DOLAR 34,5537 0.2%
EURO 36,0209 -0.61%
ALTIN 3.006,211,51
BITCOIN 34348090.9216%
İzmir
20°

HAFİF YAĞMUR

06:23

SABAHA KALAN SÜRE

Yurdagül ATUN

Yurdagül ATUN

21 Haziran 2019 Cuma

    AB’ye Girmezsek Ölmeyiz

    AB’ye Girmezsek Ölmeyiz
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    Türkiye’nin başına musallat edilen PKK belası, Ortadoğu’ya yönelik bir takım operasyonları gizli ajandasında tutan Batı’nın ‘bilinen’ ama görmezden gelinen çehresinin ürünü. Zira Ortadoğu’yu karıştıran güçler uzun zamandır bölgenin lideri Türkiye üzerinde çeşitli planlar yapmakta. Bölgenin, nüfusunun tamamına yakını Müslüman ve fakat laik sistemi benimseyen tek ülkesi olmasının yanında, gerek Balkanlar’daki, gerek Ortadoğu’daki toprakların uzun bir dönem yönetimini elinde bulundurmuş Türkiye. Yüzümüzün Batı’ya dönük olması yanında inanç köklerimiz itibarıyla Doğu’nun ayrılmaz bir parçası durumunda bulunmamız Türkiye’yi kilit ülke haline getiriyor. Bir başka deyişle, Türkiye yeni oluşumun mihenk taşı. Dolayısıyla yeryüzü haritasını silbaştan ele almaya kararlı güçler, bu taşı yerinden oynatmaya niyetlenmiş gibi görünüyorlar. Türkiye bütün manevra alanları daraltılmak suretiyle, köşeye sıkıştırılmak isteniyor. Bu ülkü doğrultusunda, Türkiye’yi farklı yöntemlerle etkisizleştirilme operasyonlarına maruz bırakan Batı, bununla da kalmıyor, etnik bölücülere kol kanat gererek, açık bir şekilde Türkiye’nin iç işlerine karışıyor.

    BATI’NIN PARMAK SALLAMASI

    Yeni bir şey değil Batının bize “hımmm” diyerek parmak sallaması. Kıbrıs’ı bahane ediyor, yasaları bahane ediyor, terörü bahane ediyor, basın özgürlüğünü bahane ediyor, ediyor da ediyor. Bizim Avrupa Birliği (AB) hevesiniz batının bize istediklerini yaptırması için en güzel koz. “Şartlarım bu…” diyor. “Ya yaparsın, ya giremezsin…” Şartlar deyince, kimse bu şartları Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların yaşam koşullarına erişme olarak algılamasın. Onların kastettiği şartlar, Kıbrıs konusunun siyaseten Rum koşul ve isteklerinde şekillenmesi, Türkiye’yi kana bulayan, nifak sokan PKK’ya karşı yumuşak olunması vs! Yani Türkiye’nin vatandaşlarına sağlık, eğitim, altyapı, barınma ve diğer sosyal koşullarda AB standartlarının çok üzerinde yaşam koşulları sunması, hem de bunları 10 yıl gibi kısa bir sürede içselleştirmesi hiç mi hiç önemli değil! Çünkü AB dedikleri, üç arşınlık Kıbrıs’taki bir avuç insanın, 5 bin yıllık tarihe sahip bir milleti oyum oyum oynattığı bir “Haçlı Birliği.” Yaşam şartları ve AB standartları açısından Türkiye’nin çeyreği kadar olamayan Hıristiyan ülkelerin üye yapılması da bunun en bariz göstergesi. Yarın ne olur bilinmez.

