Cıvıl cıvıl cıvıl cıvıl ötüşüyorsunuz anladım kalk diyorsunuz ımmm biraz daha dememle fırlamam bir oldu aman tanrım yabancı bir ülkede belli bir saatte olan trene yetişmek zorundayım. Yoksa ertesi günü beklemem lazım. Allah’ım nasılda oyalanmışım yatakta ya da ne çabuk sabah olmuş ben daha doyamadım ki Zagrep’e. Bu bavulda ne ağır çek çek yürümüyor. Hadi bavulu anladım da ruhumda her gördüğü ağaca, her gördüğü çiçeğe yapışıyor çekip alıyorum resmen tamam söz bir daha geleceğiz, hadi bak tren sesi, yetişecek miyim acaba derken son anda atıyorum bavulu ve kendimi… Derin bir nefes molası almamla tren başlıyor harekete, üstüme bakmak aklıma geliyor aceleden pijama ile çıkmadım umarım. Hah yok yok giyinmişim ohhh. Ben bizim trenler gibi beklerken bir bakıyorum Harry Potter filminin treninde gibiyim. Hep kompartıman sistemi, başka tarz koltuk yok hemen bir kompartımana yerleşiyoruz. Arkadaşım umarım kimse gelmez uyuruz diyor. Uyumak mı? Dağ tepe manzaraya yapışmak varken çok zor… Ama sallantıda beşik gibi hani pencereleri açıyorum, mis gibi kokular mayhoşça yayılıyor benliğime. Alabildiğince yeşil, alabildiğince renk tufanı. Daha Julianna Illes Major uyuyordur. Daha iki saat yolum var nasılsa. Muhteşem çalışkan bir ressam arkadaşım kendisi şehrinde bir sürü etkinliklere imza atıyor. Resim yapmanın yanında. Sürekli bir hareket halinde Hep bir koloni, çalıştay organize ediyor, bütün dünyadan herkesi topluyor Balaton Gölü’ne. Ne yalan söyleyeyim çok merak ediyorum. Hani hepimiz Budapeşte’yi duyardık ta Baloton Gölü çok yabancıyım. Zaten göl denince akan sular duruyor benim için. İki damla su yeter bana. Su, deniz havası, göl ne farkeder ki yeter ki yaratandan gelsin bende enerjimi toplayayım.
SINIRLAR ÖTESİ KÜLTÜREL KÖPRÜ KURMA PROGRAMI
Sohbete başlıyoruz arkadaşımla, yol aldığımız seyirden bahsediyoruz çalıştay çok kalabalık bir organizasyon olmayacakmış. Sınırlı sayıda kişiler. Macaristan, Makedonya, Kosova ve Türkiye’den ben ve birde Türk şair Serdar Ünver var. Juliana ile arkadaşlıkları uzun yıllara dayanıyor. Hatta Serdar ağabey o kadar etkilenip sevmiş ki gideceğimiz kasabayı birkaç ayını burada geçiriyor. Yıllar önce Vonyarcvashegy’de (Macaristan, Batı Balaton) Kültür Merkezi ve Kütüphanesi ”Sınırlar Ötesi Kültürel Köprü Kurma Programı” isminde bir program başlatmışlar. Juliana ile beraber ve ‘Birbirimizin kültürünü bilirsek ve kapılarımızı birbirimize ve dünyaya açarsak, gönülden gönül’e, mevcut önyargıları giderebilir ve yeni önyargıların oluşmasını engelleyebiliriz. Bu şekilde sadece bireysel olarak değil belki uluslar olarak da birbirimize yakınlaşabiliriz ‘’ felsefesi ile bir kapı aralamışlar. Sanat toplantısı ‘Kapı’ ismiyle Vonyarcvashegy’de gerçekleşmiş toplantıda yürütülen çalışmanın konusu Türk şair Serdar Ünver’in Kapı isimli şiiri olmuş. Bu vesileyle Türkiye ile bir kültürel köprü kurmuş olmuşlar. Daha sonra çalıştaylar ve şiir günleri tertip edip Türkiye’den nice nice konuklar ağırlamışlar. Şimdide biz bu yolda trenin ivmesinde sallana sallana gidiyoruz. Belki de biz ‘’kapı ‘’ açıyoruz yeni dostlukların perdesine. Belki Macaristan’ın o büyülü güneşine… Hemen lpad’imi karıştırmaya başlıyorum. Serdar ağabeyin “KAPI” bana ne fısıldayacak bu yolda diye bakınıyorum. Hazır tam yeni yeni yaklaşmışken sınıra doğru..
Kim kendi kapısını var’ım diye açar içe asıl orda yok’un izi! Çalsa hatta zaman bile geçip an’ın eşiğini kapı yine üstüne örter bende kendini… Yoksa yok’a
Kapı mı yok!
Doğru ya yok’a kapı mı yok? Bir şiir ne kadar da eksenine alıp götürüyor. Doluyor seni bir girdap misali, saatlerce beynin orada oyalanıyor. Bir sağından dolanıyorsun düşüncenin bazen demleniyorsun, bazen hırçın. Yeşillere dalınca da, manzaraya bakınca da bir başka oluyor şiirin ekseninden kıvrılıp eteğine yapışıp gitmesi. Bir ses duydum kapı mı çalıyor ne? Kafamı kaldırıyorum sınır görevlileri pasaport diyorlar. Tabi bir arbede başlıyor kompartımanda çanta bulunuyor. Pasaport çıkarılıyor. Sigara var mı diye soruyorlar. Şaşırıyorum. Arkadaşım sonra bahsediyor sigara sokmak yasakmış Macaristan’a kendi sigaraları tüketilsin diye. Bravo ne güzel koruyorlar ekonomilerini. Takdir ettim vallahi. Sınır geçişi bitti Artık Macaristan’dayız vakit öğlene yanaştı. Hava sıcaklığı iyiden iyiye hissettiriyor kendini. Hemen Juliana’yı arıyorum biz sınırı geçtik diye. O bizi karşılayacak tren garından bir 20 kilometre varmış merkeze. Ha bu arada Türkçe konuşuyorum. Juli çok güzel Türkçe konuşuyor. Başımı sarkıtıyorum trenden, trende olmanın ve yüzüme vuran ılık havanın hazzını yaşıyorum. Köpekler zevkli hayvanlar vallahi bol oksijene karşı arabanın camından sarkarak takındıkları tavır ne kadar doğru demeden edemiyorum. Ufak ufak köyler geçiyoruz çatıları dik. Ne kadar düzenliler yeşillerin arasında bir asker gibi sıralanmışlar. İki üç sokaklıkta olsa düzenli ve mağrur. İki üç istasyon sonra ordayız toplanma vakti derken çabucacık geçti ve sıcacık bir sarılmaya verdi kendini zaman. Karşılaşmanın bu sıcacık sarılmalarını çok seviyorum. Bagajlar arabada ve biz Vonyarcvashegy yolundayız. Önce Juli’nin evine gidiyoruz bize enfes yemekler hazırlamış. Eşi ve hem güzel hem de artık yaşlandığını söylediği köpeği (ismini hatırlayamıyorum çok zorladım ama çok üzgünüm ).
Hemen sofra kuruluyor usule uygun bir çorba ile başlıyoruz. Sohbet muhabbet derken. Etraftaki her yerdeki kâğıt parçaları dikkatimi çekiyor. Her objenin üzerinde hem Macarca hem Türkçe ismi yazıyor. Türkçeyi çabuk öğrenmek için yapmış Juli. Bu kadının zekâsına bir kez daha şapka çıkartıyorum. Eve gidince hemen denemem lazım. Neyse zaman gitme yerimize yerleşme vakti. Ağaçlar badem zamanı çiçekler pembe, gönüller pembe. Badem festivali için buradayız. Bademleri tablolarımızda canlandıracağız. Programa ev sahipliği yapan Helikon Taverna adlı otele doğru gidiyoruz. Çalıştay da burada gerçekleşecek. Biz de burada kalacağız. Ne kadar doğru bir kararmış arabadan inince anlıyorum. Bütün Balaton ayaklar altında biraz yüksekte olması buna sebep lakin manzara işte buna bittim. Otelin sahibi karşılıyor bizi gencecik bir beyefendi. Maşallah bu yaşta böyle bir otel sahibi, hadi olanlar var, peki böyle bir zihniyet? Sanatçıları A dan Z ‘ye ağırlamak. Organizasyona destekleyici olmak. Hem de yıl içerisinde bu sadece bir değil ki. Tabi organizasyonu tertip edende hiç yorulmadan didiniyor ve koşturuyor. Ne diyeyim on gün yaşam yine çok keyifli. Manzaraya dalıyorum. Fotoğraf makinem şahit valla… Balaton sen ne kadar güzelmişsin…
ÇAMURLU GÖL YA DA MACAR DENİZİ
Slav Dilleri‘nde Balaton gölü Çamurlu göl anlamına gelirmiş. Orta Avrupa‘daki en büyük göl Macaristan denize kıyısı bulunmayan bir ülke olduğu için göl, bazen Macar Denizi olarak da adlandırılıyormuş. Zala Nehri, göle su sağlayan en büyük kaynakmış. Tuna Nehri’ne bağlanan ve yapay bir kanal olan Sio Kanalı ise gölden tek su çıkışını sağlıyormuş. Kasaba ise normalde kışları dört bin nüfuslu iken, yazları bu rakam kırk binlere çıkabiliyormuş. Bizim Bodrum ya da Çeşme gibi tabiri caizse… Neden çamurlu göl dediklerini daha sonra yaptığımız gezi esnasında anlıyorum. Kesinlikle dibi görünmüyor. Fakat Göl suyu sıcaklığının yüzmeye elverişli olmasının yanında gölde balıkçılık, yelkencilik ve diğer bazı su sporları için de ülkedeki hemen hemen tek alanmış. Gölün çevresinde birçok yazlık ev görüyorum ileriden de olsa. Gölün kuzeyinde bulunan Tihany Yarımadası tarihî öneme sahip bir alan diye fısıldıyor. Ben manzaraya dalmışken Juliana… Kışın da diyor göl -yaza kıyasla az olsa da- birçok turist çeker, buz tutmuş gölün yüzeyinde açılan deliklerden balık tutmak ve buz pateni, kızak kayma kışın en keyifli anlarıdır diye ekliyor. Göle başka bir ulaşımda hemen yakınındaki Sármellék Havaalanı, sayesinde kolayca her yerden ulaşılabiliyor. Birçok ülkeden bu havaalanına doğrudan uçuşlar varmış. E gelince öğreniyorsun. Ama ben yine de yolumdan çok memnunum yoksa nasıl âşık olabilirdim ki Zagrep’e… Tanışma faslı bittikten sonra bir arkadaşımı kaptığım gibi kasabayı keşfe çıkıyorum. Bahar ayı her yer badem badem kokuyor çiçekler, muhteşem kokular. Etrafta pek insan yok varsın olmasın doğa ve yazlık ev mimarilerinin coşkusundayım ben hala… Nasıl güzel mimariler bunlar her evi tek tek fotoğraflıyorum. Mavi çatılı ahşap ev rüya gibi. Hani aşklara konu olmuştur ya mavi panjurlu bir evimiz olsa diye işte orası burası galiba diye gülüşüyoruz arkadaşımızla. Arşın arşın yürüyoruz sokakları o sırada atalarım geliyor aklıma yine. Osmanlılar, Muhteşem Süleyman geçti mi bu topraklardan diye. Bakalım geçebilmiş mi? Biraz tarih sayfalarında dolaşalım sokakları bırakıp Kanuni Sultan Süleyman tahta çıktığında Avrupa’nın en güçlü devleti Roma-Germen İmparatorluğu (Almanya) imiş. Almanya İmparatoru Şarlken Macaristan’a hakim olmak için Macar kralı ile yakın akrabalık ilişkileri kurmuş. Macar Kralı İkinci Lui, Şarlken’e güvenerek vergilerini ödemiyor kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini öldürtüyormuş. Fatih Sultan Mehmet, Avrupa’da düzenlediği seferlerde Sırbistan’ı almış.
MACARİSTAN’A 4 YANDAN KUŞATMA
Ancak stratejik bir öneme sahip Macaristan alınamamış. Hemen akabinde Kanûnî Sultan Süleyman Macaristan’ı almak üzere harekete geçmiş. Belgrat, karadan ve Tuna ırmağındaki Osmanlı Donanması tarafından kuşatılmış. Şehir, gayet iyi savunulmasına rağmen teslim olmak zorunda kalmış (29 Ağustos 1521). Belgrat Muhafızlığına Balı Paşa getirilmiş. Bu sefer sonunda İstanbul’a gönderilen bazı Belgratlılar kurulan Belgrat köyüne yerleştirilmiş. Belgrad’ın fethi, Kanûnî Sultan Süleyman’ın ilk fethi olmuş. Belgrat, bundan sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan en büyük kapısı oldu. Bu sebeple Belgrad’a “Darü’l-cihad” denildi. Şarlken’in büyük bir tehlike olmaya başladığını gören Kanûnî Sultan Süleyman, Fransuva’nın da ısrarı üzerine Şarlken’e karşı savaş açmaya karar vermiş. Osmanlı ordusu Tuna nehrini geçerek Macaristan’a girerek 29 Ağustos 1526’da Macar ordusuyla Mohaç’ta yapılan savaşta Macar ordusu iki saatte dağılmasına sebep olmuş. Mohaç Savaşı parlak ve şanlı bir zaferle neticelenmiş. Budin (Budapeşte) alındı. Macaristan, Osmanlı Devletine bağlı bir krallık haline geldi ve başına Macar soylularından Jan Zapolya getirilmiş. Ve bu karşılıklı çekişme devam, onlarda kanuni de Macaristandan vazgeçmiyordu. Hakikaten vazgeçilecek gibi değil ki havası bir başka suyu bir başka. Ben hayatımda ilk defa Macaristan güneşinde kızarmadan yandım. Bahar bile başka kokuyor sanırım bundandır vazgeçemediler. hatta Anadolu’daki iç isyanlarla ve Doğu’da İran Devleti ile uğraşan Kanûnî Sultan Süleyman, 1566’da son seferine yine Macaristan üzerine çıkmış. Zigetvar kalesini kuşatmış, ancak kuşatma devam ederken Kanûnî Sultan Süleyman vefat etmiş. Osmanlı Devletini zaferden zafere taşıyan Kanûnî Sultan Süleyman’ın ölüm haberine rağmen kale fethedilmiş (7 Eylül 1566). Macaristan 1526’daki Mohaç Savaşı’yla Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Yaklaşık 150 yıllık bir süreden sonra, Avusturya İmparatorluğu ve Hıristiyan devletlerden oluşan Kutsal İttifak yardımıyla Osmanlı’ya karşı savaşarak, 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması’yla Türklerin hâkimiyetinden çıkmışlar. Bu 150 yıllık süre boyunca, Budapeşte, camileri, hamamları, çeşmeleri ve köprüleriyle tamamen bir Türk şehri haline gelmiş ve şehirde yaşayan Hıristiyan aile sayısı 70’e kadar düşmüş. Ancak Türkler şehirden ayrıldıktan sonra, birkaç hamam dışında neredeyse bütün eserleri maalesef yok etmişler.
