20 Mayıs 2014 Salı
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Balkan Yarımadasına gerek mesafesi, gerekse kültürel farklılığından dolayı ilk bakışta alakasız görünen Mısır’ın, bu yarımada ile önemli bir bağı bulunmakta. Söz konusu bağ, değişik Balkan ülkelerinde ismi farklı şekilde telaffuz edilen, Türkçede ise “Kıpti” şeklinde ifade bulan sözcükte açığa çıkmaktadır. Konumuz bu hafta, Balkan’larda “Mısırlılar” denilen toplum hakkında.
Yüksel Bekir HOŞ
Balkanlar, çok geniş olmasa da parçalı ve dağlık yapısı sebebi ile birçok milleti birbirinden farklı sahalarda birbirinin altında yok olmadan günümüze kadar koruyan bir coğrafya. Bu coğrafyada birçok millet yaşıyor. Slavlar, Yunanlılar, Türkler, Arnavutlar, Pomaklar ve Latin milletlerle akraba olan Romen ve Vlahlar ile birlikte Çingeneler (Romanlar) ve tabii ki bir de adını fazla duymadığımız Mısırlı toplumu. Bunlar, Balkan ülkelerinde bilhassa ovalık alanlarda ya da bir akarsu vadisi boyunca dağılış gösteren, tarıma dayalı bir toplumun son kalıntıları. En çok yaşadıkları ülkeler ise Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve hemen ardından Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkeler. Standart Arnavutça’da, “Jevcit” ya da “Evgjit” denen, Sive ve agizlarda ise “Jevg”, çoğulu da “Jevgj” denen insanlar vardır. Bunlar çoğu kez “Arici” ve “Gabel” de denilen Çingene toplumu ile karıştırılır. Evgjit (Evcit) ise “Misirli” “Jevxhit veya Maxhup” (Yevcit ya da Macup dye okunur), Sırbistan’ın doğusunda “Djupci” (Cuptsi) olarak adlandırılan, Yunanistan’da Batı Trakya’daki Pomaklar arasında ise “Yaguptin” denen millet, içerisinde yaşadıkları milletlerin her birinin dilindeki “Mısırlı” sözcüğü ile adlandırılmışlardır. Nitekim Türkiye’de de Kıpti kelimesinin, Türkiye’ye en yakın Balkan toprağı olan Batı Trakya’daki Yaguptin kelimesi ile benzeşmesi ve içerisindeki “Egypt” kelimesi sessizlerini ihtiva etmesi dil bilimcilerin üzerine eğilmesi gereken bir konudur.
ANTİK MISIR DİLİNDE
Nitekim dilimizdeki Mısır kelimesi ile yukarıdaki kelimeler arasında bir bağlantı yoktur. Zira Antik Mısır dilinde de ülkenin adı “Kemet” olarak anılır. Konu, etnik coğrafyanın bilinmezlerinden birisi olarak üzerine hiçbir araştırma yapılmamış ve araştırma niteliği taşımasa da yazılanların sonuca ulaşmadığı bir fenomeni oluşturur. Yaşanılan coğrafya parçası ile etnisitenin alanda dağılışı ve arazideki aktiviteleri ele alındığında bu fenomene açıklık getirmek bir parça daha mümkün olmaktadır. Zira Balkan yarımadasındaki Mısırlılar, her ne kadar Çingene (Roma) toplumu ile karıştırılmakta ise de sahada yapılan gözlemler ve birebir görüşmelerde Mısırlılara yönelik algının daha ince ayrıntılar ile farklılaştığını gözlemlemek ve bu etnik topluluğun Çingene (Roma) toplumu ile aynı olmadığını söylemek mümkündür. Dahası Sırpça’da bu millet için kullanılan ifade olan “Cuptsi” kelimesi ile İngilizce’deki “Gypsy” (Cipsi) kelimelerindeki benzerlik de akla ister istemez bir Çingene-Mısırlı bağlantısını akla getirir. Ancak yine de sahada birebir örneklerle bakıldığında her iki toplum ve aktiviteleri de birbirlerinden farklılık gösterir. Dahası Mısırlı toplumun ağırlıklı olarak tarıma ve sonra ise diğer primer sektörlere olan bağı, onların geçmişte de önemli bir tarım toplumu olma ihtimallerini artırmaktadır.
GÜNEY ANADOLU KIYILARININ TARIM İŞÇİLERİ
Osmanlı Sultanı I. Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Güney Anadolu kıyılarına tarım işçisi olarak yerleştirdiği Mısırlıların o günlerde tarımda tecrübeleri ile isim yapmış olmaları daha öncesinde de devam edegelmiş bir toplum geleneği miydi? Roma döneminde veya Osmanlı fetihlerinde de bu bölgelere Mısırlı yerleştirilmiş miydi? Balkanlara Mısır valisi Arnavut kökenli Kavalalı Mehmed Ali Paşa zamanında yerleşen Mısırlılar da olmuş muydu? Günümüzde Mısırlı denilen halk hakkında ilk ne zaman bahsedilmişti? Neden Balkan yarımadasındaki tüm Mısırlıların dağılışı neredeyse sadece ovalar ve tarım alanlarına denk düşmektedir? Bunun, Nil nehrinin suladığı Mısır’daki Nil vadisi ve döküldüğü yerde akaçladığı Nil deltasında tarımda gelişkin ve tecrübe sahibi Mısır toplumu ile ilgisi var mıydı? Çalışmada bu ve benzeri soruların cevapları aranmış ve ne zaman geldikleri tam olarak bilinmese de mısırlı milletinin gerçekten mısır ile ilgisinin ne derece makul ve söz konusu olduğuna yönelik Coğrafi çıkarımlarda bulunulmuştur. Eski Mısır’da Mısır ülkesine, “Kemet” denmekteydi. Nitekim söz konusu ülke ismi, Kopt ve Kıpti kelimesine de kök oluşturan ve İngilizce’ye ise “Egypt” olarak k-g ve m-p dönüşümü ile geçmiş bir kelimedir. Türkçe’de kullanılan “Mısır” ise yer adı olarak aslında İbranice’den gelen, “Mizraim” kelimesinden gelmektedir. Bu durumda Mısır’ın Mısırlılarca adının “Mısır” kelimesi olmadığından hareketle tezin öznesini oluşturan etnisitede “Mısır” ya da “Mısırlı” adı aranmamalıdır. Türkçedeki Kıpti kelimesi Mısır’ın Hıristiyanlarını ifade etmek için kullanılan bir ifade olsa da aslında Kıpti, Mısır’ın yerli halkını ifade eden bir kelimedir. Bu durumda Sırpların kullandığı Cuptsi kelimesi ile Türkçede eskilerde kalmış olan Kıpti kelimelerinin kullanımı arasındaki paralellik açığa çıkar ve İngilizce’deki “Gypsy” kelimesi ile ister istemez dilsel, fonetik ve sosyolojik bir köprü oluşur.
ROMANLAR ASLINI İNKAR ETMEZLER
Oysa Çingeneler, bilindiği üzere sokaklarda çiçekçilik ve balıkçılıkla ve kimi zaman da çalgıcılıkla uğraşan dinamik bir toplumdur. Çingene olduklarını da “Roman” etnisitesinden olduklarını belirterek asla saklama gereği duymazlar. Ancak Balkan Kıptileri için bu, söz konusu değildir. Onlar, Arnavutluk’ta yaşıyorlarsa kendilerini “Arnavut”, Batı Trakya’da Yaşıyorlarsa kendilerini “Türk” kabul ederler. En azından kendilerinin dışındaki kimseler onları, ten renklerinden dolayı farklı adlandırsa da onlar hep içerisinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak görürler kendilerini. Çingenelerden de farklı olarak Balkan Kıptileri, toprağa ve tarıma bağlı bir hayat süregelmişlerdir. Ancak son çeyrek asırda şehirlere ulaşan yoğun göçler ile buralardaki ağır işlerde; Hammallık, Sokak temizlikçiliği ve İnşaat işleri gibi sektörel ve zahmet gerektiren, şehirlilere de çekici gelmeyen onca işte bu insanları görmek mümkündür. Ayrıca Yevc’ler Çingenelere göre çalışkanlıkları ile de ön plana çıkar ve farklı görülürler. Namus anlayışları, belirli konulardaki muhafazakâr ve kapalı aile yapıları da onları Çingenelerden farklılaştırır. Ancak yine de toplumun bir alt kesimi olarak Çingeneler ile adı konmamış bir kast sisteminin alt kısmını oluştururlar. Dahası Balkan Kıptilerinin neredeyse tamamının, beraberinde yaşadıkları soyluların soy ismini aldıkları görülür. Bu da büyük ihtimalle zamanında ırgatlık yaptıkları ve toprağında çalıştığı soyluların bir zamanlar tabiiyetinde yaşamalarına ve büyük olasılıkla onların mülkiyeti altında olmalarından kaynaklanıyor olmalıdır. Zira bu durum, Amerika’daki zencilerin durumu ile bir açıdan benzerlik gösterir.
