26 Temmuz 2024 Cuma
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Daha çocukluğumun ilk yıllarından muhacir bir Giritlinin torunu olduğumu öğrenmiştim. Rahmetli babam İbrahim Bekraki’nin dilinden Girit hikâyesi ve bir zamanlar Adada yaşanan acı olaylar hiç eksik olmuyordu.
Daha çocukluğumun ilk yıllarından muhacir bir Giritlinin torunu olduğumu öğrenmiştim. Rahmetli babam İbrahim Bekraki’nin dilinden Girit hikâyesi ve bir zamanlar Adada yaşanan acı olaylar hiç eksik olmuyordu. Belli ki feci hatıralarla sızlayan İbrahim beyin beyninde büyük bir dert vardı ki o da Müslüman Giritlilerin hikâyesinin hafızalardan silinmemesi ve kaybolmaması gereği idi. İşte bu dava bizlere her gün adeta onu hatırlatmakta ve O ulu davanın tüm ayrıntılarını beynimize kazımaktaydı!
“Bizler, yani Müslüman Giritliler, büyük bir haksızlığa uğramıştık… O zamanın büyük devletlerinin oyununa gelip, vatanımız olan Girit’te bir iç savaş içine girmiş olduk… Bu savaşta çok can verdik, mal mülk kaybettik, büyük zararlara uğradık… Bütün bu zulüm ile yetinmeyip toprağımızı elimizden aldılar, sonra da bütün dünyaya gönderip bizi dağıtmışlardı” derdi Rahmetli babam.
Dedem olan Abdülhamit Ağa ve yandaşları, Osmanlı askerlerinin yanında savaşmışlardı… Vatanımızı kaybetmemek için bu çirkin ama gözlerinin önünde bulunan tek yolu seçmişti büyüklerimiz… Ama sonuç olarak kaybedilen sadece anavatanımız değil, ailelerimizin bütünlüğünü ve devamlılığını da kaybettik! Kandiye şehrinde en büyük ailelerden biri olarak bilinen Bekraki ailesinden Lübnan’a gelen sadece Abdülhamit Ağa ve o zamanki tek çocuğu deden Ali Bekraki ulaşabilmişlerdi. Ya Bekraki ailesinin diğer fertleri ne oldu? Neredeler simdi? Adları nedir? Soyadları nedir? Hayatlarını ne şekilde sürdürüyorlar? Onlara nasıl ulaşabiliriz? 100 yıldan sonra ulaşmanın manası ne kadar anlamlı olacak onlar için?
Bu gibi soruları arda arda kendi kendine yönelten rahmetli babamın gözleri dolup şu şekilde bitirirdi konuşmasını: “O zaman, büyük devletlerin tek bir derdi vardı… O da Avrupa kıtasında yaşayan Müslümanları yok etmek ve Osmanlı Devleti’nin hükmünden kurtulmaktı… Bunu gerçekleştirirken de, bizim göz yaslarımıza bakmadılar… Acımasızca katliamlara uğramamıza müsaade ettiler… Osmanlı’nın önünde tek bir çare vardı o zaman: ya bizi ölümle karşı karşıya bırakacak, ya da suç işlemiş insanlar gibi teknelere bindirip kendi evimizden kaçıracaktı… Aslında, canımız o şekilde kurtulmuştu… Ama Osmanlı yönetimine bir sitemimiz var… Onu söylemeden de geçemeyeceğim… Bizi neden dağıttılar? Niçin ayrı ülkelere ve ayrı coğrafyalara göndermişler? Bir kelime Arapçası yok olan bu insanları neden Arap ülkelerine gönderilmişler?”