    Zengin dediğiniz ülke fakirleşiyor, fakir dediğiniz -insan gücüyle- zenginleşiyor ancak bugünkü şartlarda Türkiye’yi alma niyetleri yok AB’ye. Bunu onlar da biliyor, biz de. Beş paralık kişilerin peşinden sürüklemenizin ince bir hesap ürünü olduğunun da farkındayız ama sabır sabır, bir yere kadar… “Türkiye AB’ye, müzakereleri donduruyorum dese de, Türkiye düşmanı planladıkları ellerinde patlasa” demişliğim var çok kez. Hatta temenni… O anda yüz ifadelerini görmek istiyorum. Ellerinde paketlerle kalakalmalarını… “Limanlar ne olacak, Maraş ne olacak, PKK ne olacak, şu muhbirlik edenler ne olacak, pazarlığımız ne olacak..?” Çok şükür; Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da canına tak etmiş olmalı ki AB’nin muafiyet için en önemli şartı olan Terörle Mücadele Yasası’ndaki terör tanımının değişmesi şartına kırmızı ışık yaktı. Erdoğan, AB’nin şart koştuğu Türk yasalarındaki terör tanımının değişmesi konusunda AB’ye “biz yolumuza, sen yoluna” restini çekti, Türk milletinin tüm hesapları gördüğünü ve saf olmadığını dosta düşmana gösterdi.

    Avrupa’nın birçok ülkesini gezmiş biri olarak şunu söyleyebilirim; AB’ye girmezsek ölmeyiz. Sanırım Türkiyeli ve KKTC’li birçok siyasetçimiz de, dünyanın 5’ten büyük olduğunun, AB’nin kocadığının, ballı börek olmadığının ve en mühimi AB’nin bizi almaya niyeti olmadığının ancak bunu şantaj malzemesi olarak kullandığının farkında.

     

    Devamını Oku

    Güneş Yakar, Kıbrıs Türkü Bakar

    Güneş Yakar, Kıbrıs Türkü Bakar
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    Güneş, yaşam kaynağımız olmakla birlikte dünyadaki  HYPERLINK “http://www.elektrikport.com/teknik-kutuphane/nukleer-enerji-dosyasi-1-bolum/8888” \l “ad-image-0” \o “blocked::http://www.elektrikport.com/teknik-kutuphane/nukleer-enerji-dosyasi-1-bolum/8888#ad-image-0” \t “_blank” nükleer enerji haricindeki tüm yakıtların kaynağı.  HYPERLINK “http://www.bilgiustam.com/resimler/2008/05/2ince.jpg” \o “blocked::http://www.bilgiustam.com/resimler/2008/05/2ince.jpg

    2ince.jpg” Temiz ve masrafsız bir enerji kaynağı olan güneşin en önemli özelliği bol ve sınırsız olması. Tüm dünyada kullanımı giderek artan  HYPERLINK “http://www.bilgiustam.com/gunes-enerjisi-nedir/” \o “blocked::http://www.bilgiustam.com/gunes-enerjisi-nedir/” güneş enerjisinden önceleri ısı enerjisi olarak son yıllarda ise gelişen teknoloji ile beraber elektrik enerjisi olarak yararlanılmakta. Dünya,  HYPERLINK “http://www.bilgiustam.com/gunes-enerjisinden-nasil-elektrik-elde-edilir/” \o “blocked::http://www.bilgiustam.com/gunes-enerjisinden-nasil-elektrik-elde-edilir/” güneş panelleri ve  HYPERLINK “http://www.bilgiustam.com/gunes-hidrojen-sistemi-2/” \o “blocked::http://www.bilgiustam.com/gunes-hidrojen-sistemi-2/” fotovoltaik pillerle giderek azalan maliyetlerle elektrik enerjisi elde ediyor. Örneğin Fransa ile İspanya arasındaki Pirene dağları üzerinde kurulu olan güneş kolektörlerinden 320 derece sıcaklık sağlanmakta. Avustralya, Japonya, İsrail ve ABD güneş enerjisinden yararlanan ülkelerin başında gelirken,  İsrail’de güneş enerjisiyle her yıl 300 bin ton petrole eşdeğer enerji sağlanıyor. Tüm yeraltı kaynakları tükenirken, tüm petrol alanlarına el koyma adına savaşlar yapılıyorken ve tüm gelişmiş ülkeler yenilenebilir enerjinin hayata geçirilmesi yolunda sineğin yağını çıkarırken, yılın 330 günü güneş alan KKTC’de yazık ki bir kıpırdanma yok. Hatta kıpırdanma olmadığı gibi, bireysel panel döşemek isteyenlere yasal engeller var. 

    DÜNYA ÜLKELERİ

    Kafamızı Sarayönü’nden kaldırıp o çok gıpta ettiğimiz asri ülkelere bakalım; Dünya Enerji Konseyi, Accenture Strategy ve Paul Scherrer Enstitüsü ile hazırladığı ‘2016 Global Enerji Senaryoları’ raporuna göre 2060 itibarıyla elektrik talebi bugünkünün iki katı olacak. Günümüzde elektrik üretiminde yaklaşık yüzde 4 oranında kullanılan güneş ve rüzgar enerjisi ise en fazla büyümenin kaydedileceği alanlar. 2060’ta güneş ve rüzgar enerjisinin, elektrik üretimindeki payı yüzde 20 ile yüzde 39 arasında seyredecek. Raporda enerjinin geleceğine yönelik üç senaryo yer alıyor. “Bitmemiş Senfoni”, “Modern Caz” ve “Hard Rock” olarak adlandırılan tüm bu senaryolarda, enerjide yaşanabilecek değişimler sıralanırken, güneş ve rüzgarın, 2060’da daha yüksek paya sahip olacağı, dünyanın bütün enerji ihtiyacının, yenilenebilir enerji kaynağı olan güneş enerjisi ile karşılanabileceği belirtiliyor. Coğrafi konum itibariyle ortalama 330 günü güneşli geçen KKTC’de şu anda güneş enerjisi kapasitesinden binde 1 oranında bile yararlanıldığını söylemek zor zira Kıbrıs Türkü, bırakın dünyadaki gelişmeleri, elzem yenilikleri dahi dinlemeden reddeden bir yapıya sahip. Türkiye’den her geleni tu kaka, Avrupa’nın her illetini minnet kabul eden bu güruhun reddinin esas nedeni kurulu düzenin bozulması. Şayet Türkiye’den elektrik gelirse veya güneşten enerji elde edilirse birilerinin hükümranlıkları sona erecek ve boş oturarak maaş alan birçok kişi, çalışarak para kazanmak zorunda kalacak! Sözün özü güneş enerjisi KKTC açısından bulunmaz nimet. Türkiye sayesinde suya kavuşan Kıbrıs Türkünün bir diğer şansı da Allah’ın ziyadesiyle bahşettiği güneş. Yanı başımızda enerji savaşları yapılırken, hazır elimizde bulunan nimeti kullanmadığımız gibi kullanılmamasına da müsaade etmediğimizi söylemeliyim zira KKTC’de güneş paneli kurmak isteyen birçok Avrupalı yatırımcı kapıda bekletiliyor. Gelişmişliğin en önemli göstergesinin, enerji kokusunu iyi almak,  enerji portföylerini çağdaşlaştırmak, en mühimi de ucuzlatmak olduğunu hepimiz gayet iyi biliyorken, “bana ne! Ben böyle iyiyim” deme lüksümüz yok. Günü düşünüp, yerimizde sayacak ve ekonomik olarak taş üstüne taş koymayacaksak, bizim ekonomik dinamiklerimizi sağlayanlara da “sen ne karışıyorsun” deme hakkımız yok!

    Devamını Oku

    Aydan Hanım

    Aydan Hanım
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    “Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır” der Andre Gide…

    Bana göre röportajlar da öyle.

    Hele hele bu kişiler tarihin önemli dönemlerine tanıklık etmişlerse her ölümde biraz daha eksildiğimizi, toplumsal hafızayı aktaracak neferlerin bizi terk etmesiyle işimizin daha da zorlaşacağını düşünüyorum zira geçmişi anlatan olmayınca, geleceğimizi kendi görüş ve istekleri doğrultusunda dizayn etmek isteyenlerin işinin kolaylaştığı düşüncesindeyim.