KIZ VERMEZLER
Günümüzde Arnavutluk toplumunda herhangi bir bariz ayrımcılık yok gibi ise de, toplumun “Yevc denilen Mısırlılar ile Çingeneleri ifade etmekte kullanılan “Gabel” ve “Arici” denilen kesimlerine kız verilmediği de bir gerçektir. Bunlardan “Yevc” olarak adlandırılan Mısırlı grup yani Arnavutluk Kıptileri, kendilerini zaten Çingene olarak görmemelerine rağmen, Arnavut toplumca da tam olarak kendilerinden sayılmaz. Bir tartışmada, kavgada ya da kendisine borcunu ödemeyen bir kişiye sinirlendiğinde şehirli bir Arnavut, bu kişi bir de esmer ise onun hakkında konuşurken “Yevc” kelimesini kullanabilir. İroniktir ki Arnavutlar, kendilerini sarışın ve beyaz tenli bir toplum olarak nitelendirirler. Ancak gerçekte Arnavutların yarısı, kumral ağırlıklı olmakla birlikte, geri kalanı ise esmer ve buğday tenlidir. Sarışınlarına ise ekseriyetle Kosova gibi Slavlarla yüzyıllardır karışmış olan bölgede rastlanır ve bunlar da çoğunlukta değildir. Arnavutluk’un da kuzey kesimlerinde Karadağ ve Sancak’a yakın vadilerde kimi sarışın Arnavutları görmek mümkündür. Makedonya Arnavutları’nda da sarışınlara Kosova ile aynı oranlarda rastlanır. Fakat Arnavutluk’ta bariz bir esmer ve buğday tenli çoğunluğu göze çarpar. Bu, şüphesiz ülkenin Akdeniz milletleri ile yüzlerce yıldır karışmış olmasının ya da diğer bir deyişle bir Akdeniz kıyısı ülkesi olmasının sonucudur. Velhasıl Arnavutlar yine de esmer olduklarını kabul etmezler. En esmer Arnavut bile Arnavutlardan bahsederken sanki İskandinav milletinden bahsediyormuş gibi tanımlamalar kullanır. Örneğin hayli esmer olmasına karşın Arnavut olduğunu iddia eden birkaç Arnavut’a rastlamıştım. Bunlardan birisi amatör bir dergi de çıkarmaktaydı ve bana Arnavutları sarışın bir millet olarak tarif ediyordu. Kendisine “Öyleyse sen Yevc olmalısın?” dediğimde bir anda yüzünün şekli değişmiş ve “Tabii ki Arnavutum” demişti. Belki de öyleydi ancak nedense kabul etmiyordu. Ancak şu bir gerçekti ki diğer Arnavutların, o arkasını döndüğü andan itibaren kendisine Yevc diyebileceği kadar esmerdi. Yüzlerine karşı genelde denmemesine rağmen Yevc’ler, arkalarından böyle dendiğini de bilirler ancak yine de karşılıklı konuştuğunuzda Arnavut olduklarını söylerler. Arnavut şarkıları ile neşelenir, Arnavut fıkralarına güler, Arnavut dansları yapar ve Arnavut gibi yaşarlar. Ancak çok daha alt seviyede ve çok daha kötü standartlarda yaşasalar da…
3368 KİŞİ KENDİNİ YEVC OLARAK NİTELENDİRMİŞTİR
Arnavutluk’taki 2011 yılındaki son sayımda 3368 kişi kendisini Mısırlı yani Yevc olarak nitelendirmiştir. Belki sadece Tiran ve Durres’taki sokak temizlikçiliği ile uğraşan Yevc’lerin sayısı en az bu kadar olmalıdır dedirten bir rakamdır bu insana. Zira Arnavutluk’ta uzun süre bulunmuş ve neredeyse bu ülkeyi köy köy dolaşmış bir insan olarak ülkede yaşayanların en az yüzde 5-6 kadarının (150 bine yakın) Yevc olduğunu söylemek çok uçuk bir tahmin değildir. Şöyle ki Tiran’ın kuzey mahallelerinden itibaren şehrin ara sokaklarında pek de estetik olmayan şartlar altında yaşayan birçok kişi ki Tiran’da bunların sayısı çok da az değildir, ülkede Yevc olarak ifade edilen toplumdur. Doktora tezimi yaparken sokak sokak gezdiğim Tiran şehrinde, şehrin Ortalama nüfusunun yüzde 10 kadarı, bu insanlardan oluşmaktadır ki bu da sadece Tiran’da, en az 70 bin kişi demektir. Bu insanların yüzdesel bazda Arnavutluk’ta yaşadıkları başlıca yer ise ülkenin güneyindeki Përmet şehri ve çevresidir. Gerçekten bir akarsu kenarında yer alan Përmet şehrinde gezinirken tiplerin farklılaştığını ve sizlere çekingen gözlerle bakan bu insanların da var olduğunu görebilirsiniz. Gerçekte Arnavutlardan çok farklı olmasalar da esmerlikleri ile onların farklılığını kolayca sizler de ayırt edebilirsiniz. Kosova’daki Yevc’ler yani Mısırlı (Kıpti) toplumu ise kendilerine ait bir partileri olan ve kendilerini “Ashkali” olarak tanımlayan ve Avrupa Birliği’nce azınlık olarak tanınan toplumlardandır. 1999 yılındaki Kosova savaşında Sırplarca boşaltılan Arnavutların evlerindeki malları yağma eden ve satan bir kısım Kosovalı Çingene’ye karşın Aşkali halkı, Arnavutlar ile birlikte Sırplara karşı savaşarak bedel ödemiş ve bu yüzden de Kosova’daki evlerini kaybederek zaten zor şartlar altında yaşadıkları ülkelerinden kısa süreliğine ve tamamen muhaceret etme olgusu ile tanışmışlardı. Kosova Kurtuluş Ordusu’nda savaşarak ülkelerinin kurtuluşuna katkıda bulunmuş bu insanlar, Mısırlı olduklarını Arnavutluk’taki akranlarının aksine inkâr etmedikleri gibi kendilerini Arnavut yanlısı bir grup olarak tanımlarlar. Yine kendilerine günümüzde Filistinli Çingeneler de denen bir Aşkali grubu Sırbistan ortalarında Müslüman olarak yaşamaktalarsa da ne istatistiklerde ne de Sırbistan hükümetince bu insanlar dikkate alınmamaktadırlar. Niş ve Pirot şehirleri arasındaki bölgede az da Semendire’de (Semedrovo) ve Sancak’a doğru uzanan Güneybatı Sırbistan topraklarında bu kimselere rastlanmaktadır ve kendilerinin Çingene (Roma, Roman) olduklarını söyleyenlere karşı bunu asla kabul etmemekte, Çingenelerden farklı olduklarını belirtmektedirler. Nitekim Kosova’daki Aşkali halkı, kendilerini resmi olarak Aşkali Arnavutları olarak adlandırırlar. Örneğin 2000 yılında kurulmuş olan “Partia Demokratike e Ashkanlive të Kosovës” adındaki parti, buna bir örnektir. Partinin kurucusu Aşkali Arnavutlarına bir çatı meydana getiren ve tanınmış bir Mevlüthan olan Sabit Rrahmani’dir. Sesinin güzel olması ile meşhur bu kişinin liderliğindeki Partinin Kosova’da temsil ettiği şu anda 25-30 bin kadar insan bulunuyor.
İSKEÇE’DEKİ POMAK KÖYLERİ
Durumun benzeri Batı Trakya’da, İskeçe’deki Pomak köyleri arasına sıkışmış kimi köylerde de söz konusudur. Yöre halkı bu bir takım köyleri “Yaguptin” olarak niteler. Tipleri komşularından çok farklı olmayan ve belki birkaç esmere rastladığımız bu köylerde yaşayanlar ise kendilerini “Türk” veya “Pomak” olarak nitelemektedirler. Ancak yine de “Yaguptin” denen bu kişilere Pomak köylüler, kızlarını vermek istemezler. Günümüzde, Arnavutluk’ta olduğu kadar Kosova ve Makedonya’da ve gerekse Batı Trakya’da ve hatta Sırbistan’da, Karadağ’da ve Bulgaristan’da yaşayan bu halkın bilinmesi, onların daha fazla analiz edilmesi gerekiyor. Kendilerini ait oldukları toplumun bir parçası gibi görürken “öteki” olarak toplumun alt kısımlarını oluşturmaları, artık günümüz dünyasında kabul edilebilir bir şey değil. Ancak görünen o ki, Sovyetler Birliği zamanında Rusların Türklerin arasına ektiği nifak tohumunun bir benzeri, nefret bazında olmasa da aşağılama bazında Balkan ülkelerindeki Müslümanların arasına çoktan yerleştirilmiş. Şu anda ise her şey uykuda. Bu toplumun cahil bir ferdinin haberlerde bir Arnavut kızına zarar vermesi halinde uykudaki hemen her şey bir pogroma dönüşebilir ve bu gibi ötekileştirilen milletlerin üzerine birer nefret gösterisi olarak inebilir.
HER TOPLUMDAN İYİ VE KÖTÜ BİREYLER ÇIKAR
Her toplumda iyi ve kötü bireyler çıkabiliyor. Ancak toplumları provoke ederken onların en aşağıda görülen bireylerini hedef haline getirmek hiç de zor değil. Bunlar, en barışçıl şekilde yaşayan ve bulundukları ülkelerde en ağır işlerde çalışan Balkan Mısırlıları da olabilir, Çingeneler de olabilir. Türkiye’nin yaptığı birçok çalışmada, yaşadıkları ülkelerde çok çeşitli adlarla kimlik bulan, Mısırlıların ya da Balkan Kıptilerinin de gözetilmesi elzemdir. Tamamına yakını Müslüman olan bu halk da diğer Balkan milletleri gibi Türkiye’ye bakan gözleri ile geleceklerini bize endekslemiş durumdalar. Balkanlar, Bosna ve Arnavutluk’tan, Kosova ve Sancak’tan, Batı Trakya ve Makedonya’dan ibaret değil. İçerisinde ayrı onlarca azınlık topluma sahipler. Temennilerimiz, her birini daha iyi tanımak, tanıdıkça coğrafyamızı, bizden alınan asil coğrafyamızı hafızamıza daha iyi yerleştirmek ve 100 yılda bizden çalınan bir haritayı daha iyi anlamak için olsun.
Bir Siyasi Parti, 1915 olaylarından dolayı Ermenilerden özür dilensin demiş. İnsanların ölmesi asla hoş bir şey değil. Günümüzde Ermenilerin sözde “soykırım” ile maksatları açık. Tazminat. Harput’tan, Van’dan, Muş’tan, Kayseri’den ve Adana’dan ve daha onca yerden toprakların arsa-parsel güncel rayiç bedelini tazmin etmek hakkını almaya çalışıyorlar. Bu, ne KKTC’deki Rum mallarının tazmini meselesine benzer ne de bir başka meseleye. Zira binlerce değil milyonlarca metrekare söz konusu.
YÜKSEL HOŞ
Bir Parti, 1915 olaylarından dolayı Ermenilerden özür dilensin demiş. İnsanların ölmesi asla hoş bir şey değil. Ama gerçeklerin çarpıtılması hiç değil. 1915 olaylarının nerelerde cereyan ettiği ve Onca Kürt kardeşimizi acımadan öldüren Ermenilere karşı Kürtlerin karşı hareket olarak Ermenileri öldürdüğü iyi bilinir. Hatta birçok Kürt kökenli kardeşimiz bunu, bir yiğitlik olarak aktarır. Dedesini ninesini dinleyen her Kürt’ün aktardığı bir Ermeni hikâyesi vardır ve bunlar genellikle alınan intikam ile sona erer. Bu, İstanbul, İzmir ve ülkenin her hangi bir yerinde sohbet edeceğiniz orta yaşlı (dedeleri o günleri görmüş olan) bir Kürt’ten de alabileceğiniz bilgilerle sabittir. Osmanlı Devleti, savaşta gençleri askere alınmış savunmasız Müslüman köyleri arkadan vurdukları için Ermenileri, Suriye’ye sürmüş (Suriye o zaman vilayetimiz tabii ki) Yola düşen 400 bin kadar Ermeni’den 10 bini Kürt çeteleri tarafından öldürülmüş. Belli ki Kürtler o zamanlar namus davası yapacak kadar kayıp vermişti ki öç almak için yola düşen Ermeniler hedef seçilmişti. Öldürülen çoğu Ermeni ise, Mardin-Urfa hattında öldürülmüş. Konya, Sivas, Çorum demiyorum dikkat edin. Mardin-Urfa yazıyorum özellikle. Birkaç bin kişi bu güzergâhta hayatını kaybediyor. Az bir kısmı da 500 kişi kadar Erzurum-Erzincan arasında öldürülmüş. Üniversite yıllarımıza dönerek bir isimden bahsetmek istiyorum bu konuda yaşamış bir tarih olan Bitlisli Beytullah Dede’den.
BEYTULLAH DEDE’NİN HATIRALARI
Beytullah Dede vardı bir zamanlar. Yıl 2000’lere gelmeden birkaç sene evveldi ve 1997 civarı olmalıydı. Henüz üniversitede öğrenci idik ve Beyazıt’ta derici dükkânı vardı bu dedenin. 102 yaşındaydı ve bir arkadaşımızın saçlarını uzun görünce kendisine “Papaz mısın sen? Kes saçını Ermeni gibi gezme” demişti. Ardından kendisi ile biraz muhabbet ettiğimizde Ermenilerle olan anılarından bahsetmişti. Canlı bir tarihti ve aynı şunu söylemişti. “Öldürdük! Biz de kestik! Niye kestik? Zorumuz neydi? Senin namusuna tasallut etseler, gelinlik kızını öldürseler, çocuğunun böğrüne haç dikseler, oğlun cephedeyken karına, kızına tecavüz etseler, sen ne edersin kurban? Kısasa kısas dedik peşlerine düştük. Devlete şikâyet etsen devlet mi vardı ki senin arkanda hakkını hukukunu koruyacak? Adamı yakalasalar iki konsolos gelir çıkarırdı hapisten Müslüman’ı suçlu eder korlardı kapıya…..”