Yani şu an Büyük Süleyman’ın ayak izlerinde yürüyorum ne kadar doğru bir yerdeyim demek ki. Tarihten sıyrılıp ayaklarımdaki serinliğe dalıyorum, çamurlu sularda yaşam enerjimi depoluyorum iliklerime havadan bir nefes çekip savuruyorum karşı düzlüğe. Göldeyim sudayım. Yalnız her yer ıssız. Ben ne isterim böyle keyf anlarında? Herkes öğrendi artık ama nerde ancak otelime döndüğümde. Açık bir mekan yok ki. Zaten yoruldum da baya uzakmış yol. Yürürken bir kafeterya görüyorum en sonunda açık olan. Masasına atıveriyorum kendimi sıcak yürüyemedim artık kahveyi de geçtim su diye inliyorum. Yarım saatlik bir molanın ardından otelimizdeyiz. Açılış gecesi ve tanışma faslından sonra ilk Macarca kelimemi öğreniyorum. Meleg Wish (sıcak su ) .Çünkü paket Türk kahvesi yapıyorum herkese. E nasıl fethedeceğim gönülleri. Nasıl kırk yıl dost diye çalabileceğim kalpleri. Kahvemin avantajının verdiği gurur var yüzümde. Bu arada kelimeyi çok rahat öğreniyorum sanırım en kolay gelen dil oldu Macarca bana. Kelimeler Türkçe ile çok yatkın ve yakın. Aramızda oldukça etkileşim olmuş tarih içerisinde. Diye sohbet etmiyoruz değil. Yorgunlukta bu sohbet esnasında bir çocuk misali mırıldanıp dürtüklüyor. Odamıza gidelim uyuyalım diye. Direnmek ne mümkün. Ertesi gün ve ertesi gün ve yine ertesi gün birbirinden değerli sanatçılar ile aynı mekânda fırçaları sallıyoruz. Arada sohbet arada muhabbet, arada sessizlik kol geziyor. Aramızda bir suluboya ressamı var sırf suluboya çalışıyor. Janko Laco . Bayılıyorum eserlerine sandalyemi aldığım gibi çömeliyorum hemencecik. Aradan saatler geçmiş bir bakıyorum Janko alıyor eline gitarı Kovac ile şarkılar estirmeye herkes toplaşıyor. İşte sanat bu renkler, müzikler ile buluşturuyor dil, din farkı olan bir avuç insanı… Şükrediyorum tekrar yeteneğime ve bana el veren hocama… Buradayım ve keyfini sürüyorum. Bir bakıyoruz ki üç gün geçmiş. Ben odama doğru ilerlerken juli yanıma yanaşıyor. Ertesi sabah hazır ol Kecskemet ve Budapeşte’ye gideceğiz seni gezdireceğiz diyince sevinçten havaya uçmadan ayağımdan yakalıyor. Julinin orada bir konferansı ve ödül töreni varmış. O konferansta iken biz Kecskemet adlı kasabayı gezeceğiz sonrada ver elini Budapeşte. Bir heyecan ile yatıyorum yatağıma uyumak ne mümkün. Zaten kaç saat kalmış ki .
CANDAN ERÇETİN NAMELERİ
Uyumadan kalkıyorum gün doğumuna koşuyorum önce. Balaton Gölü’nden gün doğuşunu bir daha seyredemez semin telaşında kaçırmak istemiyorum çünkü…
Bir bakıyorum araba sesi işte Juli geldi hemen atladığımız gibi kaçarcasına yola çıkıyoruz yolumuz uzun erken kalkan erken yol alır. Bir süre gittikten sonra Juli sürprizini yapıyor teybi açması ile Candan Erçetin nameleri dans ediyor arabada ve eşlik ediyoruz hep birlikte en sevdiği parçalarmış. Ne kadar kibarca davranış. Bizim için bizim dilimizde şarkılar dinliyor bütün yol. İşte geldik Juli ve Serdar ağabey sempozyuma yol alırken biz arkadaşım ile sokaklara. Köşede minik bir pastane gözüme çarpıyor. Fransız filmlerinden fırlamış gibi. Pespembe sandalyeler. Bembeyaz yerler. Yılın ilk dondurmasını yiyorum sabah sabah. Meydanda bir park var parkın ortasında bir yükselti ve yazılar bakıyorum şehir isimleri ve rakamlar dikkatle bakınca şehirlerin yönleri ve tek tek kaç km oldukları yazılı sadece şehirler mi ülkelerinde. Binalara bakmaktan başım dönüyor heykel yapılara. Binamı yoksa heykel mi artık ayırt bile edemiyorum. Önümüze bir katedral çıkıyor ben sanat eseri diye adlandırıyorum artık. Saatlerce kalabilirim içeride. Küçükten büyüğe bakacak benim görsel arsızlığımı besleyecek o kadar resim ve obje ve heykel var ki. Yasak olmasına rağmen dayanamayıp fotoğrafta çekiyorum. Biliyorum yasakları çiğnemek ayıp. Ama o zaman sanatçıları bu kadar görselliğin içine sokmamak lazım