DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BITCOIN 34546755.12609%
İzmir
16°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

Balkan Günlüğü

Balkan Günlüğü

26 Temmuz 2024 Cuma

    Selamsız Bandosu gerçek oldu

    Selamsız Bandosu gerçek oldu
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Şener Şen’in ünlü “Selamsız Bandosu” filmindeki olayın bir benzerini, Dışişleri Bakanımızın ziyareti esnasında Libya’daki Giritliler yaşadı. Misrata’ya kadar gelen Dışişleri Bakanını, yaptıkları yiyecekler ve çiçeklerle karşılama hazırlığındaki Giritliler, az ötedeki Sussa kasabasında onu ümitle belki de son kez beklediler. Ancak Sussa her nedense program dâhilinde değildi. 

     

    ALİ BEKRAKİ

     

    Libya….

    1977–2011 yılları arasında, Ulu Libya Halk Sosyalist Arap Cemahiriyesi olarak tanınan ve Muammer Kaddafi’nin önderliğin dünyada pek benzeri bulunmayan bir yönetim ile idare edilen bir ülke olarak biliniyordu. Değişik söylemleri ve tavırlarıyla ün kazanan Kaddafi, bu zengin Afrika ülkesini yıllardır harcamış ve bütün dünyayı kendisine düşman edebilmeyi başarmıştı. Kaddafi’nin liderliği ile Libya, adeta bir kapalı kutu haline gelmişti. İçinde olup bitenler asla dünyaya yansımaz ve anlaşılamazdı. İşte Kaddafi bu tür bir ülkenin değişmeyen hükümdarıydı. Bir zamanlar Arap milliyetçisi geçinen Kaddafi, güya sosyalizm ve halkın iradesi ile memleketi idare etmekteydi. Ancak Libya’da yaşayan ve Arap olmayan onca etnik unsur da vardı ve bu etnik gruplar yıllardır ezilmiş, en basit haklarından mahrum edilmiş ve kendi öz kimliklerini göstermeksizin yaşamaya mecbur edilmişlerdi. Kaddafi’nin gitmesi ile bu insanların çektikleri eziyetler de birer birer ortaya çıkmaya başladı. Yıllardır o kapalı kutuda saklanan hikâyeler, gün ışığı görmeye başlamıştı artık. Ne kadar acıdır ki bu gruplar arasında bizim Müslüman Giritli hemşerilerimizin bulunduğu da ortaya çıktı. Yıllar önce, rahmetli babamdan Libya’da Giritli kuzenlerimizin olduğunu biliyordum. Ancak bu insanlara ulaşmayı bırakın, en basit iletişim yöntemleri ile asla ve asla irtibat kurma şansımız olmadı. Yaşadığımız ülke Lübnan idi ve Lübnan ve Libya arasındaki ilişkiler de kriz boyutundaydı. Zira Lübnan, 1978 yılında ünlü Şii din adamı ve imam olarak bilinen Musa El-Sadir’in Libya’da kaybolması yüzünden Kaddafi’yi suçlu gösteriyordu ve yıllardır bu iki Arap devleti arasında kriz devam edegelirdi. İki ülkenin halkları hiçbir şekilde bir siyasi, ticari ve en basiti turistik faaliyet dahi yapamadılar. Birbirlerinden uzak kalmak ve bi alaka olmak da bunun bir sonucu oldu elbet. İşte o yüzden Libya Giritlileri unutuldu gitti belki de. Oysa onlar da bizim gibi 1897 yılında Girit adasında cereyan eden “Etnik Temizlik” denen insanlık ayıbından kurtulmak için köylerinden kaçıp Libya kıyılarına bırakılmış Müslüman Giritlilerdir.

    İKİYE AYRILAN GÖÇ ÖYKÜSÜ

    Girit’ten Libya’ya gerçekleştirilen göç öylüsü, ikiye ayrılmaktadır diyor Ahmet Astrakanaki. Kendisi, Libyadaki Giritlilerden bir Mühendis. Bu göçün ilk aşaması 1860-1890 yılları arasında adadan kalkan ve doğrudan doğruya Bingazi’ye giden göçtür. Bu grup Giritliler yıllar içerisinde tamamen asimile olup, öz dilleri ve adetlerini kaybetmişlerdir. Yerli Araplarla yaptıkları evlilikler sonucunda eski simalarını dahi kaybeden bu Giritlilerin belki yaptıkları bu ihtiyari göç, Libya topraklarına kendi istekleriyle gelmiş olmalarının da etkisi ile asimilasyon konusunda etkin bir sebep olarak gösterilebilir. Göçün ikinci aşaması ise, 1896-1900 yılları arasında ve özellikle bunun Osmanlı – Yunan harbine denk gelen 1897 sonrasında ortaya çıkan göçtür. İşte bu dönemde ortaya çıkan ayaklanmalar ve katliamlar sonucunda zoraki bir göç gerçekleşir. Bu gruptaki Giritliler, Bingazi’den yaklaşık 240 km uzakta bulunan Cebil’i Ahzar (Yeşil Dağ) bölgesinde yer alan, eski adlarıyla Apolonya ve Sireni olarak da bilinen, Sussa ve Şehhat ilçelerine gönderilip yerleştirilirler. İşte bu muhaceret dalgasına katılarak söz konusu sahaya yerleşen Giritliler, asimile olmamak için ciddi bir gayret içerisinde kalmış, büyük çabalar göstererek Giritliliklerini korumayı bir şekilde de olsa başarmışlar. Bugüne dek Girit kültürü, adet, örf ve geleneklerinigüzel bir şekilde koruyabilen bu muhacir grubu, Giritlice dilini (Kritiko) de muhafaza etmeyi başarmış, yerli Araplarla pek karma evliliğie de girmedikleri için hala ayrı ve özel bir toplum olarak kendilerini “kendileri gibi” muhafaza edebilmişlerdir.

    KADDAFİ’NİN ZULMÜ

    Kaddafi’nin Arap milliyetçiliği ve bunu bir yöntem haline getirdiği yönetimi yüzünden, Arap olmayan tüm etnik gruplar, Arapça olmayan bir soyadı kullanmaları bir suç sayıldığı için yaklaşık 42 senedir kendi öz soyadlarını gizlemek zorunda kalmışlardır. Yetmişli yıllarda Kaddafi adeta Giritlilerin soyadlarıyla dalga geçmiş ve bir an önce Arapça soyadı almalarını emretmişti. Bugün ise, tüm eski soyadları bir daha ortaya çıkıverdi. Yıllardır gizlenen o soy isimleri gururla ifade edilmiş ve gür bir sesle ortaya konmuştur. Şerifaki, Bilalaki, Bayramaki, Tatanaki, Ozmenaki, Kuyutaki, Hasanaki, Mavraki, Katsoseraki, Kulaki, Bagaki, Sofraki, Terzelaki, Rüstemaki, Katronaki, Mehmedilaki ve daha bir sürü aileler, eski soyadlarını açık bir şekilde kullanmaya başladılar. Kaddafi’nin baskı rejiminin gitmesi ile artık Giritliler, hür iradelerine kavuşup eski hikayelerini tazelemekte ve tarihlerini yad etmekte kararlı görünüyorlar. Ne yazık ki Girit’te yaşanmış olayları bilen ihtiyarların büyük çoğu, hayatlarını kaybetmişler. Bugün Libya’da üçüncü ve dördüncü nesil Giritliler yaşamakta. Bunların bilgilerine de bakılırsa çok yetersiz ve ciddi saptırmalarla dolu bir Osmanlı imgesi olduğunu görmekteyiz. Örneğin bazı gençler “Osmanlı bizim dedelerimizi bu sahillere getirip kendi öksüz kaderine bırakmıştır” demekteler.