102 YAŞINDAYDI
Bu yaşlı adam, 1997’de 102 yaşındaydı. Belli ki 1895 doğumluydu. Yani Ermenilerle 20 yaşına dek bir tanışıklığı kesindi. Onları nasıl kovaladıklarını, ailelerine saldıran Ermenileri konvoyda nasıl yakaladıklarını anlatırdı. Gizlemezdi de. İstanbul Üniversitesi’nden çıkışta Laleli-Beyazıt arasındaki 20-25 metrekarelik dükkânında 4 oğlunun yardımı ile işe gelir, orada taburesinde oturur, zorlukla konuşurdu. Yeri durağı cennet olsun. Tarihçilerin verdiği bilgilere göre, 500 kişi Erzurum-Erzincan arasında; 2 bin kişi Urfa Halep arasındaki Meskene’de; 2 bin kişi Mardin civarında eşkıya ve Arap aşiretlerinin saldırısı sonucu katledilmiş oluyor. Ayrıca bir o kadar, yani yaklaşık 5 bin ve belki de biraz daha fazla kişi de Dersim bölgesinden geçen kafilelere yapılan saldırılar sonucu öldürülmüş. Dahası göç ettirilen nüfus ile sürgün edilen yere yerleştirilen nüfus arasındaki fark da bize kaybedilen Ermeni nüfusunu kesin olarak göstermektedir. Yer değiştirme uygulaması sırasında yeni yerleşim bölgelerine sevk edilen nüfus toplam 438 bin 758, Halep’tekilerle birlikte iskân sahasına varan nüfus ise o dönemde tutulan ve tarihçi akademisyenlerin verdiği rakamlara göre, 382 bin 148’dir. Görüldüğü gibi, ikisi arasında 56 bin 610 kişilik bir fark bulunmakta. Bunun dışında tifo, dizanteri gibi hastalıklar ve iklim koşulları sebebiyle de yaklaşık 25-30 bin kişinin öldüğü tahmin edilmekte ki, bu şekilde 40 bine yakın kişi yollarda kaybedilmiş. Bunun tamamına da katliam deseniz dahi öldürüldüğü iddia edilen 1 milyon, 2 milyonluk rakamlar yine de havada kalır.
RUSLAR’A KATILAN ERMENİ ASILLI OSMANLI ASKERLERİ
Konu ile ilgili belgelerde Osmanlı ordusunda silah altında olan ve daha çok geri hizmetlerde memur olan 50 bin Ermeni’nin de Rus ordusuna katıldığı ve Türklerle savaşmak için 50 bin Ermeni’nin de ABD ordusunda 3-4 yıldır eğitim gördüğü gibi kayıtlar yer almakta. Söz konusu bilgi ise, Amerika’da yaşayan bir Ermeni’nin Elazığ’da dava vekili olan Murad Muradyan’a yazdığı mektupta ifşa edilmiş. Her şey bir benzer hikâyenin değişik senaryolar ile gündeme gelmesinden başka bir şey değil. Elinize silah alır kazanırsanız Sırplar, Yunanlılar, Karadağlılar, Bulgarlar gibi devletiniz oluyor. Kazanamaz iseniz işte bu şekilde tarihte saptırmalar ile atalarınızın bir zamanlar alet oldukları bir siyasi hatayı ya da “ihaneti” aklamak kalıyor sözde “soykırım” davaları ile… Günümüzde Ermenilerin sözde “soykırım” ile maksatları açık. Tazminat. Harput’tan, Van’dan, Muş’tan, Kayseri’den ve Adana’dan ve daha onca yerden toprakların arsa-parsel güncel rayiç bedelini tazmin etmek hakkını almaya çalışıyorlar. Bu, ne KKTC’deki Rum mallarının tazmini meselesine benzer ne de bir başka meseleye. Zira binlerce değil milyonlarca metrekare söz konusu.
DÜNYAYI İNANDIRMAK
Davalı olduğunuz ülkeyi bir kere suçlu hissettirir iseniz, dünyayı da buna inandırırsanız geriye onu mahkûm etmek ve yaptırımlar ile elini güçsüzleştirmek kalıyor. Bunalacak olan devletin en sonunda verelim de feraha çıkaralım şeklinde çıkaracağı bir tazminat iştahlandırıyor ABD ve Avrupa’daki Ermeni Diasporasını. Zira esas problem, Diaspora’yı memnun etmek. Ancak kimse sormuyor. 1800’lerde Sırbistan’daki Yagodina’da, Niş’te, Semendire’de bırakılan on binlerce yüz binlerce dönüm arazilerin hakkı, Sırp İsyanında Morava nehrine atılan Müslümanların cesetleri soykırımın ürünü değil miydi? 9 Kasım 1924 Şahoviç ve Pavino Polye katliamlarında öldürülen ve başları kesilen onca canlı insan değil, şeker pancarı mıydı? O katliamın ardından yeşil yurdunu terk ederek Sivas’a gelenler turist miydi? 1990’larda Vişegrad’da serinlesin diye mi atıldı binlerce ceset Drina Nehri’ne? Srebrenica’daki katliam bir Soykırım değil miydi? Acı olay, cinayet, acı gibi onca farklı kelime ile geçer bu mevzu Avrupa ve ABD kaynaklarında. Ancak önemli olan o kelime yani “Genocide” geçmez. Etnik Temizlik dahi geçer ama Genocide geçmez. Zira “Genocide” kelimesinin karşılığı hukuki hakların tazmini noktasına götürür o suçu işleyeni. Bu da Sırpların hukuksuz bir terörle ele geçirdikleri ve kurdukları uyduruk ülke “Republika Srpska” topraklarını kapsar. Söz konusu Müslümanlar olduğunda acı olaydır. Ancak Ermeniler olduğunda farklı standarda geçilir. Ben bu konuda konvoya saldıranları ne onaylarım ne de suçlarım. Ancak bir parça anlayabildiğimi söyleyebilirim. Zira hepimizin ailesi ve evladı var ve onları kaybetmek kolay bir şey değil.
İSLAM DÜNYASININ ETKİSİZLİĞİ
Neden İslam dünyası da geçmişteki böyle davaları tarihi geçmişten çıkarıp beri getirmez ve neden bir aşağılık kompleksi ile tüm İslam ülkeleri her şeye rağmen batı ile iyi olalım derdi ile eski defterleri değil açmak, bu konuda gayret etmezler? Neden Girit’teki Soykırım zikredilmez ve mahkemelere taşınmaz? Neden Bulgaristan’daki Soykırım, Bosna’daki Soykırım için defalarca kez Birleşmiş Milletler’e gidilmez? Neden hep defans yaparak gole gidileceğini düşünürüz? İspanya, Musevilere yaptığı zulmü kabul ederek vatandaşlık yasası çıkarttı ve İspanya kökenli tüm Musevilere İspanya vatandaşlığı veriliyor artık. Ancak nedense bu, Endülüs Müslümanlarını kapsamıyor. Suç Müslüman olmakta mı yoksa Museviler kadar bu olayların peşine düşmemek mi? Derdinizi anlattığınız ve elinizde tuttuğunuz argümanlarla karşı tarafı sıkıştırdığınız ölçüde eliniz güçlüdür. Eliniz güçlü olduğu ölçüde de mutebersinizdir. Nitekim elinin güçlü olması için Türkiye’nin bir İslam dünyasına liderlik etmesinden başka seçenek yok. İşte bu noktada ise İslam dünyasında darbeci liderlerden kurulu “batılı oyun kurucuların uşaklarının” ait oldukları tarihi çöplüğe atılması ve kendi kendini yöneten bir İslam dünyası gerekiyor ki hükümetimizin de gayret ettiği şey bundan başka bir şey değil. Zira Demokrasi tek çözüm. Ancak görünen o ki; Si si’ler darbe yapageldikçe asla aşağılık kompleksinden kurtulmuş İslam ülkeleri olmayacak. Cezayir, soykırıma uğratılan 6 milyona yakın insanının hesabını Fransa’ya soramadığı gibi Azerbaycan gibi ülkeler de Hocalı için, Karabağ için seslerini yükseltemeyecek. Azerbaycan’ın sadece Hocalı’yı duyurması için yürüttüğü mücadele ise eğer Türkiye’nin meselelerinde Türkiye’ye destek vermezler ise etkisiz, akim kalacak.
KAZAKİSTAN’DA TOPUN AĞZINDA OLABİLİR
Yarın bir gün Kazakistan’da da Ukrayna benzeri olaylar ortaya çıkacak ve Kazakistan’ın kuzeyi Rusya’ya bağlanmak isteyecek. İşte o vakit Kazakistan gibi kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan ülkeler destek için Türkiye’den ses bekleyecek. Ancak uluslararası alanda, “sözde soykırım” meselesinde bizim için ne yaptıklarını da sormayacağız ve kardeşlerimiz üzülsün diye bunu zerre kadar zikretmeyeceğiz. Peki zikretmediğimiz mesele “yok” hükmünde mi oluyor? Asla. Dış işleri bakanımızın özenle seçilmiş metnindeki cümleleri ile Ermenilerin “Duygu sömürüsüne” karşılık en azından ölümlere kayıtsız bir ülke olmadığımız gösterildi ve oldukça yerinde ve anlamlıydı. Bu konunun çok abartılması ve bir vatan millet yapılması ise popülizmin klasik ve alışıldık kartı zaten. Yıllar evvel bu ülkede bir kalkışma oldu. Ermenilerin bir kısmı, Anadolu’yu ve Karadeniz’in bir kısmını parçalamak ve bir Ermenistan kurmak istediler. Olmadı ve bir ihanete alet olarak arkadan vurdular. Sürüldüler ve kendilerine bir başka vilayetimizde ev ve arazi verildi. Hatta bir kısmı geri bile döndü. Bir kısmı ise yollarda öldü. Acı şeyler elbette. Ancak çalanın hiç mi suçu yok? Diyor ya Nasreddin Hoca.. Hiç mi suçu yoktu bu halkın? Soykırıma uğratıldı ise İstanbul, İzmir, Bursa’daki Ermenilere neden bir şey olmadı? Yerli yerinde ticaretinde işinden evine giden insanlar bunların hepsi oysa. Soykırım olsaydı bunlar da unutulmazdı herhalde. Nitekim çoğu Ermeni arkadaşım samimi diyaloglarında bana “Arkadan vurmuşlar hak etmişler kardeşim ne yapsaydı devlet?” dediklerini bilirim. Kürt kardeşlerimizin de geçmişte Ermenilere karşı yaptıkları harekatı onaylamasam da anlıyorum. Konvoylara saldırılmasına saygı duymasam da bunun psikolojisini tahmin edebiliyorum. İşte bu noktada bir şeyi ifade etmek gerekiyor. Bir parti geçtiğimiz günlerde açıklaması ile dikkatimi çekti. Türkiye, Ermeniler’den özür dilemeliymiş. Türkiye özür dilesin diyenler, Türkler özür dilesin demeye getiriyorlar. Peki Kürtler? Kürt ve Türk kardeşlerimizin devletidir bu devlet elbette. Türkiye özür dilediğinde bu hem Türkün hem de Kürtün özrü olur. Ancak konvoylara saldırılar Çorum’da, Amasya’da, Samsun’da Kastamonu’da olmadı. Urfa’da, Mardin’de, Van’da oldu. Bugünkü konjunktürde bu bölgeler bizden sorulur iddiasında olan BDP’nin gerek eş gerekse eş olmayan başkanları buyursun da bu özrü ve açıklamayı yapıp Kürtler adına özür dilesinler.
