Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde. Ama gelin görün ki bu romantizm bir yayın, tercüme, düşünce ve araştırma bolluğuna dönüşmüyor. Ne kadar anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?
Son yıllarda farklı vakitlerde Saraybosna’yı ziyaret etme şansım oldu. Her uğradığımda, biraz meslekî merakla, biraz da bu etkileyici memleketi daha yakından tanıyabilmek umuduyla savaş ertesi ne yazılıyor ne çiziliyor diye kitapçılara bakındım. Bazılarında çağdaş Boşnak yazarların farklı dillere çevrilmiş eserlerini bulmak mümkün. Maalesef Türkçe bu diller arasında en gerilerde yer alıyor. Ben de her seferinde bu duruma ah vah etmekle beraber, toplayabildiğim kadar çok malzemeyle döndüm İstanbul’a. Faruk Šehić’le de böyle bir tesadüf eseri, İtalyanca tercümesini edindiğim Knjiga o Uni (Una Hakkında Bir Kitap – Una’nın Kitabı) [1] adlı romanıyla tanıştım.
Šehić, “şair ve asker,” bir Bosna gazisi. 1992-1995 arasında gönüllü olarak Bosna ordusunda savaşmış. Savaştan sonra edebiyat okumuş ve bir öykücü ve şair olarak kuşağının isimleri arasında öne çıkmış. Una 2011’den yayımlandığında eski Yugoslav coğrafyasının önemli Meša Selimović Ödülü’nü almış. 2013’te ise Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Bundan sonra eser art arda aralarında İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Macarca, Bulgarca, Arapça ve Makedoncanın da olduğu çok sayıda dile çevrilmiş.
Šehić ciddi oranda otobiyografik olduğunu düşündürten romanını kendisi gibi bir Bosna gazisi olan Mustafa Husar’ın ağzından anlatıyor. Savaş sonrasında arkadaşlarıyla bir İtalyan sirk grubunun gösterisine giden Husar bir Hint fakiri tarafından hipnotize ediliyor. Roman bu hipnozla ortaya saçılan hatıra parçalarından, izlenimlerden, rüyalardan oluşuyor. Tüm bunların merkezinde kahramanımızın Una Nehri’nde 13 yaşında nine-dede evindeki çocukluk anıları var. Bu anıları sık sık savaş hatıraları ve Mustafa Husar’ın savaş sonrası düşüncelerini ve hallerini yansıtan bölümler kesiyor.
Romanın başkahramanının aslında Una olduğu söylenebilir. Nehrin varlığı metni baştan sona katediyor. Bu bağlamda Anna Blasiak’ın yorumuna katılmamak mümkün değil: “Hikâye nehrin sularının istikrarsız akışı gibi açılıyor: Bazen çalkantılı, bazen daha sakin; bazen dosdoğru akarken bazen kıvrıla kıvrıla ve başka nehirlere katılarak; arada bir yeşil ve başka zamanlarda buz gibi saydam.”[2] Nehrin hâlleri anlatıyla dalgalanırken, bir yandan da Mustafa Husar’ın his ve zihin âlemiyle eşleniyor. Anlatıcı gözü inatla nehre bakmak istiyor ve bazen bir 19. yüzyıl romanını hatırlatırcasına tabiat tüm metni kaplıyor. Nehrin bin bir hâli, balıklar, çiçekler, ağaçlar ve tüm bunların meydana getirdiği bir sonsuzluk ya da bir tamlık hâli anlatıya hâkim oluyor. Fakat bu tabiata bakan göz, ne kadar arzu ederse etsin bakışının bütünlüğü içinde kalamayıp dağılıyor. Çocukluğun parçalandığı, Yugoslavya’nın parçalandığı, ailenin parçalandığı, Husar’ın bizzat kendi içi dünyasının parçalandığı ve savaşın bir sel olup eskiye dair her şeyi süpürdüğü gerçeği her an, her fırsatta bu arzu edilen bütünlüğü yerle yeksan ediyor.