    SULTAN ABDÜLHAMİT HAN’IN ARAZİLERİ

    Ancak bu işin özü araştırıldığında Libya’nın doğusunda bulunan Sussa ve Şehhat ilçelerine yerleştirilen Giritlilerin evlerinin, Sultan Abdülhamit Han’ın kendi özel parasıyla satın aldığı topraklar üzerinde inşa edilmiş olduğunu görürüz. Nitekim bunu Nurettin Kuyutaki de söylüyor ve Ahmet Asrakanaki de bu bilgiyi kabul edip doğrulamaktadır. Giritlileri oraya yerleştirmeye çalışırken Abdülhamit han, oradaki yerlileri de kovmamak ve hayatlarının düzenini bozmamak için, ileride Giritliler ve yerli Araplar arasında da pürüz çıkmasını engellemek için parayla satın aldığı bu toprakları muhacir Giritlilere tahsis edip vermiştir. Ama her nedense Suriye’nin Hamidiye’sinde yaptığı gibi Libya’da köy kurdurmamış ve bu nedenle de göç eden Giritliler bir süre açıkta kalmaya mecbur edilmişlerdir diyor Ahmet Astrakanaki. Esasında Libya’ya yerleştirilen Giritliler evvela İzmir’e getirilmişlerdi. Ancak İzmir’de o günlerde meskûn olan yerel Rumlarla çatışmalardan dolayı Libya’ya gönderilirler. Zira evvelce 1876 yılındaki Selanik olayı benzeri bir kriz çıkmaması ve Müslümanların suçlu gösterilerek büyük devletlerin Osmanlı’dan kelle istemelerini ve İzmir’e asker çıkartmalarına fırsat vermemek için Osmanlı yöneticileri bir şekilde Giritlileri suçlu bulup Libya’ya sürerler. İşte bugünkü Libya Giritlilerinin Osmanlı’ya öfkesini o yüzden anlıyoruz. Sultan Abdülhamit han bu konuda hata etti diyor Ahmet Astrakanaki. Gelin bir de göç öyküsünü Nurettin Kuyutaki’nin ağzından dinleyelim….

    -Libya’ya gelen ilk Giritli muhacirler ve yerli Arap kabileleri arasında hoş olmayan hadiseler yaşanmıştı. Bunun üzerine bir sonraki gemi ile gelen Giritliler Libya kıyılarında direnip gemiden inmemeye karar vermişler ve İzmir’e geri götürülmelerini talep etmişlerdi. İsyan eden Giritlilere karşı çaresi kalan gemi kaptanı ise içinde Osmanlı kışlası bulunan bir başka Libya şehrine götürmeye karar verir onları ve yönünü Tobruk şehrine çevirir. Osmanlı askeri gören Giritliler oraya yerleşmeyi kabul ederler ve yaşanan kriz de bu şekilde sona erer.

    Diye anlatmış Nurettin Kuyutaki’ye dedesi.

    Arap kabileleri çok ırkçı ve milliyetçidir. O yüzden onlarla ne dostluk kurabildik ne de arkadaşlık. Onlardan herşeyimiz farklı idi. Adetlerimizden tutun da kültürümüz, yemeklerimiz, dilimiz ve simalarımız ciddi boyutlarda fark arz ediyordu. Onların yaşam biçimi daha çok kabilelik kurallarına dayanıyor iken, bizler Girit şehirlerinin medeniyetini yaşıyorduk. Abdülhamit Han, Giritlileri Araplar arasında hiç bırakmamalıydı. Çünkü 1911 yılında Libya’daki Osmanlı hâkimiyeti biter bitmez Giritli olmak bir ayrıcalık olmasından çıkıverdi ve bizlere bir yabancı gözüyle bakılır oldu. Zaten o tarihten sonra hiç sakinleşmedi Libya. 1911–1951 yılları arasında Libya artık bir İtalyan sömürgesi haline geldi ve ülkenin her yerinde sömürülmeye karşı bir direniş ve silahlı mücadele başlamıştı. Giritliler de bu ortamda ister istemez bölgede bulunan Arap kabilelerinin himayesi altına girmek zorunda kaldı. Zira yalnız olmak, kolay ölmek demek oluyordu o yıllarda. O şekilde ancak canlarımızı kurtarabildik demiş Kuyutaki dede…. Ta ki 1951 yılında egemenliğimizi kazandık ve Libya bir kraliyet yönetimine geçti. İşte o gün de anayasanın ilan edilmesiyle birlikte Giritliler birer Libya vatandaşı oldu. Ardından 22 Nisan 1955 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Trablusgarp büyükelçisi Yeşildağ’a gidip Giritlilerle buluşmuştu. Büyük bir sevinç ile karşılanan elçi beyin başka hiçbir ziyareti olmamıştı maalesef. Elçilikle ilişkilerimizin neden o şekilde kesildiğini hala anlamadık. Belli ki Libya Giritlilerini bir şekilde gene uzun bir süre unutulmaya mahkûm eden birileri olmuş ve başarmış.