     İşte bu yüzden tarihe tanıklık etmişlerin her kaybında içimi ölüm acısının yanısıra bir başka hüzün kaplıyor.

    Gide’nin hesap, ben de röportajlarla geçmişe dair anıları kurtarıyorum naçizane…

    ***

    Aydın hanımla, Rauf Denktaş’ın vefatından 7-8 ay sonra Yılan adasındaki evlerinde bir röportaj gerçekleştirmiştik.

    Yılan adası dediysem öyle koca bir ada gelmezsin gözünüzün evine. Karaoğlanoğlu semtinin denize yılan gibi uzanan kısmında yan yana iki ev.

    Hani öyle kimilerinin anlattığı gibi hanları hamamları yoktu Denktaş çiftinin. Hiçbir zaman da zengin bir aile olmadılar. 

    Ne ganimetleri vardı, ne de devlet imkanlarını kendi aileleri için kullandılar. Benim bildiğim rahmetli Denktaş’larda devlet memuru olan da yoktu. Oğulları Raif ve Serdar Denktaş seçilmişler olarak Parlamentoya girdiler o kadar. KKTC’deTorunlardan tek bir kız devlet memuru oldu. 

    Diğerleri devlet memuru olup çantayla maaş almak yerine serbest iş yaptı, büyük sıkıntılar çekti. Ki şayet Denktaş ailesi ganimet yiyen ve devlet imkanlarını şahsi işlerinde kullanan bir aile olsaydı bugün rahmetli Raif Denktaş’ın oğlu Can Denktaş hayatta olacaktı.

    Neyse gelelim röportaja; Çok şey anlattı o gün Aydın hanım.

    Rauf beyle tanışmalarından, çocuklarının vefatına kadar…

    Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmadan ötürü, Makarios hükümeti tarafından Ada’dan uzaklaştırılma cezası verilen Denktaş’ın, 1964-1968 yıllarını Ankara’da sürgünde geçirdiği yılları şöyle anlatmıştı Aydın hanım; “Çok zor bir sürgün hayatı yaşadık. Çünkü paramız gelmiyordu. Çocukların okul ihtiyaçları vardı. Komşularımız yardım ediyordu. Uçaklar çalışmadığı için annemden babamdan da haber alamazdım. Yani yalnız bir hayatımız vardı. Kötü günlerdi. Raif’in başına okulda ‘Niye Kıbrıs’ı terk ettiniz’ diye karla dolu taş atarak başını yardılar. Camdan bakarken çocuğu Nene Hatun yokuşunu çıkarken kanlar içinde gördüm. Yapılanlar Raif’in çok zoruna gitmişti. ‘Kıbrıs’a dönelim’ diye tutturdu fakat Papaz müsaade etmiyordu ki dönelim… Bir gün Rauf gizli yoldan adaya dönme kararı aldı. Raif de babasıyla gitmek için ağladı, sızladı ama Rauf, ‘anneni ve kardeşlerini sana emanet ediyorum’ diyerek avuttu kendisini. Nitekim Raif ikna oldu. Rauf da adaya çıkar çıkmaz yakalandı. 13 gün tutuklu kaldı.” 

    Bir özgürlük savaşçısı olan eşi Rauf Denktaş’la ilgili bir başka sırrı da şu sözlerle açıklamıştı; “1974 Mutlu Barış Harekatı yapıldığı zaman torun Rauf iki aylıktı. Rauf (Denktaş) silahında bir mermi saklamış. Eğer esir düşseymiş, silahtaki o mermiyle torun Rauf’u vuracakmış Rumların eline düşmesin diye…” 

    Oğulları Raif’in genç yaşta ölümüyle bütün hayatlarının altüst olduğunu ifade eden Aydın hanım, Tüm emelim babası gibi bir evlat yetiştirmekti, Allah bizden çok severmiş, yanına aldı” derken, oğulları Münir’in 7 yaşında bademcik ameliyatında hayatını kaybetmesini şu sözlerle anlatmıştı:

    “Oğlum Münir’in bademcikleri çok şişerdi ama Rauf bademcik ameliyatından çok korktuğu için doktorların ısrarına rağmen Münir’i ameliyat ettirmek istemedi. Biz de babası Türkiye’ye gittiğinde ameliyat ettirelim dedik. Rauf bey Türkiye’deyken kararlaştırdık. Ameliyatı Doktor Burhan Nalbantoğlu yaptı. Çocuk ameliyatta aniden hayatını kaybetti. Rahmetli Hazım Remzi Ankara’ya gidince Rauf bizlerden haber alsın diye kendisini karşılamak istemiş. Hazım Remzi Rauf’a ‘başın sağ olsun’ deyince Rauf, annem hasta olduğu için o öldü sanmış, ‘annem mi öldü’ diye sormuş. ‘Yok oğlunu kaybettik’ demiş Remzi. Döndükten sonra Rauf ne bir şey sordu, ne söyledi. Yalnız benimle uzun bir süre konuşmadı. Yavaş yavaş acımızı bastırmaya başladık ama yine de bana kırgın olduğunu hissediyordum. Bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyor, kızamıyordu. Daha sonraları,  ‘ben sana söylemedim mi zor bir ameliyat diye… Niye yaptırdın’ demişti. Çok iyi bir eşti. O acıya rağmen bana bir şey söylememişti.” 

    Acı anılarının yanında gülümsetenler de olmuştu röportajımızda. “Çok kıskançtım” diyen Aydın hanım, bir tiyatro oyununda eşini sahnedeki hanım oyuncudan kıskandığını söylemişti gülerek; “Bir gün beni Ankara’da bir tiyatroya götürmüştü. Orada ‘sahnedeki oyuncuya niye öyle bakıyorsun’ diye kıskançlık yapıp yarı buçuk (oyun bitmeden) eve getirmiştim. Bunu hiç unutamam. Ben kıskanırdım ama o bu hep hallerime güler, ‘boşuna sinir oluyorsun” derdi. Büyük bir lider, tabi ki sevenleri çoktu. Sarılıp öpen çok olurdu.” 

    Oysa kendisi öyle güzel, öyle kıskanılasıydı ki…

    Nurlar içinde uyu Aydın Hanım. Eminim orada daha mutlu olacaksın

    Devamını Oku

    Krize RUM Formülü

    Krize RUM Formülü
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    Ekonomik kriz, üretime dayalı ekonomisi olmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) Türkiye’den daha fazla etkileyince malum çevrelere gün doğdu. Kimi sosyal medya paylaşımlarında ekonomik krizden kurtulmanın tek çaresi olarak “çözüm ve AB’ye katılım” gösteriliyor. Sanki Rumlar çözüm istiyormuş, AB kucak açmış, Kıbrıs Türklerini bekliyormuş gibi! Hatta fırsatı ganimet bilen bazıları, “federal Kıbrıs da olmaz, tek Kıbrıs olmalı” demeye kadar vardırıyor işi. Çözümden anladıkları da, Kıbrıs adasının yönetiminin tamamıyla Rumlara teslim edilmesi.  Tez konumdan ötürü Kıbrıs tarihini didik didik eden biri olarak şaşkınlıkla izliyorum bu aymazlığı.Geçmişe bakarak, Rumların asla ve kat’a Kıbrıs Türkleriyle ortak bir yönetimi kabul etmeyeceklerini, Türkiye’nin garantörlüğünün kalkmasını talep etmelerinin kökeninde, Kıbrıs adasının tek hakimi olmanın yattığını, AB’nin Türkleri sadece Rum yönetimine geçmeleri kaydıyla kabul edeceğini, federal bir yönetim olsa dahi Türklerin hep ikinci sınıf vatandaş olacağını, söz hakkının Rumlarda olacağını, Kıbrıs Türklerine azınlık haklarından fazla hakların verilmeyeceğini söyleyebiliyorum. Hatta daha da ileri gidip, Rumların Kıbrıs Türklerini kandırmak adına uzattıkları havuçları ve bu havuçların Kıbrıs Türk liderleri tarafından halka yutturulduğunu da söyleyebilirim belgelerle.