Buradan da anlaşılacağı gibi, kitabın genel akışı pek çok “olağan” beklentiyi karşılamayabilir. Ne epik bir savaş anlatısı ne de savaş günlerinin lirik bir ağıtı Una. Daha ziyade savaş öncesini, savaşı ve sonrasını kişisel macera içinden oldukça da kişisel bir dille anlatmayı tercih etmiş Šehić. Pop referanslarla dolu, yer yer alaycı, istikrarsız ve hatta dengesiz bir dil bu. Okur kendini lirizme, hüzne, kahramanlık hissine her bırakmak istediğinde, Šehić’in duvarıyla karşılaşıyor. Anlatıcı sesinin bu kolay ele gelmezliği, bir savaş gazisiyle özdeşleşmek arzusunda olan romantik okura alan bırakmıyor.
Sözün özü, sıkı ve zorlu bir romanla karşı karşıyayız. Bosna Savaşı’nı ve Bosna Felaketi’ni anlamak en azından yaklaşmak arzusunda okur için bir demir leblebi.
Burada aklımda iki temel soru var: Birincisi, dünya edebiyatı sahnesi Šehić gibi yazarları nasıl bulur, hangi ölçütlerle seçer? Bu tip çevreden gelen zorlu metinlerin “küresel roman” olmasına imkân tanır mı, yoksa dar entelektüel çevrelerin ilgisiyle yetinmelerini mi talep eder? İkincisi Šehić gibi yazarlar Türkçeye nasıl gelir (ya da nasıl gelmez)? Türkiye edebiyat sahnesi hangi bu tür “çevre” yazarların eserlerinin çevrilmesine hangi entelektüel süreçlerin sonunda karar verir?
Boşnaklar söz konusu olduğunda, bu soruların özel anlamları var. Bir yanda Avrupa’da entelektüel çevrelerin ve politika yapıcıların, Avrupa ortasındaki göz göre göre yaşanan felaketle kendilerini bir düzeyde ilgilenmek zorunda hissettiklerini görüyoruz. Utangaç bir ahlakî borç hissi burada işlevsel. Öte yandan, bize baktığımızda durum bambaşka. Saraybosna ve Mostar Türk turistlerle dolup taşıyor. Buralarda restoran menülerinde Avrupa dilleri kadar Türkçe de var. Türkiye’nin kurumsal varlığı özellikle Saraybosna’da kuvvetle hissediliyor. Ve tabii köfteciler ve börekçiler Türkiye’den giden meraklılarla dolup taşıyor. Ama işte tüm bunlara rağmen söz ettiğim kitapçılarda Türkçe pek bir şey bulamıyorsunuz.
Türkçede elbette Boşnak edebiyatından çeviriler var. Örneğin, Meša Selimović’in Derviş ve Ölüm’ü (1967) bugüne kadar defalarca basılmış ve çok okunmuş görünüyor. Lakin, en ilginci Bosna Savaşı ertesi Boşnak edebiyatına artan bir merakın olmaması.[3] Türkiye’de Aliya İzzetbegovic ve Srebrenitsa gibi Bosna Felaketi’nin simgeleri hâlâ kitle ilgisine mazhar oluyor oysa. Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde. Ama gelin görün ki bu romantizm bir yayın, tercüme, düşünce ve araştırma bolluğuna dönüşmüyor. Nedenleri çeşitli olmalı bu durumun ama şu sorunun capcanlı ortada durduğu kanaatindeyim: Ne kadar gerçekten merak ediyor, anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?
Üstüne, Türkiye’de çok sayıda “Boşnak asıllı” yurttaş var. Dolayısıyla dili bilen pek çok insan var. Bu imkânın kültürel alanda bir kanal açamamasını açıklamak da oldukça zor.[4] Bu insanlar adına anadiliyle ilişkinin böyle minimize edilmesi; yayınevlerinin, akademinin ve başka kültür kurumlarının bu insan kaynağını kullanmaması şaşırtıcı.
Bu noktada Šehić’in romanının yokluğu önemli bir gösterge. Bir şekilde Šehić’in özellikle Avrupa’da Bosna Savaşı’nın ve Felaketi’nin aktarımında kulak kabartılan bir ses olarak öne çıktığını görüyoruz. Peki, Una’nın Türkçeye gelebilmesi için öncelikle majör Batı dillerine çevrilmesi ve orada belli bir düzeyde ilgiyle mi karşılanması gerekiyor mutlaka? Neden bu kadar yakınken, bu kadar iç içeyken dolaysız ilişki kuramıyoruz?