ÖLENLERİN ÇOĞU KÜRT KÖKENLİ İDİ
İşin acı yanı şudur ki, 1915 olaylarında ölen Müslümanların çoğu Kürt kökenli insanımızdı. Erzurum, Kars, Samsun ve Sivas yörelerinde Türklere karşı işlenen cinayetler ve katliamlar hariç tutulursa tüm Doğu Anadolu’da kanı dökülen masumlar en çok Kürtlerdi. Şimdi eğer bir özür dilenecek ise Kürtler adına her şeyi bila istisna yapan BDP, bundan da geri kalmasın ve önden buyursun…. Ancak bir daha Kürtlerin yüzüne bakamayacaklarını da iyi bildiklerinden onlar için “Türkiye Özür Dilesin” demek kolay geliyor. Zira uluslararası alanda kazanmaya çalıştıkları kabul ve tanınma için geçmiş bir olayın sabıkasını üstlenmek onlara akıl karı gelmiyor ve belki de bu yüzden sık sık, sözde “Ermeni Soykırımı” mevzusunu açarak Kürtlere de soy kırım uygulandığı şeklinde bir uluslararası kamuoyu popülaritesi meydana getirme derdindeler. Ancak gerçek, ayan beyan ortada. Öldürülen Ermenilerin yeri belli, kimlerin saldırdığı da tarihi kayıtlarda, telgraflarda ve tutanaklarda belli. Ben bu konuda Kürtlere en fazla teşekkür edebilirim. Konvoylara saldırdıkları için değil, direndikleri ve yok olmadıkları için. Kaybetseydik Urfa, Van, Mardin, Diyarbakır birer Srebrenica, birer Hocalı, birer Şahoviç gibi olacaktı… Kaybedilmedi ve savaşıldı. Bunun bedelleri oldu elbet. Ölenler oldu. Ancak ölüm her iki tarafı da vurdu. Ben ölmekten yana değilim. Ölenlere ise üzülüyorum elbet. Varsın soykırımcı desinler, dert değil. Sonuçta şu bir gerçektir ki; Katliama silahla cevap vermezseniz Boşnaklar gibi, Azeriler gibi ölüyorsunuz. Hem ölüyor, hem tecavüze uğruyor hem de toprağınızı kaybediyorsunuz. Ama yok, karşı koyar, cevap verir kendinizi savunursanız “soykırım yaptı” ya çıkıyor adınız. Bu arada, Sözde “soykırım” yapıldığı söylenen ilçelerin çoğunda BDP belediyeleri var. Bilmiyorum mesaj alındı mı?
Arnavutluk’ta bu günlerde bir şeyler oluyor. Aslında hep oldu ve muhtemelen önümüzdeki zamanlarda da olacak. Zira ülke çok sayıda büyük ve nüfuzlu ülkenin ya da alışıldık deyimle dış mihrakın bir satranç tahtası durumunda.
DR. YÜKSEL HOŞ
Arnavutluk’ta ülkenin kuzeyindeki petrol yatakları ile açığındaki denizdeki muhtemel gaz yatakları sebebi ile Rusya’nın ve AB’nin, tarihi saplantısı sebebi ile İtalya’nın, etnik gerekçeler ile Yunanistan’ın ve jeopolitik çıkar noktasında da ABD’nin çıkarları mevcut. Buna daha da önemsiz miktarlarda Sırp, Fransız ve Avusturya çıkarları da elbette eklenebilir ancak esas aktörler bunlar. Unutmadan Türkiye de burada önemli bir isim. Ancak oyuncu değil. Zira bizler bölgede oyun kurucu durumunda değiliz şimdilik. Arnavutluk ile aramızdaki münasebet ise karşılıklı kazan kazan ilkesine dayanıyor ve birçok konuda Türkiye, Arnavutluk’a ağabeylik yapıyor olmayı seçen bir ülke. Seçen diyoruz zira ülkelerin içindeki kimi güç odaklarını satın alıp iş çevirmek Türkiye’nin yöntemi değil. Arnavutluk yöneticilerine emir vermek asla, ancak dostça rica etmek noktasında dahi birçok şey çözülebiliyor. Ne var ki buna rağmen Arnavutluk’ta işler istediğimiz gibi gitmeyebiliyor.
DİN KONUSUNDA TERS GİDEN İŞLER
Arnavutluğa ülkemizden son derece entelektüel ve kabiliyetli bir isim olan Şaban İşlek beyin gönderildiğini hatırlıyorum. Kendisi Kayseri müftülüğünde idi ve Kosova kökenli idealist ve pozitif birisidir. Anlaşılan oydu ki Arnavutluk’ta bu konuda işlerin ters gittiğini anlamıştı ülkemiz yöneticileri. Peki hangi konuda ters gidiyordu ki işler? Din konusunda tabii ki. Zira 1967’den itibaren 20 yıl kadar bir süre dinin adının esamesinin yasak olduğu bir ülkede yasaklar kalktığında herkes kendisine şirin görünen yolu seçmişti. Kimi zaman bu şirinlik çikolata paketleri ile kimi zaman ABD dolarları ile kimi zaman da farklı ülkelere göçmen olarak gönderilme vaadi ile Arnavutların kafasını karıştırmıştı. İşte bu zamanlar, yani 1991–2002 arası zaman, Arnavutluk’un en savunmasız kaldığı bir zamandı. Banker krizleri, anarşi dönemi ve onca gelip giden hükümetin başarısızlıkları ile birlikte Arnavutlar için artık din, tek kurtarıcı seçenekti. Ülkenin güneyinden Yunanistan’a giderek vaftiz olanlar ve Yunan vatandaşlığı ya da oturumu alanlar yanında, İtalya’ya giderek aynı şeyi yapanlar bir şekilde kendilerini kurtulmuş saydılar. Geri kalanlar ise yüzlerce misyoner örgütün bir çalışma sahası ve bir açık hava laboratuarı haline geldi. Öyle ki dünyada cemaat bulamayan kimi aşırı uçlar dahi Arnavutluk’tan kendilerine cemaat devşirme yoluna gittiler. Bunlar içerisinde elbette az sayıda olsa da Müslüman ülkelerden gelen vakıf ve dernekler de vardı.
ISLAMIC RELIEF
İşte Vahhabiler veya kendilerinin deyimi ile Selefiler de bunlardan biri belki de en önemlisi idi. 1998 yılında Arnavutluk’ta İslamic Relief gibi İslam’ın güzel ve yardımsever ruhunu yansıtan onca derneğe şahit olurduk. Bunlar, Arnavutluk’ta İngilizce ve Bilgisayar kursları, Arapça ve Kuran-ı Kerim kursları ve çeşitli mesleki kurslar vererek bu ülke insanına hizmet veren kurumlar olarak ön plana çıkmışlardı. Ancak 11 Eylül faciasından sonra o günkü Arnavutluk hükümeti bunların tamamını yurtdışına çıkardı ve Arnavutluk misyonerlere teslim edildi. Ancak bir grup vardı ki onlar Arnavutluk içerisinde kalmaya devam ettiler.
SELEFİLER
Onlar hiçbir şekilde bir vakıf ve dernek çatısı altında örgütlenmedikleri için, sahip oldukları kimi vakıfları kapatılsa dahi bireysel olarak Arnavutluk’ta sürekli faaliyet gösterdiler. Daha 90’lı yılların başında Cidde Üniversitesine yani Suudi Arabistan’a eğitim için getirdikleri yüzlerce Arnavut genç, 2000’li yıllara gelmeden Arnavutluğa tahsilli bir şekilde dönmeye başladılar. Sayıları sürekli arttı. Yaptıkları çalışmalar, Arnavutların geleneksel İslami gelenekleri ve karakterlerinden o kadar farklıydı ki ne onlar Arnavutları Müslüman olarak görüyorlardı ne de Arnavutlar onları tanıyabiliyordu. Evvela Tiran’ın merkezindeki bir tarihi camii olan Pazar Camiini (Kokonoz Camii) restore ettiler. Camiinin duvarlarındaki tüm hat ve nakış eserleri birer birer silindi. Tek işleme ise kubbede kaldı ve ortaya duvarları beyaz badana boyalı bir Camii’den başka bir şey kalmadı. Bunun benzeri restorasyonları ülkenin diğer yörelerinde ayakta kalabilmiş bazı camilere de uyguladılar. Zamanla ise camiilere giden Arnavut yaşlılara “Siz Müslüman dahi sayılmazsınız” diyecek kadar ileri gittiler. Onlara göre namazda ayakları yarım metre açık olmayan kişinin namazı namaz olmadığı gibi, akıl baliğ olmuş bir gencin de sakal bırakmaması kabul edilemezdi. Pek tabii ki her malın alıcısı olduğu gibi onların da bir çevresi oluştu. Günümüzde Tiran’da Rruga Kavaje yani Kavaye Caddesi üzerindeki Dine Hoca Camii, Arnavutluk’taki Selefilerin toplanma yeri ve merkez üssüdür. Selefi dememizdeki kasıt onları selefi kabul etmek değil, kendilerini öyle adlandırdıkları için bir üslup sadece. Vahhabi dediğimiz kimselerin birebir aynısından bahsediyoruz zira. Kavaye caddesindeki bu Camii, Tiran’da belki de nev-i şahsına en münhasır örneği teşkil eder. Zira şehir meydanındaki Ethem Bey Camii’nin cemaati yaşlılardan oluşurken Dine Hoca Camii’nin cemaatinde yaşlılara rastlanmaz. İçerisinde ne bir Allah ve Muhammed yazısı ne bir duvar hattı, ne de herhangi bir süsleme bulunmaz. Beyaz badanalı duvarlar ve yüzlerce kitap ve düzgün bir ses ve abdest düzeneği mevcuttur. Ethem Bey camiinde okuyacak 10–20 kitap zor bulurken Dine Hoca Camii’nde başlı başına bir kitaplık bulunur. Ethem Bey Camii’nde uyuyan ve sohbet edene rastlanmazken Dine Hoca Camii’nde içeride uyuyanlar, Kuran-ı Kerim dersi alanlar, sohbet edenler ve ders verenlerden oluşan oldukça dinamik bir ortam bulunur. Ancak her iki camii için de bir ön kabul söz konusudur ve Arnavutluk İslam toplumunca malum olan bu ön kabule göre her iki camii de sırtını birer dini cemaate dayamıştır. Zira Vahhabiler’in örtülü bir şekilde Suudi ve Körfez kaynaklarından beslendiği söylenir iken Ethem Bey Camii ve idare edenlerin de ülkemizde bu aralar son derece ünlü olan bir camianın Arnavutluk uzantısı olan Sema vakfından destek aldıkları iddia ediliyor. Bu konu yarı politik bir yönü de içerdiği için hangi cemaat olduğu konusunu bu sütunlara taşımamak gerekiyor. Ancak Selefilerin bu konudaki en ciddi itirazı şudur. Arnavutluk’taki diyanetin eş değer kurumu diyebileceğimiz KMSH’nin tamamı ile Sema Vakfı güdümüne girmiş olması. Tüm üyelerinin ve idarecilerinin de ya Türk okullarından yetişmiş olması ya da Türkiye’de eğitim ve tahsil almış olmaları. Buna son örnek olarak ise bir rahatsızlıklarını belirtiyorlar. Bilindiği üzere “Komuniteti Mysliman i Shqiperise” Yani Arnavutluk’taki camiler, dini personel ve dini vakıf malları üzerinde otorite sahibi tek dini kurum olan KMSH kurumunda geçtiğimiz haftalarda bir seçim yapıldı.
