Gazetecilik mesleğine 1987 yılında başladım ve hayatımın her alanında beni içine çekerek, yaşam tarzım oldu. Meslekte öğrendiğim birçok detay arasında beni saran şey, “Her zaman olayların görünen kısmı değil. Olayların arkası, haberin orada saklı olması” gerçeğiydi. Bu gerçeğin peşinde koşmak, hayatımda birçok yeni sayfaların açılması neden oldu. Yaklaşık iki yıl boyunca bulunduğum Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’da Evlad-ı Fatihanı, Fatih Sultan Mehmed’i ve Yahya Kemal’i düşündüm. Bir de vatan toprağımı… Duygusal bir millet olduğumuz sadece bizim değil, bizi yakından tanıyan yabancı araştırmacılarında tespitindedir. Yüreğimin taşlaşmışlığını her defasında diline dolayan ben, duygusallığımın doruk noktasına çıktığını ve içimdeki karartının, göz pınarları ile süzülerek dışa vurmasını Balkan şehirlerinin sessiz sokaklarında gezerken yaşadım. Hemen söylemeliyim: Cihan devletimiz Osmanlı’nın Balkanlardan ve Ortadoğu’dan çekilmesiyle başladı başımıza gelen her neyse. Can çekişme ondan sonra başladı. Şimdi samimi bir “Türkiye davamız” olsa Balkanlar da huzura kavuşurdu, söylemekte hiçbir sakınca yok, bir “Filistin sorunu”muz da olmazdı.
HALA TÜRK YURDU
Arnavutluk, Makedonya ve Kosova yaşanmış onca şeye, onlarca ayrılık yıllarına rağmen hala Türk yurdu. Orada bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Arnavutluk meydanına takılan bir şeref madalyası edası ile orada asırlarca duran Ethem Bey Cami, Makedonya’da her sabah dükkânlarını açan esnafın bir birlerine “hayırlı işler olsun” diyerek güzel temennilerin duyulduğu Türk Çarşısı ve Kosova’da bahçe kapısından içeriye başınızı uzattığınız andan itibaren sizi kahramanlığıyla göğsünüzü kabartan I. Murat’ın Türbesi karşılar. Balkan ülkelerinde gezerken, yaşadıklarınız ve hissettikleriniz sayesinde, boğazınız ortasına oturan hüzün yumağı, kolay kolay bulunduğu yerden aşağıya inmez. Hele birde biraz balkanlarla ilgili tarihe dair bir şeyler hatırlıyorsanız. İşte o zaman boğazınızdaki o yumağın göz pınarlarınızdan aşağıya süzülmesine asla mani olamazsınız. 1912 de yaşanan Balkan Harbi’nin acı sonuçları, yakın tarihimizde yaşanan Kosova Savaşı, Bosna Savaşı ve Arnavutluk’ta yaşanan 1997 iç çatışmaları hafızamda izleri kalan tarihi olaylardan sadece bir kaçı… Gazetecilik mesleğinin depreşmediği bir an olmadı hayatımda. Nerede bulunursam bulunayım bu hisle yaşadım. Hep yeni şeyler aramak, bulunduğum ülkelerle ortak tarihimize ait izlerin peşinde koşmak bana faklı heyecanlar verdi. Arnavutluk’ta geçen zaman içerisinde birçok araştırmaya, olayların perde arkasının ortaya çıkarılmasına vesile oldum. Bana göre önemli sayılacaklar arasında bulunan hiç yayınlanmamış “Atatürk’ün 1934 -1936 yılları arasında Arnavutluk Kralı Ahmet Zogu’ya gönderdiği resmi mektuplar”, bu mektuplardan bir tanesini elime aldığım günü hiç unutamam. Büyük önder Mustafa Kemal tarafından yazılan mektup, “Bu vesikaları göreceklerin cümlesine selam” diye başlıyordu. Boğazımda içi tarifsiz duygularla dolu yumruyla beraber, Aleyküm Selam” dedim. Bir an Atatürk’ün bu mektubu kaleme aldığı zamandan 70 sene sonra bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bu vesika aracılığıyla, büyük devlet adamı Atatürk’ün selamını sanki ellerine dokunurcasına bugün alacağını kim bilebilirdi ki… İşte hep içimdeki bu araştırma ruhu farklı güzelliklerin yaşanmasına sebep oldu.
BALKANLAR’A GÖNDERİLEN FERMANLAR
Arnavutluk Devlet Arşivi’nde bulunan yine bu zamana kadar hiçbir araştırmacının görmediği, Fatih Sultan Mehmet döneminden II. Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı Devlet İdaresi tarafından Balkanlara gönderilen Fermanlara da aynı his ve duygu ile temas ettim. Bu belgelere ulaştığım günün geceleri hayatımın en mesut anları olmuştur. Sabaha kadar, bu belgeleri nasıl değerlendireceğimi planlamakla geçti. Ulaştığım her belgenin ruhuma verdiği hazın heyecanı günlerime sevinç kattı. Ayrıca, her fırsatta görmekten büyük keyif aldığım Makedonya ve büyük şair Yahya Kemal’in bölge için taşıdığı değer ve anlamı olduğu kadar, bizim fikir ve his dünyamızdaki öncülüğünü de oralarda daha iyi anlıyorsunuz. Üsküp ve Makedonya başta olmak üzere Balkan topraklarının öz ruhu Kendi Gök Kubbemiz şairinin mısralarında gizliymiş meğer.
(“Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını”)
“Kaybolan Şehir” başlığını uygun bulduğu şiirinde, benim de Vardar nehrinin doğu yakasında dolaşırken hissettiklerimi dile getirmiş büyük üstad:
“Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.”
… Biz unutmadığımız müddetçe buralar yine bizimdir. Askerle gelmemize gerek yok… Sanatçılarımızla, bilim adamlarımızla, sporcularımızla, tüccarımızla geleceğiz.
Kavuşma gününe az mı kaldı, çok mu, bilemiyorum. Ama er ya da geç geleceğiz…
(“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”)
Sevgiyle kalın…
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce