Osmanlı, milletler tarihinde oldukça uzun sayılabilecek bir süre Balkanlarda hükümran olmuştur. Bu süre üç aşağı beş yukarı 500 yıldır. Azımsanamayacak kadar uzun bir süre. Ecdad, bu süre içerisinde, karınca misali boş durmamış. Türk-İslam kültürüne dair sayısız eser bırakmıştır. Bölgeyi dört başı mamur edecek her türlü girişim, Balkan insanından esirgenmemiştir. Topladıkları vergileri kuruşu kuruşuna, hak rızası için, halka hizmet olarak iade etmişlerdir. Musevi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı bi hakkın Osmanlı kültürünün Balkanlar’daki esintisi olan kültürel eserlerden istifade ede gelmiştir. Kullanımlarında hiçbir ayrım gözetilmeyen estetik harikası bu caanım eserler, bu gün dahi Balkanlarda yaşayan herkesin hizmetindedir. Bazılarının kapısında koca koca kilitler olmasına ve bazılarınınsa viraneliğine rağmen durum böyledir. Osmanlı, kültürel paylaşımda birçok medeniyete dudak ısırttıracak oranda ileri gitmiştir. Gören gözler ve hissedebilen kalpler bu farkındalığın hakkını teslim etmekte.
KALPLERİ DE VİRAN ETMİŞLER
Akıllara durgunluk verecek sayıdaki her biri birbirinden değerli eserler, Balkan şehirlerinin süsü mahiyetinde. Şimdi sıkı durun, Osmanlı bölgeye tam 15.787 adet irili ufaklı mimari eser hediye etmiştir. Maalesef ki, bu eserlerin çok azı günümüze ulaşabilmiş. Ulaşabilenlerin bir kısmı ise bakıma muhtaç haldedir. Osmanlı imar etmiş, donatmış, peşi sıra gelenlerse acımasızca yerle bir etmiş. Yakmış, yıkmış, viran eylemiş. Yalnız eserleri yakıp yıkmakla kalmamışlar, kalpleri de viran etmişler. Tam da bu noktada; Osmanlı’nın insana ve beraberindeki değerlere verdiği ve karşılığında insanlardan gördüğü saygı, sevgi ve hürmetin ölçüsünü açıkça görmekteyiz. İşin püf noktası burasıdır. Avrupalı birçok düşünürün Osmanlı’yı anlaması için buraya dikkat etmesi gerekir. Osmanlı’yı yücelten, hürmete layık ve unutulmaz kılan yanı takdir edersiniz ki, işte tam da burasıdır. İnsanı merkeze alması, onu “eşref-i mahlûkat” sayması, “Yaradılanı, yaradandan ötürü sevip hoş görebilme” noktasıdır. Bu nokta, aynı zamanda manayı her daim baş üstünde tuttuğu nokta olmuştur. Böyle bir medeniyet örneği elan yoktur. Osmanlının yeri bu anlamda da doldurulamamıştır. Yazımın bu bölümünde Osmanlı kültürüne dair sayısız nezaket abidesinden bir ikisini sizlerle paylaşmak istiyorum. Devr-i Osmanlı’da yol, meydan ve çarşıların belli yerlerine “sadaka taşları” varmış. İhtiyacı olanlar, üzerlerindeki keseden ihtiyacı kadar parayı alıp, darda kalmasınlar diye inşa edilmişler. Osmanlıyı ziyaret eden yabancı elçilerin de ihtiyacı kadarını alıp kalanını bırakanlara şaşkınlıkla şahitlik ettiği, insana yönelik bu uygulamayı günümüz şartlarında düşünemiyoruz bile. Aynı sadaka taşları vakıflar tarafından kurulan han ve konaklarda da bulundurulurmuş. Yolcu ya da misafirlerin olası ihtiyacı yatağının başucundaki keseden karşılanırmış. Bineğine ücretsiz bakılır, üç gün üç gece ücretsiz yemek verilirmiş.
KAPIYI ÖRTÜNÜZ
Aynı devirlerde insanlar, “Kapıyı kapat!” demekten imtina ederlermiş. “Allah (c.c.) kimsenin kapısını kapatmasın” düşüncesiyle, “Kapıyı örtünüz, ya da sırlayınız” derlermiş. Kapının usulca ve sessizce sırlanması edeptenmiş. “Lambayı söndür” demek yerine, “Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin”, düşüncesiyle “Lambayı dinlendiriveriniz” denirmiş. “Lambayı yak“ yerine de “Lambayı uyandırınız” denirmiş. Uyuyan birisi uyandırılmak için kişi sarsılmaz veya adı ile çağırılmazmış. “Agâh ol erenler” derlermiş. Görüldüğü üzere devr-i Osmanlı’da nezaket, incelik, edep her işin başıymış. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar eylenmez, fısıltılar, gizli konuşmalar edep dışı sayılırmış. Hanımlar “Efendi” derlermiş, “Beyim” diye seslenirlermiş beylerine. İsimleri ile hitap olunmazmış.“Siz” diyerek hanımefendiliklerini sergilerlermiş biteviye. Beylerde, aynı nezaket kuralları çerçevesinde mukabelede bulunurlarmış hanımlarına. Hanımlar gezerken yere yumuşak basarak, ses çıkarmamaya çalışırlarmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için, adı “Karıncaezmez Efendi’ye” çıkan nice insanlar varmış. Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmakta yine edeptenmiş. Kapı eşiğindeki misafirlere ait ayakkabıların burnu, dışarıya doğru değil, tersine içeriye, kapıya doğru çevrilirmiş. “Git bir daha gelme!”, “ Çabucak git!” der gibi değil de, “Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun”, “ gelişinden hoşnut olduk. Mümkünse az daha eğleniniz” der gibi dizilirmiş. Onlar, hayatlarını bu denli nurani, bu denli hürmete layık, bu denli nezih ve bu denli manidar yaşamışlar. Üstad Necip Fazıl bu durumu; “Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler” diyerek tarif etmiş.
HABERLER
2 gün önceHABERLER
2 gün önceKÖŞE YAZARLARI
5 gün önceKÖŞE YAZARLARI
10 gün önceKÖŞE YAZARLARI
16 gün önce