliyetçilik” olgusu gelmiştir. Milliyetçiliğin yurtseverlik ekseninden çıkıp, “büyüklük” idealleriyle birleşmesi aşırılılıkları da beraberinde getirmiştir. Balkan uluslarının en büyük açmazları da burada ortaya çıkmaktadır. Küçük ulusların büyüklük kompleksleri, irredentist/yayılmacı politikalara yol açarken; bu politikaların olumsuz sonuçlarına yine ulusun kendisi katlanmak zorunda kalmıştır. Tarihsel süreç içerisinde Balkanlar’da hemen hemen her milletin bir büyüklük ideali olmuştur. Ne var ki, ‘düşünce’ ile ‘fiiliyat’ arasındaki tutarsızlık; hayal kırıklıkları ve felaketleri de beraberinde getirmiştir. Realizm ve yurtseverlik temelinde şekillenmeyen bu milliyetçi anlayışların tarihsel hezimetlerine son iki yüzyılda birçok defa tanıklık edilmiştir.

    Balkanlar her ulusun barınabileceği bir bölge değildir. Zira “burada barınabilen dünyanın her yerinde barınır” önermesi kanaatimizce doğruluk değeri taşımaktadır. Etnik iç içe geçmişlik, katı milliyetçi refleksler, dış güçlerin bölgeye müdahaleleri ve kendilerine birer uydu edinmeleri, ekonomik anlamda kalkınamamışlık gibi hususların bir araya gelmesi bölgesel çatışmaların alt zeminini oluşturmuştur. Sorun özü itibariyle, Balkan uluslarının Osmanlı Devleti’nin zamanla çekilmesinin ardından ortaya çıkan otorite boşluğunu ve anarşik atmosferini, işbirliği için bir fırsat olarak görmek yerine; “sıfır toplamlı” bir denkleme indirgeyip çatışma için gerekçe olarak algılamalarıdır. Etnik dağılımın dengesiz olması ise Balkan uluslarının öz kültürlerine sıkı sıkıya bağlanmalarına neden olmuş ve farklı aktörlere karşı savunma içgüdüsüyle hareket etmelerine yol açmıştır. Hâlbuki aynı halklar, Osmanlı egemenliğinde kültürlerini serbestçe yaşayabilme imkânına sahip olduklarından, böyle bir kaygı taşımamaktaydılar.

    Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını almaya çalışan Balkanlı ulusların o dönem itibariyle milliyetçi tutumlarına baktığımız zaman, haklılık temelinde şekillendiği söylenebilir. Kendi geleceğini tayin etme, özgürlük ve bağımsızlık gibi hususlar Balkan uluslarının 19. yüzyılda başlıca talepleri olmuştur. Bunlar her ulusun doğal istekleri olarak değerlendirilse de, yaşanan süreç masumane bir şekilde cereyan etmemiştir. Sorun, söz konusu milletlerin bağımsızlık sürecinde kutsal bir davayı yürüten sujenin asil ve haklı eylemlerinden ziyade; birer çapulcu, yağmacı gibi hareket etmeleri noktasında düğümlenmektedir. Bunun örnekleri bölgedeki sivil Türklere yönelik yapılan baskın ve tecavüzlerde net bir biçimde görülmüştür. Bu noktada denebilir ki, isyancılar bağımsızlık mücadelelerinde “özgürlük savaşçısı” edasıyla değil; adeta terör örgütü militanları gibi hareket etmişlerdir. Diğer bir deyişle, isyancılar bağımsızlık savaşıyla tedhiş hareketleri arasındaki ayrımı görmezden gelmişler, tabi oldukları otoriteden ve onun asli tebaası olan Türklerden intikam alma içgüdüsüyle hareket etmişlerdir. Ayrıca, isyanların sonucunda kazanılan bağımsızlıklar yürütülen haklı bir davanın zaferi değil; başkalarının hediyesi sonucu elde edilmiştir.  