KMSH SEÇİME GİTTİ
Eski KMSH başkanı Selim Muça’nın görevi nihayet bulmasından dolayı KMSH yeni bir seçime gitti ve 99 oydan 88’ini alan Boğaziçi Üniversitesi Mezunu Skender Bruçaj Arnavutluk KMSH başkanı oldu. İşin enteresan tarafı ise Skender Bruçaj’ın ilahiyatçı değil psikolog olması. Dahası bu kişinin Epoka adlı Türk Üniversitesi’nde kariyer yapmış olması da onu Selefilere göre sözü edilen bir camianın adamı gibi göstermeye yetiyor. Selefilerin önde gelen isimlerine KMSH’deki bu seçimleri sorduğumuzda bizlere bunun bir tiyatro olduğunu açıklıyorlar. Zira onlara göre Skender Bruçaj’ın karşısındaki rakip de aynı camiaya mensup idi ve o da 11 oy almıştı. Kendi kendilerine oylama yaptılar ve Arnavutluk dini kurumunu ele geçirdiler” diyen Selefiler biraz da hiçbir şekilde Sema Vakfı tekelinden dolayı seslerini duyuramamaktan şikayetçiler. Ancak buna rağmen Elbasan merkezli bir radyoya sahipler. Ne var ki yine de seslerini duyuramadıklarını söylüyorlar. Zira KMSH bünyesinde kendileri ile diyaloga hiç geçilmediği ve muhatap alınmadıkları gibi argümanları var. Bu sebepten pek alışıldık olmamasına rağmen Türkiye’yi bu alanda hakemliğe davet ediyorlar.
PEKİ SORUN NEREDE?
Aslında Selefilerin de göründükleri kadar masum olmadıkları açık. Masum olsalar dahi ekollerindeki problemli doktrinleri sonucun masum olmasını engelliyor. Başlangıçta safiyane niyetlerle yaptıkları tebliğ faaliyetleri daha sonrasında aşırı bir takım söylemler ile “cihadi eylemler” haline gelebiliyor. Bir defa itikadi noktada oldukça alışıldığın dışı ve tekfirci üslupları sebebi ile geleneksel İslami yaşam tarzına sahip kimseleri ittikleri ve dışladıkları açık. Hem de bunu Arnavutluk gibi bir ülkede yapıyor olmaları, eldeki dindar topluma da yabancı kalmaları gerçeğini getiriyor. Zaten “Müslümanım” diyen sıradan Arnavutları ve Bektaşileri de Müslüman’dan saymadıkları için probleme bir de bu ekleniyor. Olmazsa olmazları arasında ise belli başlı ön kabulleri mevcut. Örneğin Regaib Gecesi, Berat Gecesi, Miraç ve Mevlid kandillerini ve Mevlidin kendisini Bid’at yani dine sonradan eklenen batıl inanışlar olarak kabul ediyorlar. Bir de Tağut kelimesi üzerinde çok fazla durup vaaz veriyor olmaları onları silaha er geç sarılmaya hazır bir kavrama itiyor. Tağut, Allah’ın düzeni dışındaki her tür küfür düzeni demek. Bunu abartan kişiye göre demokrasi ve parlamenter sistem de birer tağut olabiliyor. Öğrettikleri tağut kavramının sınırını da çizmedikleri için cemaatleri de Selefilerin belli başlı fraksiyonlarına teslim olabiliyor. İşte bu noktada ülkemizde Niğde’de masum insanlarımızı öldüren Arnavut uyruklu teröristlere bağlanıyor durum. Zira bunların biri Arnavutluk’tan, diğeri ise Makedonya’dan gelen Arnavut milletinden insanlar. Peki bu insanları Türk milletine silah çekebilecek kadar bize düşman eden neydi? Aslında bize düşman oldukları yok. Zira Arnavutluk’tan Suriye’ye giderken de niyetleri Beşşar Esed’e karşı savaşmak istekleri. Onlara göre istekleri çok net. Suriye’de Esed’in tağut düzenini yıkacaklar, Irak Şam İslam devletini kuracaklar ve şeriatı getirecekler.
HAKKIN GRUBU
Arnavutluk’ta “Grupi Hakut” yani Hakkın Grubu adı ile faaliyet gösteren ve kendilerine bu adı veren de işte bu aşırıcı Selefi gruplar oluyor. Suriye’ye militan gönderen, yüzlerce Arnavut’un ve Suriyeli’nin kanına giren bu kimseler, sadece Arnavutluk’ta değil tüm Balkan ülkelerinde kol geziyor. 11 Eylül’de ılımlı tüm İslami gruplar Arnavutluk’tan atılırken bu kimselere hiç dokunulmamış olması belki de gerçeğin en manidar tarafı olsa gerek. Bu yüzden de geliştikçe geliştiler ve kendilerine dokunulmamış olmasından dolayı da adeta “Allah’ın yolunu açtığı ve durdurulamayan bir grup” olduklarını düşünerek kendilerine ilahi bir seçilmişlik psikolojisi de yüklemişler. Bunda o derece ileri gitmişler ki Selefilerin Arnavutluk’taki en önemli ve saygın ismi olan Dine Hoca Camii İmamı Hoca Ahmet Kalaja’yı bile kendileri kadar aşırıcı fikirlere sahip olmadığı için tağuta hizmet eden kişi gibi görebiliyorlar. Söz konusu camideki cemaat ile yaptığımız görüşmelerde ki bunların tamamına yakını selefidir, Arnavutluk’ta, Suriye’ye gitmek için çocuğunu dahi beraberinde savaşmaya götüren Arnavutların olduğunu öğrendik. Hem de bu insanlar çocuklarının annelerinden çocuğu yurtdışına çıkarmak için imza alırken Suriye’ye gideceklerini dahi söylemeden çeşitli yalanlarla bu imzaları almışlar. Bahane edilen ülkeler ise çok farklı ülkeler. Zaten Suriye’ye Arnavutluk’tan direkt ulaşım da olmadığı için bahaneleri bir bakıma gerçeğin bir kısmının gizlenmesi ile aynı manada. Bu arada hemen belirtelim ki Suriye’ye savaşmaya giden bu Arnavutların neredeyse hiç biri Özgür Suriye Ordusu saflarında Esed’e karşı savaşmak için gitmiyorlar. Irak Şam İslam Devleti (İŞİD) denilen bir örgüte katılıyorlar ki El Kaide’den dahi farklı ve aşırı bir örgüt bu. Nitekim söz konusu örgüt üyelerine göre Özgür Suriye Ordusu tağutu temsil ediyor ve yok edilmeli. Çünkü Özgür Suriye Ordusu’nun idealindeki Suriye, demokratik bir Suriye. Ve İŞİD militanları da demokrasiyi tağut olarak gördükleri için Özgür Suriye Ordusu’na karşı savaşıyorlar. Ve işte tam bu noktada da Türkiye ister istemez hedef oluyor çünkü Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyen ülke olarak hedef oluyoruz. Aynı zamanda demokratik bir ülkeyiz ve bu da hedef olmamızı katmerleyen bir olgu. Son derece sığ bir bakış açısı ile soru sorması yasak edilen İŞİD militanlarına Türkiye hedef gösterilebiliyor. Peki neden? diye sormaları halinde dahi, “Sorular fitne yapıyor sorgulamak yasak emirleri direkt yerine getirin” talimatı alıyorlar. İşte düğüm de burada. Henüz çocuk denecek bir yaşta ülkemize savaşmaya gelen Qendrim Ramadani ve Muhammed Zaqiri isimli Arnavut gençler de akıllarını tağut ile bozdukları için bu derece beyinleri hipnozlu birer militan haline gelebiliyorlar.
ARNAVUTLUK MÜSLÜMAN FORUMU
Buna karşın Arnavutların arzusu ise çok basit. Forumi Mysliman i Shqiperise yani Arnavutluk Müslüman Forumu adlı sivil toplum kuruluşu, yıllardır Türkiye’den kendileri için bir radyo kurması için destek istediklerini belirtiyorlar. Bizler Türkiye’nin lider ülke vizyonu ve ülkemizdeki geleneksel İslami yaşam tarzını yaygınlaştırmak ve burada var olabilmek için bunu yapmak zorundayız diyorlar. Hiçbir cemaat ve politik görüş ile de alakaları olmadığı ve olanakları son derece de kısıtlı olduğu için seslerini hali ile duyuramıyorlar. Ancak Arnavutluk’ta artık ülkemizin muhatap alması gereken bir diğer kurum olarak Arnavutluk Müslüman Forumu’na da protokolde yer verilmesi iyi sonuçlar getirecektir. Hemen hepsi Türkiye sevdalısı olan bu STK’daki her bir üyenin evlerinde 70 santimlik bir Türk bayrağı mutlaka bulunuyor. Ne var ki onlar da KMSH’ye göre ayrılıkçı, Selefilere göre ise gelenekçi bir grup olarak görülüyorlar. Kısacası güçsüz iseniz ve hiçbir camiaya yaslanmamış iseniz işiniz daha da zorlaşıyor. Güçsüzlerin gücü, kimsesizlerin kimsesi olmaya niyetlenenler içindi yazımız.
Balkanlar, kabaca Tuna Nehri’nin güneyindeki sahadan Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına ve boğazlara dek uzanan sahayı teşkil eden tarihi ve kültürel bağlarımızın olduğu bir saha. Ne var ki bu topraklardan 1912 yılından itibaren ayrı kaldık ve giderek hafızamızda birer yabancı ülke gibi görmeye başladık.
YÜKSEL HOŞ
1945 sonrasında bu topraklarda hüküm süren sosyalizm ve komünizm dönemlerinde ise bu kez oradaki insanımızın bizimle iletişimi zorlaştı. Nitekim 1990’lar başında başlayan Bosna Savaşı ve 90’ların sonunda 2000’e ramak kala patlayan Kosova Savaşı’nda bu bölge ile tekrardan bağlar kurduk. Ya da diğer bir deyişle, kopan bacağın bıraktığı yerdeki kaşıntısını hissettik. 2000’lerin ilk yıllarından itibaren başlayan Ak Parti ve Erdoğan iktidarında ise Balkan yarımadası ile ayrılmaz ve sağlam köprüler tesis edildi.
ORTODOKS ÜLKELER DE DESTEKLENDİ
Bu bağlamda, Eximbank kredileri artırıldı, TİKA işlevselleştirildi. Yunus Emre Kültür Merkezleri ve enstitüleri Balkanların dört bir yanında kuruldu. Bosna Hersek’te koskoca bir Türk üniversitesi olan International University of Sarajevo kuruldu. Karşılıklı vizeler kaldırıldı. THY seferleri artırıldı. Arnavutluk, Bosna Hersek ve Kosova’da Türk işadamları yatırımlara teşvik edildi. Bu ülkelere hibeler ve çok çeşitli yollarla yardımlar yapıldı, bütçeleri ve ekonomileri desteklendi. Sadece bu üç ülke değil, dindaş olmadığımız halde Makedonya, Karadağ gibi küçük Ortodoks ülkeler de desteklendi. Makedonya, Yunanistan karşısında uluslararası alanda yaşadığı isim problemi ile Türkiye’den destek bulurken Karadağ da çeşitli şekillerde Türk yatırımları ve direkt diplomatik destekler ile Türkiye’yi yanında buldu. Bunun dışında Makedonya, Sırbistan, Bulgaristan gibi Balkan ülkelerine Türkiye’nin geleneksel yardım eli, gerek TİKA gerekse Eximbank kredi ve hibeleri ile her daim gönderildi. Eskiden Yunanistan’ın ekonomik tekeli altında bulunan Arnavutluk ve Makedonya’da Türk şirketleri büyük yatırımlar ve ihaleleri devralmakla yetinmediler bu devletlerden de ciddi özelleştirmeler alarak karlarına kar kattılar ve bu ülkelerde Türkiye, daha da bir güçlü algı zeminine oturdu. Kendilerini bir asırdır yetim hisseden Balkan Müslümanları ise bulundukları ülkelerde devlet kademelerinden kendilerine yüz yıldır kapanan kapılar ile fakirleşmiş makûs talihlerini bu şirketlerde iş bularak değiştirdiler.