Babamın soruları bitmiyordu… Bir yandan cevap ararken, diğer yandan da acısını durmadan dile getiriyordu aslında… Lübnan’a gelen ilk ailelerin korkularını anlatırdı. Tamamen yabancı bir toplumun arasına düşmenin ne kadar zor bir şey olduğunu söylerdi. Ama bütün bu acılara ve feryatlara rağmen, “Muhacir olmak bizim için bir onurdur” derdi. “O şerefe nail olduğumuz için mutluyuz, sizlerin de bundan dolayı gurur duymanız gerek” diyordu. Bir Giritli muhacirin duruşu her zaman Dimdik olmalı, onurundan ve şerefinden hiç bir zaman taviz vermemeli derdi. İdeallerimizden taviz verecek bir toplum olsaydık ülkemizden ayrılmak zorunda kalmazdık diyordu. Babamın bir başka acısı da vardı… O da Lübnan’da yaşayan Müslüman Giritlilerin varlığının bilinmemesi. “Başka topraklarda bulunan kardeşlerimiz ve soydaşlarımız bizi bulmak istemiyorlar mı yoksa?” diye haykırıyordu. Bizi bilmemeleri ve izimizi takip etmemelerine kızmıyordu babam ve “en azından onlar bizi bulamadılarsa biz onları bulalım” diyordu. İşte o yüzden beni ve kardeşlerimi Türkiye Cumhuriyetinde okumak için göndermişti. Ancak o şekilde tarihimizle buluşacağımızı görüyordu. Tabi yıllar geçtikten sonra babamın bakış açısının ne kadar doğru olduğunu hepimiz gördük. Bizi bırakıp gitmeden önce doğru kapıyı aralayıp bizlere göstermişti!
TAM BİR GİRİT AŞIĞI
İbrahim Bekraki tam bir Girit aşığı idi. Her şeyi ile övünüyordu… Hele soyadımıza gelince! Araplar tarafından garip karşılanan aile lakabımızın (soyadımızın) Giritli olduğumuzun kanıtıdır derdi. Bu soyadımızdan asla vazgeçmememizi, ne pahasına olursa olsun değiştirmememizi vurguluyordu. Yıllar sonra hikâyemizden kala kala bir tek soyadımız kalabilir diyordu.
1990 yılında, bu düşüncesini tüm Giritlilere yaymak için ev ev dolaşmıştı. Her aksam ayrı bir Muhacir Giritliyi ziyaret ederek bu konuyu dile getiriyordu. Bunu yaparken de esasında iki amacı var idi: Bir yandan toplumu bilinçlendirirken, diğer yandan da dolaylı olarak Trablus’ta yaşayan Giritlileri saymak ve sosyokültürel durumlarına vakıf olmaktı. Yaklaşık 65 değişik soyad sayan rahmetli babam, Lübnan’da yaşayan Giritlilerin sayısının ise 8 bin ile 10 bin arasında olduğunu düşünüyordu. Bu çalışma sırasında da Giritlilerin yaklaşık yüzde 40’ının eski aile lakaplarını değiştirdiklerini tespit etmişti. Derin üzüntü duyan babam, soyadını değiştiren ailelere bir daha mahkemeye müracaat etmelerini ve eski soyadlarına kavuşmalarını teşvik ediyordu. Nitekim bunu yapanlar oldu…
Bir başka tespit ise, Giritliler arasında (Kerdi, Kerdli, Kridli) gibi soyadların yaygın olmasıydı. Aslında bu soyadlar (Giritli) kelimesinin yamuk veya Arapçalaştırılmış halidir. Yerel muhtarlar tarafından gerçek soyad anlaşılamayınca kolay yola başvurup böyle uygun görüp yazmışlardı maalesef. Arapça okuma yazmaları yok olan Muhacirlerin büyük çoğu bu konuda itiraz edemeyip farkında bile olamamışlardır. Bir başka yaygın soyad ise, göç eden manasını taşıyan (El-Muhacir) kelimesidir. Trablus şehrinde en geniş olan Giritli ailesi ancak birbirine yakın olmayan ve akrabalık bağından yoksun olan (El-Muhacir) ailesidir. Kimin gerçek soyadı (Bedvaki), kiminin ise (Muradaki) kiminin ise gerçek soyadı bilinmeyen aileler vardı ve bunlar tek tek tespit edilmişti. Görünen o ki, bu konuda bile yapılması gereken o kadar büyük çabalar ve çalışmalar var ki, tek bir kişinin yapamayacağını hatta bir derneğin bile gerçekleştiremeyeceği zor bir mesele olduğunu görmüştü.
MUHACİR TOPLUMUN DERTLERİ
Bu saha çalışmasının bir başka tespitleri vardı elbette. O da Muhacir toplumun dertleri ile alakalıdır. Uzun suredir Araplardan kendilerini uzak tutan bu toplumun insanlarının eğitim ve tahsil konusunda çok geri kalmışlığının tespitidir. Parmakla sayılacak kadar az okumuş muhacirlerin evlatları bir şekilde hayatlarını kurtarırken, diğer kesim ise yabancı bir memlekette ayakta kalabilmek için oldukça zor şartlar altında çırak olarak çalışmayı Kabul etmek zorunda kalmışlardı. Bir başka kesim ise Girit adasındaki baba mesleğini sürdürmeye çalışıp ya denizci ya da balıkçı olmuşlardı. Ortak olarak tek bir şey vardı bu insanların arasında, o da alnının teriyle ekmek paralarını kazanmaya çalışmalarıdır. Bunu anlatırken, aslında Girit adasından altınlarıyla gelen zengin ağaların yaşam öykülerini de anlatmak gerek… Hiç bir meslek kabul etmeyen bu ağaların bir kısmı, paralarının büyük kısmını meyhanelerde kaybetmişlerdi. Bütün ağaların ortak kaderi ise, yaşadıkça altınlarını tüketip yıllar içerisinde zenginlikten fakirliğe geçmelerinin kaçınılmaz olmasıdır. Çocukluğumdan hatırladığım ve gözümden silinmeyen (Hasan Maşera – yani Bıçak Hasan) Ağanın görüntüsüydü. Rahmetli Hasan Ağa’nın büyük amcam Ahmet’in ayakkabı dükkânına içeriye buyurmasıyla beraber içeride bulunan herkes, babam dâhil olmak üzere, ayağa kalkmaları ve saygı duruşunda bulunur idi. Ben ise, çocukluğunun getirdiği cahilliğin etkisiyle kötü giyinen bu şahsa hiç önem vermeyip ayağa kalkmamış idim. Rahmetli babamın çabuk davranışı beni hemen hizaya getirmişti. Herkes sırayla bu yaşlı zatın elini öpmüş, büyük saygı ve hürmet göstermişlerdi. Hasan Ağa ayrıldıktan sonra rahmetli babamdan hayatımın en önemli dersini almış oldum. (Kötü giyinmek kıymetsizliğin göstergesi olmaz) demişti rahmetli. Girit adasında doğmuş bu ağanın cevvalliği dillere destan idi bir zamanlar. Cesareti ve elinden düşmeyen bıçağı ise onun ismine eşlik etmişti ömrü boyunca… Bıçak Hasan Ağa idi o. Ama Trablusşam’a geldikten sonra ne ağalığı kaldı ne de bıçağı!
ZULMÜN SEMBOL KİŞİSİ
Fakir olarak yaşamış ve fakir olarak ölen bu zat, Lübnan’da yaşayan Muhacir Giritlilerin uğradıkları zulmün bir sembol kişisi idi. (psira) lakabı alan dedemiz ise titizliği ve ticarette cesurluğu nedeniyle bu lakabı hak etmişti. Yabancı memlekette kendini ispat eden dedemiz, parasını kaybetmeyen çok az Muhacirlerden biri olmuş… Ama toplumun geneline bakılırsa, ortak acı hep aynı idi… Fakirliğin ve yabancı olmanın tüm acı yönlerini çekmek ortak tek kaderdi. Anlatılması gereken o kadar çok hikâye var ki… Sonu ise hep aynı cümlelerle bitecek öyküler… (keşke anavatanımızdan ayrılmayıp buralara gelmeseymişiz) cümlesidir. Bir başka Giritlinin deyimiyle aynı cümle şu şekilde ifade oluna gelir: “Dedelerimizin işlediği çok büyük bir günah olmalı ki buralara atılmışız! Bizler ne kadar şanssızız… Ne kadar şanssızız!”
Lübnan Giritlileri adına selamlar, sevgiler.
Dr. Ali Bekraki
Ulinnoha derneği başkanı/Lübnan
abekraki@hotmail.com