    NASIR’IN DESTEĞİYLE DARBE

    Ardında Mısır Lideri Nasır’ın desteğiyle Albay Kaddafi darbesini yapar ve kral Senusi ve ailesinin hükümdarlığına son verir. İşte o gün, Giritlilere yönelerek yeni lider Kaddafi’nin açık emri ile soyadı değiştirme zorunluluğu getirilir. Kaddafi’ye göre, Giritlilerin bağlılığı, Libya devletine değil de sadakatleri ve sevgilerinden dolayı hep Osmanlı’ya olmuş ve bu kadar uzun bir süre Libya topraklarında kalmalarına rağmen Osmanlılara bağlı kalmışlar. Kaddafi ise “Libya Cemahiriyesi kurulduktan sonra artık böyle bir şeyin mümkün olamayacağını ve herkesin bir şekilde kendine Arapça lakap bulmak zorunda olduğunu ve bu şekilde gerçek Libyalı olduğunu göstermek zorundadır artık” demiştir. Kaddafi’nin baskı rejimi ve diktatörlüğü, 2011 yılına kadar devam eder. Onun garip yönetimi ülkede ne yasa bırakır ne de kural. İşte Kaddafi’nin devrilmesiyle birlikte ne yazık ki kabilelik kuralları bir daha başa geçmiş olur. Ve çöl kanununun devri başa gelir Libya’da yine. Giritliler ise bir daha yalnız ve bir daha mağdur durumdadır. Arkaları bir kez daha bela, önleri bir kez daha denizdir. İşte bu dönemde de Libya Giritlileri Türkiye Cumhuriyetinden hak ettikleri ilgiyi bekler iken çok büyük bir hayal kırıklığına ve küçümsenmeye uğradılar.

    Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu, Misrata şehrinde bulunan ve Türk kökenli oldukları bilinen Karaoğulları’nı ziyaret edip, onları Türkiye’nin koruması altına aldıkları izlenimini verirken, yıllardır yapa yalnız kalan Giritlileri bırakın ziyaret etmeyi, basına yaptığı konuşmasında hiç zikretmemesi ve onlardan hiç bahsetmemesi bir hayli üzüntü yaratır Giritliler arasında. Hatta Davutoğlu’nun geleceğini sanarak hazırlık yapanlar ve adaklık kurban hazırlayanlar dahi olur. Ancak Misrata’dan az daha uzağa gidilmediği için yıkılan Giritliler arasında, “Karaoğulları’na sahip çıkıyorsunuz da bizleri neden bu kadar görmezlikten geldiniz? Biz Türkiye’yi seviyoruz, dedelerimiz Osmanlı ordusunda yıllardır savaşmış, Girit’te mal mülk neyse her şeyi bırakıp feda edip devleti aliyyenin bayrağı Girit’te kalsın diye can vermişler. Biz o insanların torunuyuz. Neden bu kadar unutulduk? Neden Türkiye için hiçbir şey ifade etmiyoruz?” dediklerini bildiriyor Ahmet Astrakanaki.