    Balkan uluslarının ulusal kimliklerinin ve milliyetçilik anlayışlarının şekillenmesinde din unsurunun büyük bir etken olduğu açıktır. Bu süreçte dini kurumlardan önemli ölçüde faydalanılmıştır. Bunun yanında Hıristiyan din adamlarının birer militan gibi hareket ettiklerinin altını çizmek gerekir. Bölgenin Ortodoks Hıristiyanlarında milliyetçilik anlayışının daha kuvvetli ve irredentist olduğu gözlemlenirken; Katoliklerde Ortodokslara oranla daha ılımlı bir hava hâkimdir. Türkler ve diğer Müslüman topluluklarda ise Osmanlı’nın mirası olan insani değerlere sahip çıkma ve ‘ihtiyatlı bir şekilde bir arada var olma’ arzusunun ön planda olduğu söylenebilir. Yine Balkan halklarının ulusal kimliklerinin şekillenmesinde,  “Balkan” kimliğinin açık bir biçimde reddedilmesinin de etkisi vardır. Bölgede -Türkler ve Bulgarlar dışında- hemen hemen bütün halklar “Balkanlı” kimliğini aşağılayıcı bir sıfat olarak kabul etmektedir. Bağımsızlık hareketleri, 1913 Balkan Savaşları, 1993 Yugoslavya’nın parçalanma süreci ve bunların ortaya çıkardığı sonuçlar uluslar arası ilişkiler terminolojisine “balkanlaşma” kavramının girmesine neden olurken; yine bu gerekçelerden dolayı bölge insanları “uygar Batı” (!) tarafından Batı’nın içindeki Doğulular olarak nitelendirilmekten kurtulamamışlardır. Kendilerine yönelik bu yaklaşımlara rağmen, Balkanlıların öz kimliklerini reddetmeleri trajikomik bir tutumun yansımasından başka bir şey değildir. Bu halklar Batı’ya karşı ‘aşağılık psikolojisi’ içindeyken; aynı bölge içerisinde yaşadığı unsurlara karşı ise ‘üstünlük kompleksi’ ile hareket etmektedir. İşte bu durum; bölge aktörlerini, “aşağılık” psikolojisi içindeyken “büyük bir ağabeyi” örnek almaya, “üstünlük” psikolojisi içindeyken de bölgede komşularını ve ötekileştirdiklerini (bu unsur başta Türkler ve diğer Müslüman gruplardır) ezmeye yöneltmiştir.

    Balkanlı halkların ulusal kimliğini oluşturan bir diğer önemli unsur da Türklerdir. Türklerin Batı’ya doğru genişlemeleri Balkan halklarını harekete geçirmiş; ancak durdurmaya yeterli olmamıştır. Aslı itibariyle, bölgeye yabancı olmayan Türkler; Bulgar, Peçenek ve Kuman (Kıpçaklar) Türklerinin ardından Oğuz Türklerinin de ‘İskân Politikası’ kapsamında bölgeye gönderilmesiyle, demografik dengeleri kendi lehlerine çevirmişlerdi.[1] Daha genel bir ifadeyle, Türkler bölge halkları kadar bölgede eski ve kökleri olan bir kavimdir denebilir. Uzun bir zaman Türklerin yönetimi altında kalan Balkan ulusları, 19. yüzyılda bölge dışı devletlerin destekleriyle Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık mücadelesine girişmişlerdi. Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik kavramı, Osmanlı Devleti gibi çok uluslu imparatorluklar üzerinde olumsuz sonuçlar yaratmıştı. Bölgede devlet otoritesinde zafiyet belirtileri ortaya çıkarken, Türk ve Müslüman nüfusa yönelik insanlık dışı eylemler kendisini göstermiştir. Bunun sonucu olarak, Rumeli’den Anadolu’ya doğru geçmiştekinin aksine bir göç hareketi yaşanmıştır. Ancak Osmanlı Devleti döneminde Balkanlar’a yerleşen Türkler, İslamiyet’i de bölgeye taşımış; Arnavutların ve Boşnakların da Müslüman olmalarıyla iki doğal müttefik kazanmışlardır. Bu iki topluluğun da zamanla diğer unsurlarca ötekileştirilmek istendiğini vurgulamak lazımdır. Kısacası, Balkan uluslarının kimlik oluşumunda bölgede yüzyıllardır süregelen Türk hâkimiyetinin yanı sıra, günümüzde dahi bölgede bulunan hatırı sayılır oranda Türk/Müslüman nüfusun[2] önemli etkisi bulunmaktadır.  