TÜRKİYE ALEYHİNE YAZILANLAR KİTAPLARDAN ÇIKARILDI
Balkan ülkelerinin tarih kitaplarında Türkler aleyhinde yazılmış ve eski rejimlerin ve hamasi anlayışların kalıntısı onca ibare ortak komisyonlar düzenlenerek genç beyinlerin zihinlerine tesir edecek bu kitaplardan çıkarıldı ve çıkarılıyor. Sırbistan’da ve Makedonya’da Yunus Emre Kültür Merkezi’nin kurslarına giderek Türkçe öğrenenlerin sayısı hiç de azımsanacak boyutta değil. Yunanistan ile ortak bir anlayış ve yeni bir dönem tesis edilmekte. Her alanda iyileşen ilişkiler, Batı Trakya’ya ve oradaki soydaşlarımızın günlük yaşantılarına da yansımakta. Artık İskeçe’nin dağ köyleri yasak bölge falan değil. İskeçe’den Mustafçova’ya ve Şahin’e giderken sizleri izleyen Yunan istihbaratı da yok. Ya da en azından belli etmiyorlar ve usulünce bunu yapıyorlar. Zira Yunanistan’da istediğiniz yere gitmek hiçbir zaman bu kadar kolay olmamıştı. Bütün bunlar olurken, pek tabii ki bu ülkelerdeki Türkiye algısı ise her zamankinden de güçlü bir şekilde kendini belli ediyor. Henüz geçen ağustos ayında İpsala sınır kapısında konuştuğum Yunan gümrük görevlisine “Ekonomi nasıl?” diye soruyorum. Eh işte dercesine elini terazi hareketine benzer bir şekilde sallıyor ama dudağı bükük… “Yani eh işte ama kötü….” Dercesine. Çare? Diyorum. “İşte o bizde yok ama sizdekini gönderin o düzeltir” diyor. Bizdeki? diye soru iması ile ona bakarken ise, az yüksek bir sesle “Erdogan, Erdogan!!!” diyor. Yumuşak g harfini telaffuz edemeyen bir aksan ile söylüyor. Kısa bir gülüşmenin ardından el sıkışıp ayrılıyoruz.
SELANİK’TEKİ ORTODOKS TÜRKLER
Yunanistan’da birkaç gün kalıyoruz. Selanik’te ara sokaklarda parklarda oturan, Gürcistan’ın Tsalkha bölgesinden Yunanistan’a getirilmiş olan Ortodoks Türklere rastlıyoruz. Despina teyze ile tanışıyoruz. Kendisi sadece Türkçe konuşuyor. Bizi buraya “grekpontik” (Karadeniz Rumu) diye getirdiler başta ikram ettiler maaş bağladılar ama şimdi kestiler hepsini. “Govalamazlar emme istemezler de şinci burada galdıh bele neydek” şeklinde Erzurum aksaanına benzer bir aksaanla derdinden bahsediyor. Kendisi hiç ama hiç Yunanca bilmiyor. Yanındakiler de bilmiyor. Bu insanlar vaktiyle Ruslarla bir anlaşma sonucu Erzurum ve Kars Ardahan çevresinden Gürcistan’a sürülen “Urum” denilen Hıristiyan dininden Kıpçak Türkleri. Ancak dinlerinin “Rum Ortodoks” şeklinde adlandırılması, zamanla onların da Rum Ortodoks veya Grek şeklinde adlandırılmalarına sebep olmuş. Yunan liderleri de Sovyetlerin dağılması ile birlikte Gürcistan’a kalabalık heyetlerle gelip bu insanları Yunanistan’a çağırmışlar. “Hepiniz gelin, Yunanistan geniştir ve zengindir” denmiş. Nitekim Gürcistan’da yaşayan 100 bine yakın “Urum” geride kalan 5–10 bin kişilik istisna dışında olduğu gibi Yunanistan’a getirilmiş. Buna Ukrayna’nın Mariupol şehrinden gelen Urumlar da eklenince kuzey Yunanistan’a ciddi bir Türkçe konuşan Hıristiyan kitlesi taşınmış. İşte Urumlar bunlar. Kendilerini başlı başına bir millet sanmak bir yana Yunan sanıyor ancak tek kelime dahi Yunanca bilmiyorlar. Yunancayı hiç bilmemelerine rağmen orada ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyorlar ve konuştukları dilin Türkçe olduğunu söylediğimizde ise bize “Yohh bu Urumca, biz Urumca gonişirik Türkler Müselman biz onnar kimi Müselman değilik” şeklinde cevap veriyorlar. Hatta aralarında en yaşlısı olan bir teyze ise, “Uşahlar hep işsiz dolanir, sizin Erdoğan Prezidente bir ses edin de bizi toplasın Türkiye’ye alsın yetti bura canımıza” şeklinde de teyze elimi tutup dert yandı. Erdoğan’ı Prezident şeklinde anması ise enteresandı. Zira Prezident dillerine Rusça’dan geçmiş olan ve devlet başkanı manasındaki bir kelimedir. Erdoğan’ı nereden biliyorsun? Dediğimizde ise; “Bilecem ya neye bilmeyecem? Tam gospodar işte bize o lazım” dedi. Gospodar, Rusça’dan onların diline geçmiş bir kelime ve devlet başkanı, otoriter kimse manasına geliyor. 90 yaşındaki teyze Gospodar derken eliyle ağır bir taşı avuçlar gibi tutarak ağzını doldura doldura konuşarak gözüme bakıyordu. Düşününüz… Bu insanların bile ümitleri ve gözleri buralara bakıyor. Selanik’te yarı yıkık ve ibadete kapalı Alaca İmaret Camii’nin önünde her gün birkaç tahta banka oturarak vakit geçiren bu teyzelerin hiç birisinin de Yunanlılık ile uzaktan yakından bir ilgisi yok ve seslerinin duyulmasını istiyorlar. Erdoğan ise ümitleri.
GARSON KIZLA MUHABBET
Selanik’in aşağısında Faralya denilen deniz kıyısındaki kafeteryalardan birisinde frappe denilen soğuk ve köpüklü kahveyi içmek için mola verdiğimizde ise Garson kız bize Türk müsünüz? Diyor. Evet dediğimde ise bir muhabbet başlıyor ayaküstü. Niğde’den gelmiş dedesi ve ninesi. Anne ve babasının ise evde arada bir Türkçe konuştuklarını belirtiyor ve az da olsa Türkçe konuşabildiğini bize göstermek istiyor ve birkaç sefer Türkiye’ye geldiğinden bahsediyor. Nasıl buldun? Dediğimde ise, “Gelişmiş bir ülke. Hızla güçleniyor. Sizinkiler bizimkiler gibi soyguncu değiller o ülke gerçekten yönetiliyor. Ben krizden önce 1500–2000 Euro kazanıyordum ama şimdi mesaiye kalsam bile bahşiş dâhil elime geçecek olan para 750–800 ya var ya yok” diyor. Başbakanı sorduğumuzda ise gözleri parıldayarak “Çok karizmatik birisi” diyor ve “Selamımı söyleyin” diyor. Enteresandır ki Başbakan’ın Yunanistan’daki algısıdır bu. Tabi bu diyalogların tamamını İngilizce götürmek zorunda olduğumuz için Urum teyzeler ve Türkiye kökenli yaşlı mübadil Rumlar dışında hiç kimse ile Türkçe konuşmadık diyebiliriz.
TÜRKİYE SEVGİSİNİN RAKİBİ AVRUPALILIK KİMLİĞİ
Yunan sınırından çıkarken Yunanistan-Makedonya sınır kapısı olan Meçitliya sınır kapısında karşılaştığımız Makedon sınır görevlisi Türkçe “Merhaba kardeş” şeklinde hitap ettiğinde bir de kendisi konuştuk. Bize Türk kahvesi var mı? Diye sormuştu ve biz de aracımızdaki tek içimlik kahvelerden birkaç tane verdik. Kısa bir muhabbetin ardından ise Türk dizilerini izlediğini ve beğendiğini ifade etti ve sıcak bir şekilde uğurladı bizleri. Makedonya’da Bitola şehrinde konuştuğumuz Ortodoks kökenli Makedon yaşlılarda ise güçlü bir Türkiye algısı mevcut ve ağırlıklı olarak “Keşke Türkiye olsaydı burada” serzenişlerini dile getiriyorlar. Hatta bazıları ise; “Türkiye yeniden gelsin, alsın da çeki düzen versin buralara” dediğinde ise duygu ile karışık bir şaşkınlık kapladı yüzümüzü. Ne var ki aynı şey genç kuşak için söz konusu değil. Onların gözü AB’den başkasını görmüyor ve mevcut yönetimin “Makedon Ulusu” fikrini benimsemiş gibiler. Onlarda dahi Türkiye ve Erdoğan’a yönelik güçlü bir devlet ve devlet adamı algısı mevcut. Ancak Makedon Ulusu fikrini benimsemeyen Arnavut, Türk, Boşnak, Torbeş ve Gorani gibi diğer milletler de ülkede kalabalık sayılar ile mevcut ve onlardaki Türkiye sevgisi apayrı. Bizler, Avrupa’nın refahına eriştikçe anlaşılıyor ki Türkiye sevgisi ve muhabbeti yanında Türklük de marka değerini insanların algısında aynı oranda artırmakta.
ROALD HYSA’NIN TÜRKİYE SEVGİSİ
Makedonya’dan Arnavutluğa geçtiğimizde ise bu ülkedeki genç mütefekkirlerden Roald Hysa’nın benden rica ettiği ve özel olarak istediği büyük boy Türk bayrağını buluşup vermek için sabırsızlanıyordum. Roald ya da arkadaşlarının deyişi ile “Aldo”, Tiran’da Müslüman olduğunu gururla ve bilinçle söyleyebilen az sayıdaki bilinçli ve entelektüel Arnavut’tan birisi. Aynı zamanda bir STK olan Arnavutluk Müslüman Forumu yetkililerinden. Daha bir önceki kuşağa ana ve babalarının söylediği “Ne jemi Turk, ne jemi Mysliman” (Bizler Türküz, Müslümanız) ifadesindeki Türklüğü reddetmeyen ve bunu ırk olarak değil millet ve din olarak algılayan böyle temiz Arnavutlara bu ülkelerde rastlamak gerçekten sevindirici. Kendisi aynı zamanda son olaylarda Erdoğan hükümetine karşı yürütülen yıpratma kampanyalarını da zar zor da olsa takip etmeye çalışıyor ve hükümetin yükselişini durdurmak isteyen iç ve dış güçlerin de bilincinde. Facebook sayfasında kendisi ve dostlarının sıklıkla Erdoğan’a destek mesajları içeren resimleri koyması da bunun bir yansıması aslında. Kendisine istediği bayrağı verdiğimde yüzündeki gülümseme görülmeye değerdi. Bosna Hersek’teki Güçlü Türkiye ve Erdoğan sevgisinden ise bahsetmeyeceğim. Burada ister SDA (Aliya’nın partisi) destekçisi veya muhalifi olsun her Boşnak için Erdoğan, başlı başına bir sembol kişilik. Ülkede Erdoğan’ı bilmeyen ve sempatisi olmayan yok gibi. Aslında bu konu belki birkaç yazı dizisine de yetecek kadar mümbit ve bolca örneklerle dolu bir konu olduğu için burada bırakmak, en doğru olanı.
Peki ya Balkanlar dışında algımız ne durumda?