    Annan Planı döneminde, dönemin başbakanı olan Mehmet Ali Talat’ın yaptığı bir konuşmayı hatırlayalım; “Halkımızın ‘evet’ demesi, Güney Kıbrıs′ta ‘hayır’ oyu çıksa dahi, çözüm olmasa dahi Kıbrıs AB′ye Rum tarafının temsil ettiği şekilde girse dahi yine de Kıbrıs Türkü dünyayla bağlanacaktır. Diğer taraftan çıkacak karar ne olursa olsun Kıbrıs Türkü dünyayla bağını kuracaktır. Dünyanın, BM ve AB′nin isteklerini olumlu karşılayan Kıbrıs Türkü artık dünyada yalnız olmaktan kurtulacaktır. Halkımız verdiği evet oyunun hem de bundan sonraki dönemde dünyayla bütünleşmenin ve ekonomik gelişmenin tadına varabilecektir.”

    AB VE RUM LOBİSİ

    Sonucu biliyorsunuz; AB ve Rum lobisi tarafından adaya aktarılan kaynaklar ve basın kuruluşlarının “cennetten tapu” vaatleri semeresini verdi ve Kıbrıs’ta 24 Nisan 2004’te yapılan Annan Planı referandumuna Kıbrıslı Türkler 64.91 ile “evet”, Rumlar yüzde 75.83 “hayır” dedi.  Peki sonra ne oldu? AB, kendi müktesabatına uymayan bir kararla, sorunlu ve bölünmüş bir ülkeyi hem de referandumun hemen ardından  -1 Mayıs 2004’te- kabul ederken, Kıbrıs Türklerine verdiği hiçbir sözü tutmadı. Ne Talat’ın vaad ettiği gibi izolasyonlar kalktı, ne de dünya ile bütünleşti KKTC. Yani “herşeye evet” diyen cezalandırıldı, “hayır” diyen ödüllendirildi. Şimdi kalkmış birileri “ne isterlerse verelim de dünyayla bütünleşelim” diyor Rumların ne istediğini bilmezmiş gibi…

    **

    Dedim ya, Rumlar asla Kıbrıs Türklerini kendileriyle eşit görmüyor, görmeyecek. Biri geçmişten, biri günümüzden iki örnek;

    “Ethnos gazetesinin 25 Haziran 1959 tarihli sayısında ‘Artık Yeter’ başlıklı yazıda Rumların Türklerden üstün olduklarından bahsederek belediyeler meselesine temas etmekte ve bu konuda Türklerin görüşlerine şiddetle hücum etmektedir. Ethnos gazetesi bu yazısında Rumların Türklerden daha ehliyetli ve daha becerikli olduklarını ve üstünlük sebebinin yalancı idareden himaye görmeleri olmadığını, bu üstünlüğün yüksek kabiliyetlere ve tabiî faziletlere sahip bulunmalarının bir neticesi olduğunu iddia etmektedir. Rumlar karşısında Kıbrıs Türklerinin bir aşağılık duygusundan muzdarip bulunduklarını iddia eden Ethnos gazetesi, değer ve kuvvet bakımından Türklerle Rumlar arasında nisbetsizlik mevcut olduğundan dem vurmaktadır.”  3 Temmuz 1959 tarihli Nacak gazetesinden bu yazıya “hakaretin bu derecesine artık tahammülümüz yok” başlıklı bir yazıyla kibarca cevap verilmiş. Şöyle deniyor yazıda: “Ethnos gazetesinin Zürih’te temeli atılan ortaklık, iyi niyet ve dostluk kaidelerine asla sığmayan koskoca bir milletin tarihî şerefi ile haysiyetini en kötü kelimelerle tahkire yeltenen bu biçimde bir yazımı hangi bayağı duygularla yayınlandığını bilmiyor, anlamıyor değiliz. Bu bayağı duygular, Kıbrıs’ı menfur emellerine set çekmemizden doğan hüsrandan, acı hayal kırıklığından ileri gelmektedir.