    Günümüzde Balkan Milliyetçilikleri

    Balkan ulusları, yukarıda genel olarak çizilen karakteristiği günümüzde dahi muhafaza ediyor olsalar da; zamanla dönüşüm yaşadıkları muhakkaktır. Balkanlılar, bağımsızlık hareketlerine giriştiklerinde Batılılar için birer taşeron iken; 1913 ve 1993’te bölgede yaşananlarla birlikte barbarlığın ve geri kalmışlığın timsali olmuşlardır. Balkan uluslarının bu sıfatlarla eşdeğerde görülmesi için çok sayıda gerekçe vardır. Ancak, başka birçok alanlarda olduğu gibi burada da Avrupa’yı örnek almışlardır. Diğer bir deyişle, bölge insanları barbarlığı Avrupa’dan ithal etmişlerdir. Avrupalıların kimliksel ve düşünsel bağlamda Balkan imgelemesi bu çerçevede şekillense de; öte yandan reel politik eksende Balkanlılara kucak açmak zorunda kalmışlardır.  

    Soğuk savaş döneminde sosyalist ideoloji, bölgeye göreli bir istikrar getirmiştir. Bu dönemde etnik hesaplaşmalar güncelliğini yitirmiş olsa da; tam anlamıyla ortadan kalkmamıştır. Bu geçici istikrar döneminde dahi, Balkan Türkleri ve Müslümanları için göç olgusu geçerliliğini korumuştur. İki kutuplu sistemin çözülüşüyle birlikte uluslararası sistemde meydana gelen yapısal değişim, bölgesel anlamda bir çözülme/değişim sürecini de beraberinde getirmiştir. Bu yeni süreçte kimi devletler kanlı bir şekilde dağılırken; kimileri de yapısal reformlar yapma yoluna gitmiştir. Bölgede yeni dönemde ortaya çıkan etnik hesaplaşmalar, sadece totaliter devletlerce bastırılmış etnik kimliklerin, küreselleşme sürecinin etkisiyle kendilerini yeniden ifade etme istemleriyle açıklanamaz. Etnik bir volkanı andıran bölge için böylesi hesaplaşmalar, tarihsel birikime sahip olağan bir durumdur.

    Tarihsel deneyimler göstermiştir ki; Balkanlar hâkim bir otoritenin altında olmadan, kaynayan bir kazanı çağrıştırmaktadır. Farklı bir ifadeyle, bölgenin istikrar çizgisinde olması egemen bir gücün varlığına bağlıdır. Kısmen de olsa Osmanlı Devleti ve Sovyetler Birliği bu görevi başarıyla yerine getirmişseler de;  bölgeye damgasını vuran Osmanlılar olmuştur. Todorova’ya göre, günümüz Balkanlar’ı Osmanlı Devleti’nin mirasıdır.[3] Soğuk savaş sonrası dönemde Bosna Hersek ve Kosova örneklemlerinde yaşanan gelişmeler Batı’nın müdahalesini zorunlu kılmış; bölgede istikrarın yeniden tesisi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem itibariyle, Balkanları “kazanan aktör” olarak Avrupa Birliği göze çarparken; Osmanlı Devleti ve Sovyetler Birliği’nin veliahtları olan Türkiye ve Rusya bölgede manevra kabiliyetini önemli ölçüde kaybetmişlerdir.

    Avrupa Birliği, Balkanlara açılma stratejisi kapsamında bölge ülkelerine üyelik perspektifleri vermiş ve bu süreçte gerekli reformları yerine getirebilecek liberal hükümetleri desteklemiştir. Yeni dönem bölge siyasetinde milliyetçiliğin ve iki kutuplu sistemden kalma sosyalist-milliyetçi anlayışın etkisi ülkeden ülkeye değişim göstermiştir. Genel olarak, milliyetçiliğin Avrupa Birliği üyelik sürecinde içe kapanık, pasif bir hale getirildiği görülmektedir. Ne var ki, söz konusu durum milliyetçiliğin tasfiye edildiği anlamı da taşımamaktadır. Zira Balkanları Balkanlar yapan husus, milliyetçi ideolojinin varlığıdır.