    ONCA İMKÂNA RAĞMEN

    Türk Konsolosluğu ve elçiliğinin onca imkanına rağmen Bakan Davutoğlu’na bir şeylerin duyurulmaması ya yerel misyon şeflerinin bir basiretsizliği ya da kasıtlı bir muhabbetsizlik olsa gerek diyorlar. Kadıoğulları orada ziyaret edilirken binlerce Giritlinin yaşadığı bu iki Libya kasabası neden ziyaret edilmez ve neden laf ile olsa dahi zikredilmez? Bu noktada Nurettin Kuyutaki bir eklemede bulunuyor ve “Olaylardan 120 yıl geçmesine rağmen ve her şey ortada apaçık olmasına rağmen biz hala kimliğimizi ve tarihimizi tartışıyoruz ve hep bir şeyleri ispat etmek zorunda kalıyoruz” diyor. Evet, aslında bu acı soruların altında yatan çok tatsız gerçekler var. Libya’da bulunan Türkler, Giritlileri gördüklerinde; “Aa sizler Türkçe konuşmuyorsunuz ki bilakis Türk değil basbayağı Yunansınız!” diyorlarmış. Yunanlılar ise onlara; “Sizler Osmanlı taraftarı vatan haini Giritli Türklersiniz” şeklinde acı bir hatırlatma ve suçlamada bulunuyorlarmış. Velhasıl Giritliler, her iki taraftan da kovuluyorlar ve red ediliyorlar. “Bizi kimse istemiyor… Halbuki biz tam manasıyla iftihar edilecek cesur ve kahraman insanların torunlarıyız…. Tarihimiz de onurlu bir tarihtir… Bu kadar ihmali hak etmiyoruz ve bize gerçekten de yazık ediliyor…” diyor Ahmet Astrakanaki. Belli ki Libya’daki Giritliler, Türkiye’den umurlarını tamamen kesmiş durumdadırlar ve an itibarı ile hiçbir şey beklememektedirler. Adının geçmemesini rica eden bir başka Libyalı Giritli beyefendi ise şunları söylüyor;  “Giritlilerin hikâyesi unutulmak üzere zaten. Bu yüzden asimilasyon da kaçınılmaz bir gerçektir artık… Osmanlı devletinin yıkılışıyla bizim hikâyelerimiz de öldü gitti… Tarihin eski sayfalarını karıştırmak isteyen ve konuyla ilgilenen biri olursa Libya’da yayınlanmış kitaplarda bizim öykümüz ile ilgili bir iki satır ya bulur ya da bulmaz… Bizler, yok olmaya mahkûm edilmiş bir toplumuz maalesef… Davamızı yaşatabilecek kimse kalmayacaktır yakında.” Bu sitemleri duymak içler acısı gerçekten. Libya’da yaşayan hemen hemen her Giritli’nin İzmir’de akrabası olduğunu anlatmışlardı bir keresinde. 1910–1950 yılları arasında Libya topraklarını terk etmeye çalışan bir sürü Giritli olmuş. Karşı kıyılardaki anavatanları Girit’e dönememek gayet aşikar olduğu için, onların büyük çoğunluğu İzmir’e dönmeye çalışmışlar. Ancak bu çabalar da genelde başarısız olmuştur. Nurettin Kuyutaki’nin dedesinin kardeşi Türkiye’ye dönmeyi başaranlardandır. Türk ordusuna katıldığı bilinen bu Giritli’nin izi uzun zamandır kaybedilmiş. Ta ki 1953 yılında Libya’da yaşayan yeğenlerine fotoğrafını gönderir ve arkasında şunları yazar; “Sevgili yeğenim Tevfik Belilakis, bu resmimi hatıra olarak gönderiyorum. Beni çok çabuk unuttun, çünkü hiç mektup yazmadım. Dayınız Hüseyin Kuyu, 1 Nisan 1953”.

    AYRILIK VE DAĞILMA ÖYKÜLERİ

    Yazılanlar oldukça kısa olmasına rağmen, aslında Giritlilerin o ayrılık ve dağılma öykülerini özetlemektedir adeta. Aileler nasıl da perişan olmuş, akrabalar nasıl birbirlerini kaybetmiş… Kısacık bir mektup! Hepsi bahsediyor bu kısa mektuptan sonra ne yazık ki sonra Hüseyin dedelerinin izi tekrar kaybediliyor o günün şartlarında. İşte iletişimin zor olduğu bir dönemde en ufak bir adres değişikliği dahi bir insanın izini kaybetmeye yeriyordu. Aslına bakarsanız mektubu alan aile büyük ihtimalle yazılanları bile anlayamamıştır. Nurettin Kuyutaki ailesine ait en tozlu kutuları karıştırırken bulduğu bu fotoğrafı bana gönderir. “Biz Türkiye’yi seviyoruz ama Türkiye bizi unuttu… Biz ciddi ihmale maruz kalan ve Araplaştırılmaya zorlanan Giritli Türkleriz” diyor Nurettin Kuyutaki.

    Devamını ise şöyle dile getiriyor;

    -Tobruk şehrinde görevini yapan Atatürk’ün öyküsü Libya Giritlilerinin dillerinden hiç düşmüyor. Balkan Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla birlikte belli nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa gizlenmek zorunda kalmış ve Giritlilere sığınmış. Giritliler de onu Sussa Kasabası limanının yakınlarında bulunan ve şu anda bu hikâye ile ünlü olmuş kocaman bir kayalığa yerleştirmişler ve misafirlerinin her gün azıklarını ve yemek ihtiyaçlarını tedarik etmişler. Giritliler bunu çok sade bir cümle ile ifade ediyorlar. “Mustafa Kemal Paşa Selaniklidir, biz ise Giritliyiz. İkimiz de Libya’da buluşmuş Osmanlılarız ve Türküz… Ona sahip çıkmak, boynumuzun borcuydu!” Bu hikayenin devamı da çok anlamlı. Çübkü Libya’dan ayrılan Atatürk, Mısır’a gidip İskenderiye’de yine bir Giritli ailenin yanında kalmıştır bir müddet. İşin enteresan yanı ise, Ahmet Astrakanakis’in anne tarafından dedesi olan Hüseyin Ethem Martigakis’in bu hikâyeyi ona nakletmiş olmasıdır. Çünkü Mısır’daki o Giritli aile, Martigakis’in ta kendisidir. Lakin Ahmet Astrakanaki; “Bunu İspatlayan hiçbir belge veya fotoğraf da kalmamıştır ama bu hikâyeyi tüm Libyalılarca bilinir” diyor. Kaddafi sonrasında Türk firmaları ve iş adamları Libya’nın her yerinde geziyorlar. Onlarla buluştuğumuzda kendimizi tanıtıyoruz ve şaşkınlıkla bizlerin, Türklerin Libya’daki varlığından hiç haberdar olmadıklarını ve şaşırdıklarını görüyoruz diyorlar Libya Giritlileri.

    Bizler, bugünün Türkiyesi’nden bunu kabul etmiyoruz artık. Şu anda sınırların kaldırıldığı bir iletişim dünyasında yaşamaktayız. Eğer buradaki on binlerce Giritli Türkün ziyaret edilmeye değer bir yanları yoksa bu oradaki Türk elçiliğine ayrıca sorulmalıdır. Dışişleri Bakanımızı gereği gibi bilgilendirmeyen Ortadoğu ve Afrika masasının da bu konuda usturuplu bir şekilde uyarılması adına yaptığımız bu rica dikkate alınsın isteriz. Zira bizler unutulmayı daha fazla hazmedemeyen bir milletiz. Unutuldukça üzerimize basan basıyor ve her 50 yılda bir deniz, kum ve mezar arasında bir yerlere gönderilmenin korkusunu yaşıyoruz. Bizim unutulmamamız gerek artık. Kaddafi sonrası bizim için yeni bir çağ ve ap ayrı bir dönem olmalı. Bu dönemde Türkiye’nin eksikliği kabul edilemez. Bizi unutmak ve görmemek affedilemez bir şey olacak. Lakin bu kadar zor durumdaki bir millet adına bu söz yanlış anlaşılmamalı. Zira bizler yok olursak Allah affetmeyecektir. 1570 yılında İspanya kıyılarında ayaklanarak bulundukları sahada Osmanlı’dan destek isteyen son Endülüs Müslümanları, bekledikleri destek hiç gelmediğinde denize ümitle baka kaldıkları Alpujerras dağlarında öldürüldüler. Çocukları ise birer İspanyol olarak yetiştirildi ve büyüdü. Bizler eskiler gibi denize değil, bulunduğumuz ülkelerdeki televizyonlara bakakalıyoruz. Bir itirafta bulunmak gerekir ise, Ortadoğu ve Afrika’daki diplomatlarımızın büyük çoğunluğu “Görevim bitse de buralardan gitsem” şeklinde sahiplendikleri bu coğrafyalardaki misyon yapıyor gibiler. Çoğu için buraları birer sürgün yeri. Hal böyle olunca da bizlerle projeler geliştirmek ve uzun süreli işlerin altına imza atmak yerine nedense göstermelik olarak hemen gideceklermiş gibi konuşuyorlar, ya da hiç konuşmuyorlar bile.  Çoğunu aramak ve görüşmek, randevu almak dahi olanaksız.  Yunan Devleti ise asırlardır Osmanlı Türklüğü’ne sadık kalmış insanımıza iki seçenek sunuyor. Vaftiz olun ve Girit’e haklarınızı talep etmeksizin gelin ve vatandaşlığınızı alın. Bizler, biz olarak kalabilmek adına yok olurken, ekonomik olarak çökme noktasındaki bir Yunanistan hala politikaları ile ajanlarını gönderiyor, tekliflerini yineliyor ve halkımızın zihinlerini bulandırmaya devam ediyor. Libya’da beraberindeki 20 kadar insan ile “Misrata’ya kadar geldi. Bize de gelecekler” diye yola çıkan ve Dışişleri Bakanı’nı bir gün boyunca bekleyen bir ihtiyar hemşerimiz şunu diyordu. “Kanla kum ve deniz arasındaki tarihimizin Girit’te ya da Türkiye’de onurlu bir şekilde devam etmesi hayali ile, bir daha ellerimizde böreklerle ve şerbetlerle Dışişleri Bakanı’nı beklemek yerine tıpkı Kadıoğulları gibi hatırlanmak istiyoruz.”

    ŞENER ŞEN’İN FİLMİ GİBİ

    Türkiye’de yıllar önce bir film izlemiştim. Buna çok benziyordu. İşte aynı Şener Şen’in yıllar önceki bu filmindeki gibi, Selamsız bandosu misali onca insan, Libya’da yol kenarında tam tekmil bekledi. Selam dahi alamadan evlerine döndüler. Saçlarda kumlar, gözlerde yaşlar kaldı. Girit her zamanki gibi olduğu yerde, karşı kıyıda yasak vatan. Sussa ve Şehhat kasabaları ise Libya’nın ortasında suskun ve yetim bekliyor. Ne bedduamız ile BBC’nin dikkatini çekecek imkânlarımız var, ne de beddua edecek kadar şuursuz olabildik. Ancak sevgimizi daha kaç sefer kimsenin geçmediği yollara bakarak, ellerde böreklerle soğutarak bekleteceğiz? Suriye’de pamuk ipliğindeki Hamidiye’de bekleyenler, Lübnan’da her gece çatışmalarla bıçak sırtında bekleyen Trablus Giritlileri ve Libya’da her an bir bedevi aşiretin tepesine binmesi muhtemel Sussa ve Şehhat kasabalarında insanlar şunu haykırıyorlar; Feryadımızın duyulması için tepemize kaç bomba yememiz gerekiyorsa söyleyin yeter. O da yakındır çünkü. Hiç değilse hatıra geliriz.