    Ethnos’un, Rumların Türklerden üstün oldukları şeklindeki gülünç ve meğalomania kokan iddiasını ele alalım. Bu iddia o kadar çürük-çarık havailere istinat ettiriliyor ki Hitler’in ‘Üstün Irk’ derecesinde kokmuş nazariyeden de köhne ve rezil olmuş nazariyesinden daha beter bir rüyadan ibarettir.” Bir örnek de günümüzden; Arkadaşımın annesi Güney Kıbrıs’ta bir hastanede yatmakta, kendisi de annesine refakat etmektedir. Annesiyle aynı odada kalan Rum kadının kızıyla arkadaş olup, hasbihal ederler. Rum kadının kızı adanın birleşmesine, Kıbrıslı Türklerle Rumların bir arada yaşamasına karşı olmadığını söyler ama şartını da belirtir: “Ben bir arada yaşayabilirim ama benim patronum asla bir Türk olamaz!” Diyeceğim o ki, Güney’deki ahbaplarınca -tamamen duygusal!- bazı enstrümanlarla domine edilen bir grubun ekonomik krizi bahane ederek Rum’u “sığınılacak liman” olarak göstermelerini doğal karşılayabiliyorum da, bir insanın yakın tarihinden dahi bihaber olmasını, asırlardır burada yaşamalarına rağmen, Kıbrıs gerçeğini bilmemelerini, Rum beyniyle düşünüp, Rum ağzıyla beyanat vermelerini hala anlayamıyorum.

    Bugün birilerinin, krizin arkasına saklanıp yüksek perdeden hakaretler yağdırdığı KKTC, içi boş bir oluşum değil, bu milletin dişiyle, tırnağıyla, canını ortaya koyarak hak ettiği bir yönetim. İyi yönetilip yönetilmediğimiz tartışılabilir ancak egemenliğimiz tartışmaya dahi açılamaz. Bizim kümeste beslenip komşunun kümesine yumurtlayanlara sözüm; Kriz bu, gelir geçer lakin egemenlik giderse bir daha gelmez. 

    Devamını Oku

    KKTC-TC Savunma İşbirliği

    KKTC-TC Savunma İşbirliği
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    KKTC-TC SAVUNMA İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI

     

    ABD, İsrail Devletinin bağımsızlığını ilan ettiği 1948 yılından beridir fiilen İsrail’e kapağı atmakla kalmadı, ekonomik ve askeri olarak hep yanında yer aldı. Özellikle 6 Ekim 1973’te başlayan Yum Kippur savaşının ilk dört gününde Mısır ve Suriye ordularının kuzeyden ve güneyden eşzamanlı saldırıları karşısında büyük bir yenilgiye uğrayan İsrail, yenilgiden kurtulmanın yegane çaresini nükleer bomba kullanmakta bulmuştu. ABD buna izin vermemiş ancak uluslararası anlaşmalara, hukuka ve teamüllere aykırı olarak, Suriye ve Mısır’a savaş ilan etmeden, bir hava köprüsü kurmuş ve İsrail’e silah, cephane ve asker takviyesi yaparak, savaşın sonucunu İsrail’in lehine çevirmeyi başarmıştı.  