gözümüz dönüyor ne yapalım. Çıkışta buluşuyoruz biz bitti gidiyoruz sanıp arabaya yönelmiş iken. Juli hayatımızın konseri için elimizden tutup belediye binasının önünde bir banka oturtuyor bizi. Tam öğlen saatinde belediyeden onlarca çanlar ile şarkılar çalınıyor. Çin çan büyülenmiş gibiyiz sadece bakakalıyoruz. Bütün şehir duruyor ve dinliyor şarkıları. Sanat bir şehirde bu kadar mı var olabilir. Her an size üretmek için doneler veriyor Avrupa’da şehirler, buralarda sanatçı olmak çok kolay sizi besleyen çok materyal var. Ya bizde ah ah. Arabada öğlen yemeği niyetine elleri ile hazırlayıp bize ikram ettiği sandviçlerden yiyerek ve şarkılar söyleyerek tuna boyunda Budapeşte’ye giriyoruz. Budapeşte, Buda ve Peşte olarak iki yakadan oluşuyor ve arasından Tuna nehri geçiyor. Bu iki yakayı birbirine tam 7 köprü bağlıyormuş. Şehir merkezi ise Peşte tarafında yoğunlaşmış. Budapeşte’nin nüfusu yaklaşık 1,7 milyon civarında. Macaristan’ın toplam nüfusu ise 10 milyon kadar. Orta Avrupa’da küçük ama kendine özgü bir devlet. Avrupa’da hemen hemen bütün ülkeler, Hint-Avrupa dillerine ait bir dil konuşurken, Macarlar Ural-Altay dil ailesinin, Ural koluna bağlı olan Macarca’yı konuşuyorlar ve Orta Asya’dan bugünkü Macaristan topraklarına geldikleri 9. yüzyıl sonundan beri dillerini ve kültürlerini korumayı başarmışlar. İşte bu yüzden bana kolay geliyor sanırım. İlerledikçe bir caddeye varıyoruz, Hösök Tere’den (Kahramanlar Meydanı) Erzsébet Tér’e (Elizabeth Meydanı) kadar uzanan, Budapeşte’nin en ünlü caddesi olan Andrássy Ut… Caddesi Neo-Rönesans tarzındaki malikâneleri, binaları, meydanları, müzeleri, kafeleri, restoranları, operası ve lüks butikleriyle ünlü olan bu caddenin yapımına 1872 yılında başlanmış ve 2002 yılına UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne alınmış. Andrássy Caddesi üzerinde bulunan Kodaly Körönd Meydanı. Arka planda güzel binalar, heykeller, kocaman bir ağaç. İnsan bir yandan bakmaya doyamıyor, bir yandan da o kadar güzel bir ülkemiz olmasına rağmen, zaten az sayıda olan tarihi, estetik binalarımızı koruyamadığımızı aklına getirip iç çekiyor maalesef… Budapeşte’de bulunan nadir Osmanlı eserlerinden biri şehrin Buda tarafında bulunan Gül Baba Türbesi. Muhtemelen ilk defa duydunuz Gül Baba’yı. Ancak kendisi Macaristan’da çok ünlü imiş. Seyahatlerim sırasında ne zaman bir Macar’la tanışsam, Türk olduğumu ilk öğrendiklerinde hemen Gül Baba’dan bahsediyorlardı. Gül Baba, Budapeşte’yi fetheden Kanuni Sultan Süleyman’ın davetiyle sefere katılmış ve ölümüne kadar Buda’da yaşamış, sadece Türkler tarafından değil Macarlar tarafından da sevilmiş bir derviş imiş. Aslında genel olarak baktığımızda, Avrupa’daki eski Osmanlı topraklarında kurulan ülkelere kıyasla, Macarlar Osmanlı dönemini o kadar da kötü anmıyorlar. Günümüzde Osmanlı’dan kalan çok fazla eser yok ancak şimdi de döner sayesinde Budapeşte’yi fethetmişiz. Neredeyse her köşe başında, üzerinde “Török Etterem” (Türk Restoranı) yazan bir dönerci var. Şu anda şehrin en popüler yiyeceğiymiş, bunda tabii lezzetinin yanı sıra uygun fiyatının da etkisi var sanırım. Hösök Tere yani Kahramanlar Meydanı Budapeşte’nin turistlerce en çok ziyaret edilen yerlerinden birisiymiş. Buraya Andrassy yolunu ve Oktogon Meydanı’nı geçerek ulaştık. Resmi törenler ve kutlamalar hep burada yapılıyormuş etrafta turistleri taşıyan onlarca otobüs meydanı doldurmuş. Meydandaki yeşil renkli Macar Kral Heykelleri gerçekten göz alıcı hayranlık ile kilitleniyorum. Bu meydanın iki yanında iki müze bulunuyor. Bunlar Güzel Sanatlar Müzesi ile Sanat Sarayı’dır. Güzel sanatlar müzesinde Bernar Venet’in sergisi var hemen oraya doğru yöneliyoruz koşarak. Biletler biraz pahallı ama olsun siyahın bu kadar koyusunu başka nerede görebilirim ki.