    Diğer taraftan Balkan milliyetçiliği için yeni bir paradoks kendisini göstermektedir: Avrupa Birliği’ne girmeye can atan Balkan halkları ve bu halkların milliyetçi taraftarları. Mesele grupların kimliklerini nasıl ifade ettikleriyle yakından ilintilidir. Hıristiyanlık ortak paydasında yükselen ve ekonomi-politik zaruretlerle ayakta duran AB, Balkan ülkelerine açık kapı bırakırken bir nevi Balkan kimliğini kendi değer yargıları içerisinde içselleştirmeye çalışmaktadır. AB’nin bu politikası sonucu Katolik-Ortodoks ayrımının anlamını kaybettiği görülmektedir. Bu durum salt kimlik olgusuyla değil, yeni dünya düzeninin gerekleri de hesaba katılarak açıklanabilir. Balkan ulusları ise kimliksel olgudan ziyade ekonomik gerekçelerden dolayı AB üyeliğine sıcak bakmaktadır. AB üyeliğine pragmatik bir perspektiften bakmaya çalışan Balkan milliyetçileri, devletin egemenlik yetkilerinin kısıtlandığı noktasında karşı çıkmaktadırlar. Bunun yanında üzerinde durulması gereken bir diğer soru da hangi milliyetçi anlayışın kendi milleti dışında bir otoriteye boyun eğeceğidir. Bunun çözümü biat etmekte değil; ettirebilmekte yatmaktadır. Avrupa Birliği’nin, Osmanlı Devleti ve Sovyet Birliği’nin yanlışlarından ders alması gerekmektedir. Aksi halde, sorunlu bir bölge Birlik için sorun olmaya devam edecektir.

    Yeni dönemde bölge milliyetçilerinin etnik sorunlar üzerinde daha fazla yoğunlaştıkları görülmektedir. Bulgaristan’da, Bosna Hersek’te, Kosova’da, Batı Trakya’da ve Sancak’ta bunun bariz örneklerine rastlanmaktadır. Bu bölgelerin dikkat çeken özelliği Türk ve Müslüman grupları barındırmasıdır. Genel bir ifadeyle denilebilir ki, Balkan milliyetçiliği yeni dönemde dahi Türk-Müslüman karşıtlığı temeline dayanmaktadır.  

    Değerlendirme

    Balkanlarda geniş bir altyapıya sahip olan milliyetçilik olgusu, Fransız İhtilali ve sonrasındaki sürece bölgenin kaderine damgasını vurmuştur. Büyüklük idealleri, Balkan kimliğinin reddi, din olgusu, aşağılık-üstünlük kompleksleri, bölgede ötekileştirilen unsurlar olan Türk-Müslüman karşıtlığı gibi etkenler üzerinde şekillenen Balkan milliyetçiliği, yeni dünya düzeninde değişim/dönüşüm sürecinin içerisine girmiştir. Günümüzde dahi, milliyetçilik bölgede popülaritesini kaybetmemiş; ancak bastırılmış ve pasif bir görünüme kavuşmuştur. Bunda AB üyelik perspektiflerinin önemli ölçüde etkisi bulunmaktadır. Önümüzdeki süreçte, bölgedeki Hıristiyan unsurların kimliğinin ve milliyetçilik anlayışlarının şekillenmesinde dışsal bir unsuru olan Türk-Müslüman karşıtlığının önemini koruyacağı anlaşılmaktadır.      

    ————————————————————————————————————————-

    * Kader Özlem, Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve BAL-GÖÇ Genel Sekreter Yrd., kaderozlem@gmail.com

    [1] Osmanlı İmparatorluğu’nun dini temelde şekillenen bir devlet olduğu göz önüne alındığında; nüfus değerlendirmeleri açısından esas ölçüt olarak kabul edilmesi gereken unsur, Müslüman tebaanın durumudur. Ne var ki, söz konusu durum Müslüman örnekleminde de değişmemekte;  Müslümanlar demografik olarak çoğunlukta bulunmaktaydı. Daha detaylı bilgi ve istatistikî veriler için bkz. Yıldırım Ağanoğlu, “Osmanlı’dan Rumeli’ye Balkanların Makûs Talihi Göç”, İstanbul: Kum saati Yayınları, 2001, s. 42–43.  

    [2] Türklük ve Müslümanlık kavramları birbirinden farklı olsa da, başta Sırplar olmak üzere bölgedeki diğer gruplar için de bu iki kavramın birbirine eş değerde tutulduğu gözlemlenmektedir. Ancak bunun istisnai durumları da mevcuttur: Müslüman bir Arnavut, Türk olarak algılanmazken; Türk olmayan Müslüman Boşnak, bir Sırp’ın gözünde Türk’tür.  

    [3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Maria Todorova, “Balkanları Tahayyül Etmek”, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003; Kader Özlem, “Maria Todorova’nın Çözümlemesinde Balkanlara, Türklere ve Batılılara Kavramsal, Siyasal ve Kültürel Yaklaşım”, Balkanlarda Türk Kültürü, Sayı:61, 26–27.