Tam Šehić’in metniyle boğuşurken ilginç bir etkinlik haberine rastladım. Yunus Emre Enstitüsü’nün Londra şubesi 10 Haziran 2019’da Boşnak yazarlar Alen Mešković ve Faruk Šehić ile “Hatırlamak ve Unutmak: Edebi bir Gözle Bosna Savaşı” başlıklı bir etkinlik düzenlemiş. Mešković’in romanı Ukulele Jam da Una gibi pek çok dile çevrilmiş, dokuz ayrı ülkede yayımlanmış. Enstitü’nün bu iki yazarı önemsemesi ve Londra’da ağırlaması takdire şayan. Etkinliğin sayfasında Londralı okurların yazarlara kitaplarını imzalattığı yazıyor. Bu kitapların İngilizce tercümeler olduğunu tahmin etmek zor değil maalesef.
Šehić Batı’da böyle tanınmaya devam ettikçe bir süre sonra Türkçeye de çevrilecektir, bunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Ama bu olunca, yukarıda sormaya çalıştığım sorular varlığını daha kuvvetli hissettirecek: Neden bu kadar ilgili görünüyorken ilgisizliğimiz, neden bu kolaycı turist halimiz? Cevapları zor ama bize dair anlamlı kuşkular uyandırmaya aday sorular bunlar. Tartışılmalarını umut ettiğimi belirterek yazıyı sonlandırayım.
*Kaynak: T24
[1]Kitap farklı dillere oldukça farklı adlarda çevrilmiş. Benim faydalandığım İtalyanca tercümenin adı “Benim Nehrim”: Il mio fiume. Çev. Elvira Mujčić. Mimesis Edizioni, 2017. İngilizcede Quiet Flows the Una (Durgun Akar Una), İspanyolcada Las aguas tranquilas del Una (Una’nın Sakin Suları).
[2]Anna Blasiak. “#Riveting Reviews: Anna Blasiak reviews Quite Flows the Una by Faruk Šehić.” http://www.eurolitnetwork.com/rivetingreviews-anna-blasiak-reviews-quiet-flows-the-una-by-faruk-Šehić/
[3]Burada elbette tastamam bir yokluktan söz etmediğimin altını çizmeliyim. Örneğin Miljenko Jorgevic’in ünlü Sarajevo Marlboro’sunu İletişim Yayınları 2001’de yayımladı ama kitap bir daha basılmadı. Ketebe Yayınları Nedžad Ibrišimović’in Uğursuz’unu (1968) yakın zamanda bastı ama efsanevi yazarın savaş sonrası yazdıklarından hâlâ bir şey yok Türkçede. Šehić’in “Babaannem” adlı bir öyküsü Post öyküdergisinin 18. sayısında (Eylül Ekim 2017) İngilizceden çevrilerek yayımlanmış görünüyor. Bunun Una’dan çeviri bir bölüm olduğunu tahmin ediyorum ama dergiyi görmediğim için bu tahminimi teyit edemedim.
[4]İstanbul Şehir Üniversitesi’nde verdiğim bir yüksek lisans dersinde, çok değerli “Boşnak asıllı” bir öğrencim dönem sonu makalesini Šehić’in romanı üzerine yazdı. Ödev için romanın orijinalini Saraybosna’daki bir akrabasından göndermesini istediğinde metni okuyacak derecede dil bilgisine sahip olduğundan hiç emin değildi. Ama aslında üstünden gelmesi hiç de kolay olmayan (bilinç akışıyla dolu, yer yer deneysel ve parçalı) bu anlatıyı beklemediği kadar kolay okudu. Meğer çift-dilliydi ve bu imkânını neredeyse unutmuştu.
Yazıdaki ana görsel: Bosna Savaşı sırasında, viyolonselist Vedran Smailovic, Saraybosna’daki yakılan Millî Kütüphane’de 12 Eylül 1992’de Strauss çalıyor. Fotoğraf: Michael Evstafiev/AFP
HABERLER
2 gün önceHABERLER
2 gün önceKÖŞE YAZARLARI
5 gün önceKÖŞE YAZARLARI
10 gün önceKÖŞE YAZARLARI
16 gün önce