Nisan 2008. İzmir Kitap Fuarı’ndayım. İzmir’deki ikinci yılım. Üniversite okumaya geldim. Hem de İletişim Fakültesi. Sıradayım. Neredeyse 1 saate yakındır. Aldığım kitapları imzalatma sırasının bana gelmesini bekliyorum ve nihayet sıra bende. Yazar diyor. İsminiz ne? Diyorum İbrahim ve ekliyorum İletişim Fakültesi’nde okuyorum ve bunda sizin payınız küçümsenmeyecek kadar büyük diyorum. Vea ynı zamanda da bir TV kanalında da çalıştığımı ekliyorum. Yazar ‘O zaman meslektaşız İbrahim’ diyor ve o sihirli cümleyi yazıyor.”Sevgili Meslektaşım İbrahim’e sevgilerimle”. Çoğu için bu basit bir cümle olmuş olabilir lakin köyde ayakkabısız okumaya çalışan, üzerindeki önlüğü kendinden önce iki kişi giymiş olan birisi için orada bulunmak ve Can Dündar gibi bir isimden bunları duymak nedir bilemezsiniz.
DEMİRKIRAT VE SARIZEYBEK
O gün ve sonrasında uzun süre bulutların üzerinde dolaştım. Demirkırat’ını okuduğum, ilkokul ikinci ya da üçüncü sınıfta “Sarı Zeybek” belgeselini acaba ne anlatmaya çalışıyor diye izlediğim ama hala unutamadığım sesin sahibi ve televizyoncu, sunucu Can Dündar’ın elini bile sıkmıştım. Daha sonraki yıllarda kendisini daha önceki gibi, elini sıkma şansım olmasa da “Mustafa”nın İzmir galasında görme fırsatım olmuştu. Artık o benim idolümdü. Bende bir Can Dündar olmalıydım. Mustafa’nın Bregoviç tarafından yapılan müziklerini kaç defa dinlemişimdir şuan hatırlayamıyorum bile. Mustafa’nın internet sitesine kaç defa girmişimdir ya da set fotoğraflarına kaç defa bakmışımdır hatırlamıyorum şu an. Kitaplarının çoğunu okumuştum ve sonrasında çıkan kitaplara elim bir türlü gitmedi hani bu bir çocuğun kalan son sekerini hem yemek istemesi hem de bitmesini istememesi gibi bir şey. Şuan rahmetli Birand’ı yazmış olduğu kitabı okuma hazırlığı içindeyim. Onun dışındakileri bitmemesi için bir rafa kaldırdım ve ne zaman okurum bilemiyorum. Belki bir gün…
ÇINAR AĞACI
İlk çalıştığım TV kanalında bir arkadaşım “Çınar Ağacı” isimli bir program yapıyordu. Hatta bir ödül bile almıştı. Gayet başarılı bir programdı. Programın içeriği ise; her hafta unutulmaya yüz tutan bir meslek erbabını konu alıyordu. Aklıma şu an gelenler, semercilik, nazar boncuğu yapımı, testi yapımı, eski halı tamirciliği gibi gibi…Arkadaşım programa devam etmiyor. Devam etseydi eğer elimde çok muhteşem bir konu vardı. Unutulmaya yüz tutan, tutmaya başlayan bir meslek bulmuştum ona. Gazetecilik. Biz İletişim Fakültesi’ne geldiğimizde bir etikten bahsedildi. Basın etiği. Ama bu etik ne anlatanlarda vardı ve ne işverende. Anlatan, akademisyen adı altında hayatına devam ediyor. Amaç bir şeyler vermek ya da bu ülkeye bir insan kazandırmak olması iken; bu titrle maaşını almak, kendi hayatına idame etmek ve 10 yıl önce hazırlanmış slaytlarla günlük değişen medya sektörünü anlatmak. İşverende ise; medya kuruluşu bir güç. Görevi ne? Güç güç güç. Ne basının işlevi söz konusu ne etik ne de basın kuruluşundan bir şeyler bekleyen halk. Önemli olan tek şey,siyasi otorite ile arayı iyi tutmak, biraz aralar açıldığında siyasi otoriteye baskı yapmak, istediği yönde adımlar atmasını sağlamak. Ve daha kalemin ne olduğunu bilmeyen kişilere rüyasında göremeyeceği köşeler vermek. Bu kadar dalavereler dönerken birilerinin işini yapan adama gelip “etik”ten yargılaması yorumsuz. Durum bu iken; Can Dündar’ın işine son verilmiş. Hiç şaşırmamak gerek. Can Dündar’ında bazı yanlışları tabii ki var veya bana göre yanlışlar kendisine göre doğrular. Ama bir ağaç bir yıl meyve verip diğer yıl vermediğinde kökten kesilip atılmıyor ki.(Bu yazıdan “Gezi Parkı” olaylarını desteklediğim çıkartılmasın. Daha önceki yazılarımda bu olaya karşı tavrımı net olarak koymuştum ve halada aynı fikirdeyim.)
BALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
12 gün önceKÖŞE YAZARLARI
21 gün önceHABERLER
08 Kasım 2024