Aldo’nun ardından henüz birkaç gün önce ziyaret ettiğim Hindistan’a geçiyoruz. Hindistan’da 12.Uluslararası Asya Şehircilik Sempozyumu için Varanasi şehrindeydim. Burada uluslararası camiadan çok sayıda coğrafyacı da vardı ve konferans bitimi Ganj nehrindeki tekne turunda yanımda oturan ve konferans için gelmiş olan bir Pakistanlı akademisyen bana, Erdoğan’ın Pakistan’a geldiğinden ve tarihte ilk kez bir başbakan için böylesi büyük bir karşılama yapıldığından bahsetti. Erdoğan’ı nasıl biliyorsunuz? Dediğimde ise; “Büyük, çok büyük bir lider. Sizin için başlı başına bir değer. Bizde de ona yakın İmran Khan var ancak daha iktidara gelmesi için zaman lazım. Fakat sizin Erdoğan bizim ülkemizde çok meşhur ve seviliyor. Daha önce Suudi Arabistan kralı için benzer bir karşılama yapmıştı bizim devletimiz ancak halk sokaklara dökülmemiş, 10 milyon insan caddeleri doldurmamıştı. İşte Erdoğan için bu oldu ve bence bu çok şaşırtıcı.” Dedi.
Son örnek ise Varanasi dönüşünde Agra şehrinde bizi gezdiren Müslüman rehberimiz ShahidKhan idi. Kendisi Erdoğan’ı tanımadığını ancak sadece Davos zirvesinde İsrail’e verdiği cevaptan dolayı en sevdiği lider olduğunu belirtiyor ve “fazlasını da bilmeme gerek yok zaten…” diye de ekliyor.
Belki de olaylara ShahidKhan gibi bakmak en kolayıdır. Zira bir insanı sevmek için bazen bir tek sebep yeteceği gibi soğumak için de bir tek sebep yetebilir. Günümüzde STK’lar, cemaatler ve ideolojik akımların tesirindeki insanlarımız, ideallerindeki kişileri ve kanaat önderlerini bir tek yönüne bakarak severken belki diğer birçok yönünü de görmeden sevmekteler. Sevmek, sempati beslemekte asla zarar yok. Ancak bu sempati, bir diğerini “hain” ya da “hırsız” ilan etme noktasına geliyor ise işte sevilen ve seven ilişkisinde hayırlı şeyler olmuyor demektir.
Ne olursa olsun, kabul edelim ki, gelişen, ilerleyen güçlü ve bir o kadar da adından söz ettiren bir Türkiye ve onu karizması ile gayet iyi taşıyan ve markalaştıran bir lider ile dünyada bilinmeye başladık. Bizleri hiç tanımayan ülkeler dahi artık Türk Hava Yolları ile uçmak istiyorlar. Sivil Toplum Kuruluşlarımız dünyanın dört bir yanında ücretsiz sağlık ve sosyal hizmetler ve yardımlar ile adını duyurmakta. Devlet, tüm kurumları ve diplomatik, yarı diplomatik organları ile kendini yurt dışında azami ölçüde göstermekte. Gelişen bir ekonomi, gelişen bir sanayi ve ticaret hasılası ile Türkiye, İslam dünyasının göz bebeği. Bu ülke söz konusu ise sanıyoruz ki geri kalan her şey teferruattır.
Uzaktan sevenlerin sevgilerini taşımak ve buradan duyurmak istedim. Çünkü uzaktan sevenlerin hiçbir çıkarı yoktur. Onlar dolunaya bakar gibi severler. Ulaşamadıkları halde, parlaklığın ve şuanın tesiri ile severler. Sevdikleri kişinin yakınında rant ve çıkar için dolananların kalabalığı arasına girmeye cesaret dahi edemeden sevenler adına bizler de vazife bilip, bu satırları “Sevgimizi ve selamımızı iletin” diyenlerin emanetini bir muhabbet görevi sayaraktan yazdık.
Selam ve Sevgilerle.
Dr. Yüksel HOŞ
Çok da idealist olmayan bazı öğretmenler tarafından yetiştirilmiş olanlar için Filibe, Varna, Üsküp, Belgrad, Niş, Dıraç, İşkodra, Yeni Pazar, Kayalar, İskeçe, Dedeağaç gibi yerleşmelerin toplumsal hafızamızdaki yeri hakkında verilecek hiçbir yanı yoktur. Pek tabii ki idealist ve işini yapan öğretmenler müstesna.
YÜKSEL HOŞ
Hepinizin bildiği üzere çoğu devlet kurumumuzu aradığımızda karşımıza çıkan bir kayıt vardır. Yöneltilmek istediğimiz şubeye göre “dâhili numarayı biliyorsanız lütfen tuşlayınız. Bilmiyorsanız operatöre bağlanmak için bekleyiniz.” Şeklinde bir bayan sesi duyarız. Derken adını dahi bilmediğimiz bir hafif batı müziğinin dijital ve son derece kalitesiz bir tınısı ile baş başa kalırız.” Eğer görüşmek istediğimiz kişi yoksa ya da yerinde değil ise dakikalarca o müziği beklemek durumundayızdır. Edirne Valiliği’ni ararsanız dinleyeceğiniz müzik, “Time for us” adlı yabancı bir parçadır. Bazen bu durum, bir devlet bankasının müşteri hizmetleri için ya da bir havalimanı için de söz konusudur. Emniyetin pasaport dairesine bağlanmak için, Valiliğin nüfus dairesine bağlanmak için de benzer müzikleri dinlediğimiz olur. Hatta çok daha kalitesizlerini bile. Ancak ülkemizde tarihi ve coğrafi meselelerde bir cehalet giderek yükselen bir boyuta vardı ve ülke gençliğinin büyük bir kısmı ki bu daha çok büyük şehirlerde yaşayan “elit zümre” arasında daha çok yaygındır; Tarih ve Coğrafya meselelerinde zayıf, ilgisiz ve alakasız yetişmeye başlamıştır. Çoğunlukla söz konusu derslerde uyuyan ya da farklı şekillerde bu derslerinden geçer not alan gençler ve çok da idealist olmayan bazı öğretmenler tarafından yetiştirilmiş olanlar için Filibe, Varna, Üsküp, Belgrad, Niş, Dıraç, İşkodra, Yeni Pazar, Kayalar, İskeçe, Dedeağaç gibi yerleşmelerin toplumsal hafızamızdaki yeri pek yoktur. Dahası bunların çoğu hakkında müfredatta verilecek kapsamlı bilgiler de yoktur. Pek tabii ki idealist ve işini yapan öğretmenler müstesna. Onlar da Kaç tane gence yetişecek ki zaten? Bu bakımdan idealist olan öğretmenlerimizin de artık müfredatta olmayan ve oldukça ciddi öneme haiz bir konuda idealist olmalarını beklemek de imkânlar dâhilinde mantıksız olacaktır. Bilindiği üzere büyük milletler, kaybettikleri coğrafyaları aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hala eski adları ile yazmakta ısrarlıdırlar. Bu, kaybedilen yerlerin kaybını kabullenememekten dolayı olabileceği gibi aynı zamanda o coğrafyalardan göç etmiş olan kişilerin, ata topraklarını haritada daha rahat bulup bilmesi ve belki bir haritanın ola ki bir kişisel merakı tetikleyerek oralar ile o kişinin bireysel bir bağ kurmasına yol açması açısından tercih edilmiş olmalıdır. 2005 yılında bir vesile ile gittiğim Rusya’ya bağlı Kaliningrad şehrinde bir kısım Alman yatırımcılara ve buralarda evlenmiş genç alman vatandaşlarına rastladım. Tamamen kökenleri olan Königsberg’e nostaljik bir ilgi ile gelip buraya yerleşmişler. Belli ki bazı Alman vakıfları da buna öncülük ve proje desteği sağlamış. Tabii Ruslara bu nasıl aksettirildi ayrı mesele. Her biri idealist gerekçelerle geldikleri bu şehirde idealist kişiliklerini tüccar, sanatçı ve akademisyen vizyonları ardına gizlemiş ve sakin şekilde bir Alman tohumu atmışlardı bu eski Alman şehrine. Kaliningrad, Rusya’nın Almanya’ya en yakın yeridir ve bir Eksklav topraktır. Yani Rusya ile doğrudan bir sınırı yoktur ve Rusya’dan coğrafi olarak kopuk ama siyasi açıdan Rusya’ya ait bir topraktır. Rusya’dan birkaç yüz kilometre ötede olup Almanya ile de arasında bir Polonya sahil şeridi vardır. Şehir, 1945 yılına dek, Alman toprağıdır ve Almanlar için kralların taç giydiği Königsberg şehri olarak bilinir. Matematikteki ünlü “Königsbergin 7 köprüsü” adlı çizge kuramının da temelini oluşturan problemin de çıkış noktasıdır. Emmanuel Kant adlı büyük Alman filozofunun doğduğu yerdir. Dahası günümüzdeki ünlü Amerikan yönetmenlerinden Woody Allen’ın da babalarının ABD’ye göç etmeden önce yaşadıkları şehirdir. İşte bu şehir, 1945 yılında Almanya kayıtsız şartsız teslim olurken, teslim ettiği ve artık Alman toprağı olmayacak olan onca şehir arasında Rusya’nın payına düşecek olan şehirdir. Almanya’dan savaş tazminatı olarak ele geçirilmiş olan ve adı dahi değiştirilip içerisindeki tüm Almanların sürüldüğü bir şehir haline getirilmiştir Königsberg. Adı ise Rus haritalarında Kaliningrad, Alman haritalarında ise halen Königsberg olarak yazmaktadır. Bizi I. Dünya Savaşı’na sokan Breslau gemisinden hatırımızda kalacak olan geminin adının verildiği Breslau şehri de Polonya’ya verilir ve adı Wroclaw olur aynı savaşın ardından. Danzig denen Alman limanlarının en önemlisi de Polonya’ya teslim edilir ve adı 1990’lara doğru Polonya’yı demokratikleştirecek olan Leh Valessa ile anılan, Gdansk şehri olur. Bu ve benzeri onlarca şehir ve yüzlerce kasabadan vazgeçecek olan Almanlar, yaptıkları ve ürettikleri haritalarda bu gerçeği kabullenir ancak öncelik sıralamasını kendi uluslarının kültür ve coğrafya hafızasında söz konusu şehirleri hatırlatacak şekilde yaparlar. Rusya’da kalan Königsberg şehrinin üzerinde Königsberg yazar ancak altında parantez içerisinde (Kaliningrad) yazısı da olur. Aynı şey, Breslau için, Danzig için, Liegnitz, Oppeln, Elbau ve onca şehir için de geçerlidir. Almanlar, haritacılıkta dünya tarafından tutulan birinci kalite malzeme üzerine yapılmış tüm duvar haritalarında bu isimleri bi hakkın kendi deyişleri ile de yerleştirmişlerdir. Artık sadece Almanlar değil, onların ürettikleri haritaları duvarlarına asacak olan milletler de Danzig’in Polonya’daki Gdansk şehri olarak parantez içerisindeki adını öğreneceklerdir. Bir parantez dahi “İşte Buraları Bizimdi” demenin kısa yoludur. Fırat Üniversitesi’nde düzinelerce örneği olan Westermann Haritaları, aynı zamanda Balkan ülkelerinde, çeşitli Avrupa ülkelerinde, Hindistan’da, Latin Amerika’da ve tüm dünyada örnekleri bulunabilen, zor eskiyen malzemeden yapılmış kaliteli haritalardır.
Bir Avrupa haritasının da Maden Yayılış Haritası, Bitki Örtüsü Haritası, Sıcaklık Haritası, Toprak Haritası ve Yağış Haritası gibi onlarca türevi mevcuttur. Ve aşağıdaki resim bu haritaların sadece Maden Haritasından kesilmiş bir kısmından alınan fotoğraftır.