KAHRAMANLAR MEYDANI
Kahramanlar Meydanı akşam saatlerinde kaykay, bisiklet ve rollerblade kullananlar tarafından işgal ediliyormuş Hava güzelse geç saatlere kadar meydanın etrafında akrobatik hareketler yapıyorlarmış ama malesef ki bizim seyretmeye vaktimiz yok. Gece çökünce meydan harika bir şekilde ışıklandırılırmış. Meydanın biraz ilersindeki bölgeye Varoş Liget denmekte imiş. Burası şehrin parkı imiş ve hemen ileride açık hava buz pateni pistini görüyorsunuz. Eğer kışın gelmişseniz, 1-2 saatliğine paten kiralayıp bu geniş pistte müzik eşliğinde kayarak keyif sürebilirsiniz. Pisti sağ tarafınıza alıp Millenium Köprüsü’nü geçerseniz 50 metre kadar ileride sağ tarafınızda bir kale görülüyor. Tahminlerimin aksine burası alakasız bir şekilde Tarım müzesi çıkıyor. Bu tarafta zaman geçirmektense yolun sol tarafında yaklaşık 100 metre mesafedeki Szechenyi kaplıcasında gevşemek daha eğlenceli olabilir diye anlatıyor Juli. Bu kaplıca Avrupa’nın en büyük kaplıcasıdır ve kesinlikle ziyaret edilmeyi hak ediyormuş. Ah biraz daha vaktim olsa diye geçiriyorum. Gezmek için özel gelmeli diye düşünüyorum bir yandan da Szent Stephen Bazilikası, görmeden geçmememiz gereken yerlerden birisi imiş. Buraya Kahramanlar Meydanı’na sırtınızı vererek Andrassy yolunu takip ederek ulaşabilirsiniz. Çok hoş bir meydanı olan bu bazilikanın iç kısmı da etkileyici detaylarla süslü Bunun yanında kubbesine bilet alarak çıkabilir ve Budapeşte’ye farklı bir açıdan bakabilirsiniz. Buradan yürüme mesafesindeki Parlamento binası da ilginizi çekebilir. Rehberli bir tur alarak içerisini gezebilirsiniz. Parlamento binasının hemen karşısında ise Etnografya Müzesi bulunmaktadır. Bu yakadaki en önemli müze ise Ulusal Müze’dir. Buraya Astoria veya Kalvin Meydanı’ndan yürüyerek gidilebiliyormuş. Tuna Kıyısı daha evvel bahsettiğim gibi 7 köprüyle Peşte ile Buda yakalarını birbirine bağlar. Bu köprülerden en ünlüsü Lanc Hid yani zincirli köprüdür. Bu köprüden karşıya geçerek Buda yakasına ulaşıyorsunuz ve kale bölgesine füniküleri kullanarak hızlıca çıkabiliyorsunuz. Tabii isterseniz fünikülerin hemen sol tarafındaki yaya yolunu takip ederek de aynı noktaya ulaşırsınız, sadece biraz daha yorgun biçimde. Kale bölgesinde bulunan Ulusal Galeri’ye uğramadan gidemezmişiz. Buda Kalesi’nin iç kesiminde çok hoş bir çeşme bulunmakta. Kameram zevk huşusunda artık deklanşöre ben basmıyorum kendi kendine çekiyor bu nasıl bir tuna manzarasıdır böyle. Dilimde tuna nehri akmam diyor türküsü pelesenk olmuş hayranlığımı bastıramadan fotoğraflar bir bir yerleşiyor makineme. Allahtan