    Aradan tamı tamına 69 yıl geçtikten sonra, Ortadoğu’da dengelerin İsrail’in aleyhine değişmeye başlamasından ve Rusya’nın da Suriye’ye uluslararası hukuka uygun olarak yerleşmesinin akabinde, ilk kez ABD, İsrail ile Savunma İşbirliği Anlaşması yaparak İsrail topraklarında askeri üs(ler) kurdu ve resmen Ortadoğu’nun Akdeniz kıyılarına yerleşti. Gelelim konunun KKTC bağlantısına; Öncelikle Türk Barış Kuvvetleri’nin, -Kolordu düzeyinde- KKTC’deki varlığının tamamen uluslararası kural ve anlaşmalara uygun olduğunu tekrarlayalım. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I, Madde 4’e göre adada yasal olarak bulunmakta. Bu nedenle de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin Kolordu düzeyinde Kıbrıs adası üzerindeki mevcudiyetini uluslararası mahkemelere götürememekte. Sadece dolaylı gerekçelerle BM’de şikayetlerde bulunabilmekte. Kolordunun Kıbrıs adasındaki varlığı halen geçerliliğini korumakta olan uluslararası anlaşmalara göre ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Kıbrıslı Türklerin de oyları ile değişmediği müddetçe devam edecek. Bu gerçeği hiçbir kimsenin, kuruluşun, kurumun ve devletin değiştirme gücü ve yetkisi yok. Aksi takdirde dünya üzerinde uluslararası hukuk geçerliliğini kaybedeceği ve kaosun başlayacağı gerçeğiyle, Türkiye’nin garantörlüğünün kalkması ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan gitmesi ise sadece pembe bir Rum hayali. 

     

    ASKERİ ÜS

    ABD’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile askeri üs kurma görüşmelerinin yapıldığı günümüzde, GKRY’nin Kıbrıslı Türklere sormadan ve onayını almadan Fransa ile Limasol Limanı ve Andreas Papandreu Havaalanı’nın, Rusya ile de Mari ve Andreas Papandreu Havaalanı’nın, askeri ve sivil amaçlarla kullanımı anlaşmasını yapmasına paralele olarak KKTC hükümetinin de, GKRY’ne sormadan ve onayını almadan Türkiye ile Savunma İşbirliği Anlaşması yapması çok doğru siyasi ve askeri bir adım olacak zira GKRY’nin, AB’nin, İngiltere’nin ve ABD’nin bu konuda ne diyecekleri, nasıl ve ne şekilde bir tepki koyacakları, takkelerin düştüğü ve müttefikliğin anlamının değiştiği şu günlerde artık çok önem taşımıyor.  Özetle; Ortadoğu’da yaşanan gerginlik, Doğu Akdeniz’de Rumların yaratmak istediği doğalgaz krizi ve KKTC ile Türkiye’nin yapay ittifaklarla kıskaca alınmak istenmesi çabalarından sonra artık KKTC ile Türkiye arasından “Savunma İşbirliği Anlaşması” yapılmasının zamanı geldi. Her ne kadar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, İttifak Anlaşmasına göre Kıbrıs adasında 650 kişilik Türk Alayı ve Garanti Anlaşmasına göre de Türk Barış Kuvvetleri bulunuyorsa da, buna ilaveten KKTC ile Türkiye arasında “Savunma İşbirliği Anlaşması” yapılarak KKTC sınırları içinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kara, Deniz ve Hava Üslerinin uluslar arası kurallara uygun olarak kurulması, Orta Doğu’da ve bölgemizde yaşanan gelişmelere uygun, koruyucu bir adım olacak. Türk Silahlı Kuvvetlerine ait Hava Kuvvetlerinin Geçitkale havaalanında, Deniz Kuvvetlerinin Gemi Konağında ve Kara Kuvvetlerinin de Kuzey sahili boyunca uygun bir lokasyonda askeri üsler kurmaları, KKTC’nin savunmasına büyük bir katkı koyacak. KKTC sınırları içinde TSK’nın Deniz, Hava ve Kara üsleri kurmasının, Kıbrıs sorununun çözülmesine olumlu etki yapacağı kesin. Rumlara adanın tek ve mutlak sahipleri olmadıklarını hatırlatacak, Kıbrıslı Türklerin adadaki varlığını kabul etmelerinin yolunu açacak bir gelişme olacak.

    Devamını Oku