Haritadaki Alman bilinçlendirme hastalığı o derece barizdir ki bundan Varşova bile kurtulamamıştır ve Almanca adı ile Warschau şeklinde yazılıdır. Kaybedilen Alman toprakları ise Danzig yazısının hemen sol yanındaki kesik çizgiler ile gösterilir. Sağ köşede Rusya’ya terk edilen Königsberg şehrinin de çevresinde iki kesik çizgi hattı vardır. Dıştaki, eski Alman Doğu Prusya vilayetini gösterirken noktalı çizgi ise günümüzdeki rus siyasi sınırını gösterir. Çok enteresandır ki bir siyasi sınır, tarihi sınırdan daha silik şekilde verilmiştir. Oysa bu bir tarih haritası değil, Maden haritasıdır ve Madenlerin Dağılışlarını gösterme maksatlıdır. Haritada verilmesi arzu edilen bilinç, en yüksek derecededir. Öyle ki terk edilen eski Alman topraklarından akan nehirler (Weichsel) dahi Almanca adları ile yazılmışlardır
DEDELERİN GELDİĞİ YERİ BULAMAMIŞ!
İşte bunca çeşitli harita üzerine siz politikanızı başarı ile yansıtır iseniz, sadece coğrafyacılar değil, Ziraat Mühendisliğinden Meteorolojiye, Maden Mühendisliğine dek diğer birçok alana dek onca bölümde ve anfilerde, öğrencilere gösterilen duvar haritalarında kendi politikanızı da araya yedirmiş olursunuz. Sizin bu haritalarınız dünyaca tutulduğu sürece, Polonya istediği kadar Gdansk Şehri Dans Festivali yapsın dünya Danzig’i Almanca adı ile bilecektir. Gdansk’ı değil. Bir kolejde Coğrafya Öğretmenliği yaptığım günlerde, defalarca kez ailesi ile Yunanistan’a giden bir öğrencim, geldikleri yeri bulamamıştı. Manisa Akhisarlıydı bu öğrencim ve veli toplantısında konuştuğum babası da “Vallahi ta Yunanistan’a gittik ama bulamadık bizim dedelerin geldiği yeri hocam” demişti. Yenişehir’i aramışlar Yunanistan’da yana döne… Kim öğretecek Yenişehir’in artık haritalarımızda Larissa diye geçtiğini?
FAİK SABRİ DURAN’IN HARİTALARI
Eskiden Faik Sabri Duran’ın haritaları vardı. Şehrin üzerinde Filibe yazar ve yanında parantez içerisinde (Plovdiv) şeklinde de bir eş isim bilgisi koyarlardı ki Bulgaristan’a giden ya da merak edip atlasa bakanlar bulsunlar ve günümüzdeki adını da bilsinler diye. Bilsinler ki ciğerlerine bir ateş düşsün derdi de güdülmüş olabilir. Çok önceleri kaybettiğimiz ve artık üzerine çok soğuk su içtiğimiz yerler olan Kırım’daki eski ve kadim bir Türk şehri olan Simferopol’ü önce yazıp, yanına ikincil önemdeki ancak bilmemiz gereken eski adı ile (Akmescit) birlikte verirdi. Faik bey iyi bilirdi ki günün birinde Rusya’dan o şehri almak zordur. En azından bilmek gerekir. Ama nedense o günlerde Sovyet haritasında görülen Gürcistan’ın Abhazyasının kıyı şehri Sohumkale’yi yanında günümüzdeki adı (Suhumi) şeklinde yazmıştı ve Sohumkaleyi bu haliyle bilmemizi istemişti. Yakın ve belki günün birinde tekrar anavatanın bir parçası haline gelir mülahazası olduğunu sanmıyorum ancak daha yakın ve sıkı etkileşimde bulunabileceğimiz, gövdeye yakın ve yakın zamanda koparılan uzuvlarımızdı buralar. Haritalarda bazı gerçekler er ya da geç kabullenilir. Ancak hiçbir harita, bir zamanlar Milli Gazete tarafından verilen Utarit isimli harita kadar kapsamlı ve profesyonelce Türk halkına yedirilmemiştir.
UTARİT HARİTASI
Dünyada İsrail’in üzerinde olmadığı tek harita şeklinde radyolarda anons edilerek dağıtılan ve hatta Milli Gazete ile birlikte hediye edilen bir harita vardı. Utarit. Bu haritada Yunanistan topraklarında kalan Dedeağaç (Alexandropouli), sadece Dedeağaç diye yazılırken, Dimetoka’nın hakkı teslim edilmemiş ve Didimotichon olarak yazılmıştı. Arnavutluk kıyısındaki şu bizim eski Dıraç şehri de Arnavutçası olan Durres şeklinde yazılmış, altına ise (Durazzo) şeklinde parantez açılmıştı. Yanya (Ioannina) şeklinde hakkı teslim edilerek unutulmamış ancak Plevne sadece “Pleven” şeklinde yazılarak es geçilmişti. Belli ki alıştıra alıştıra unutturulacaktı bazı yerler. Selanik hali ile unutulmamış, nedense Evliyalar ve türbeler kenti Yenice, Giannitsa’nın altında parantez işgal edecek şekilde dahi yazılmamıştı. Faik sabri Duran haritalarında bulunan Karaferiye dahi bu haritada “Veria” şeklinde Yunanca adı ile yer bulmuştu. Makedonya’daki Manastır şehri ise “Bitola” olmuştu. Köprülü şehri ise Titov Veles idi bu haritada. Ne Tito kalmış, ne Yugoslavyası. Ama günümüzdeki adı ile Veles şehrinin dahi adını Titov Veles olarak yazan, yanında ne Manastır için ne de Köprülü şehri için bir parantez açmayan bu haritayı milletçe ve akademisyenlerce çok sağlam şekilde yedik. Öyle ki yerine alternatif üretemediğimizden dolayı halen her coğrafyacının odasında bir tane başucu atlası olarak bulunan atlas da sadece Utarit atlasıdır. Faik beyin haritaları yetersiz de olsa idealist haritalardı. Ahıska’nın yerini her Ahıskalı’nın bulması çok kolaydı. Sınırın az ötesinde Gürcistan içerisinde Ahıska diye yazıyor. Tam altında ise (Ahalisihe) ile ibare veriliyordu
Ama Utarit atlasına baktığımızda Ahıska’nın olduğu yerde, Achalciche yazısını görürsünüz. Yani Ahıska’yı anlamamamız için elden gelen yapılsa bu şekilde yazılırdı. Ahıska derneklerinin de hiç birisi bunu fark etmemiş olmalılar. Peki bilim adamlarımız ve devlet adamlarımız da mı fark etmesin? Anlaşılan Alman coğrafyacıları, bizim insanımızın dindarlığı ve İsrail karşıtlığını kullanarak bizlere coğrafyamızı unutturmayı iyi başarıyorlar. Benim etki alanımdan uzak dur demektir bu bir bakıma. Güzide bir gazetemiz de sadece İsrail devleti gösterilmiyor diye onca Türk şehrinin hiçe sayıldığı bir atlası dağıtmış oldu 20 sene evvel. Hakkı teslim edilen onca yere rağmen teslim edilmemiş yerler de. İskeçe’yi İskeçe yazmakla iş bitmiyor. Ya az ötedeki Şahin kasabası? Balkan fatihi Lala Şahin Paşa ile adını alan ve günümüzdeki adı Echinos olan Batı Trakya’nın güzel kasabasına Echinos demenin mantığı nedir? Kavala ise Yunan alfabesindeki “v” harfinin yazılışı ile Kabala şeklinde yazılmış. Türkler, Kavala’yı, Yenice’yi unutursa Yunanistan’ın orada yıktığı her bir Türk anıtını ve abidesini kim umursar ki? Zaten yıkıldı hepsi. Kalmadı Yenice’de bir şey. Kavala’da ise zaten birkaç tane kaldı. Biz, bir ismi haritalarımızdan kaldırdığımızda, o ismin hatıralarını da unutmanın kapısını açıyoruz. Yazının başında belirttiğim şu saçma telefon müzikleri yerine Filibe ile, Ahıska ile ilgili, Yanya ile, Dıraç ile, Plevne ile ilgili kısa bilgiler verilse olmaz mı? Bu işleri özel kurumlar asla yapmazlar ve bu tarz bir bilinç hareketini sadece devlet kurumlarında başlatabiliriz. Toplumsal hafızamızda bu yerler eğer silinirse, toplumsal hatıralarımızdaki yerleri de silinir. İşte o vakit Yanya gerçekten Ioannina olur. Yenişehir ise gerçekten Larissa. Biz, komşumuz ve dostumuz olan ülkelerin sınırları içerisindeki şehirlerin eski karşılığını da milletimize öğretemez isek, 22 milyon kilometrekarelik bir büyük hatıranın sadece sınırları ile övünen slogancı ve umarsız bir millet olarak kalırız. İnsanlar işleri düşmedikçe devlet kurumlarını aramazlar. Onların her işi düştüğünde, akıllarına bir bilgi tohumu da düşürmek bizim vazifemiz olsun. Anlaşılan o ki yeni haritalarda Bitlis’in Güroymak ilçesi, esas adı olan Norşin olarak yer bularak hakkı teslim edilecek. Ancak Norşin’in hakkı teslim edilirken doğuyu kurtarmak için batıdaki yurdundan doğuya gelerek savaşan ve yeşil toprağını erkeksiz ve savunmasız bırakan düşmüş bütün Rumeli şehirlerinin haritalardaki hakkı da teslim edilsin. Muhacirin hakkı teslim edilsin. Zira haklarını aramak için çıkacak dağları yok bu insanların. Dağa çıkarak hak arayacak kadar hain olanı da. Filibe kökenli bir öğrencim haritada Filibe’nin yerini gösterememişti. Çünkü Plovdiv yazıyordu o haritada. Plovdiv de olsun elbet. Ama önce Filibe yazsın. Nikopol de olsun, ama önce Niğbolu da yazsın. Pleven de yazsın ama önce Plevne yazsın. Aksi takdirde tarih kitaplarında anlattığımız Niğbolu zaferinin de Plevne zaferinin de insanımız haritada yerini bulamadığı sürece hiç bir anlamı yoktur.
ARTIK BİR FARKLILIK GEREKİYOR
Öyleyse artık bir farklılık gerekiyor. Haritalarımızı ehil kişilerce ve bir bilince göre yeniden çizmek ve Alman haritalarının kötü birer replikalarını kullanmak yerine devletimiz harita genel komutanlığının veri tabanına ek olarak üretilecek olan daha kapsamlı ve detaylı haritaları milli eğitim ve yüksek öğretimin hizmetine sunabilir. Edirne Valiliği’ni de aradığımızda “Time for us” şarkısı müziğinin yerine Edirne Müdafii Şükrü Paşa’dan, Edirne’nin unutulan acısı Edeköy’den bahsedilebileceği gibi, en azından bir Balkan müziği de koyulabilir. Edirne’nin az ötesindeki Dimetoka’dan, ve tam ortasında melül mahzun duran tarihi Sultan Bayazıt Camiinden (Çelebi Mehmet Camii) ya da Dedeağaç’tan bilgiler verilebilir. Bu bilgileri Edirne’yi arayanlar dinlese yeter. Erzurum’daki kardeşimizin de yeri geliyor Edirne’de işi düşüyor, Vanlı kardeşimizin de. Başka türlü hiçbir şekilde Hakkari’deki insanımız ile Edirne’dekini birbiri ile alakadar, haberdar ve ilgili yapamazsınız. Kimse bilgi için artık zahmet etmiyor dünyamızda. Herkes işine gelen ve para getirecek olan bilginin peşinde. Bundan böyle tüm devlet kurumlarında, milli hafızamızı kurtarmaya yönelik bilgilerin verilmesini istiyor, kapı zili müziği ile kısa genel kültür bilgileri dinletmek arasında devletimiz yetkililerini tercihe çağırıyorum. Bu konuda çıkarılacak her türlü yasa, tüzük ve pilot girişimin hakkı ve hayrı tarif edilemeyecek kadar büyük bir değer taşıyacaktır.