dijital çağdayız film zamanlarını düşünemiyorum bir bavul film taşımam gerekirdi herhalde… Kaleye çıkmışken Szent Matthias kilisesini ve Balıkçılar Loncasını da görmek gerekiyormuş ama vakit azalıyor ben gidemedim. Gidenler bana anlatabilir mi acep. Ya da birisi beni tekrar götürebilir mi? . Buda ile Peşte arasında Tuna nehri üzerinde Margit adası bulunur diye anlatıyor juli yavaş yavaş arabamıza binip yol alırken Bu adaya Margit ve Arpad köprüleriyle ulaşılabiliyormuş. Adada büyük bir park ve yaklaşık 5 km uzunluğunda bir koşu parkuru bulunuyormuş. Budapeşteliler akşam saatlerinde ve hafta sonlarında buraya spor yapmaya geliyorlarmış. Bu ada üzerinde güzel bir otel de bulunmakta imiş. Bir kaçamak mı yapmalı ileriki senelerde üç beş günlük bu adada kalmalı şehrin dibini çevirmeli diye geçirmedim değil aklımdan. İyi ki sanatçıyım, sanatçı olamasam gezgin olurdum herhalde. Aslında seyahat firmaları için çalışmak ne kadar güzel olurdu. Tam bana göre bir iş dünyayı dolaşmak ve para kazanmak. Her gün başka bir ülkeye gidebilir günlerce dolaşabilirdim. Çok seviyorum keşfetmeyi gözlemlemeyi ben dalmış bunları düşünürken bir sarsıntı ve motorun sessizliği. Seyahat bitince anladım çok yorulmuşum. Çok teşekkür ederek ayrılıp kendimi banyoya oradan da uykuma atıyorum resmen. Birkaç günüm var. Havada iyice ısınıyor. Biraz güneşlenme molalarına karışık tablolarımı sonlandırıyorum. Son gün geldi çattı. Giyinip süslenip yine sancı zamanı. Ama bugün Juli ve birkaç ressam arkadaşımız daha sancılı çünkü Avrupa’nın çok onurlu bir üniversitesinden yaptıkları çalışmalar için fahri doktora aldılar. Ve sergimizin açılışını o kurumun değerli hocalarından biri onurlandırdı. Bu hepimiz için oldukça önemli bir sergi oldu ve tatlı bir yorgunluğa bıraktı kendini. Seyahatlerimin sonundaki sergileri sevmiyorum. Çünkü ertesi gün dönüş çanlarını işaret ediyor bana. Oysa burada sergi bir sürecin başlangıcı oluyor. Seyahatlerde ise sonlanışı ve işte bir son daha. Yarın geldiğim trenle dönme vaktidir sabah erkenden. juli tren garından uğurluyor uyku mahmuru el sallıyor bende ona… Bir dahaki dünyanın herhangi bir kolonisinde buluşmak üzere hoşça kal sevgili arkadaşım. Belki bir dahaki buluşmamız benim organizasyonumda olur ne dersin? Tabi ondan önce ben birkaç seyahat yapacağım. Makedonya’dan uzak kaldık özledim topraklarımı haftaya manastır türküsünü söyleye söyleye sokaklarında dolaşmaya ne dersiniz Bitola’nın (manastır) .
HABERLER
3 gün önceHABERLER
3 gün önceKÖŞE YAZARLARI
6 gün önceKÖŞE YAZARLARI
11 gün önceKÖŞE YAZARLARI
17 gün önce