DOLAR 34,5467 0.18%
EURO 36,0147 -0.62%
ALTIN 3.005,411,48
BITCOIN 34035030.10913%
İzmir
20°

HAFİF YAĞMUR

06:24

SABAHA KALAN SÜRE

201 okunma

Fare gibi çalıp Ayı gibi yemek

ABONE OL
03/09/2020 00:54
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Arnavutluk’ta geçtiğimiz günlerde bir yargıç öldürüldü. 33 yaşında bir genç yargıç. Neredeyse yeni mezun denilecek yaştayken arabasına bomba konularak öldürülen bu kişinin ardından  henüz bir sır perdesi aralanmış değil ancak birkaç sene içerisinde elde ettiği devasa servet, Arnavutluk’ta dönen bir çok şeyi burada zikretmemizi gerekli kıldı. Konuyu anlamamızda kafamızda bir şeyleri kurgulamamızda faydası olsun diye bunları yazmak istedim. Bu hafta Arnavutluk’tan  konuşacağız öyleyse. Mevzuya misal bir olay üzerinden gidelim. Yaşanmış bir olaydan. Yıl 1945. Enver Hoca görünümlü Stalin destekli hükümetin kurulduğu Arnavutluk, kapılarını dünyaya kapatır. İzole bir ülkedir artık. Giriş çıkış yasaktır. Çok geçmeden devletin en yüce kurumu olan adalet kurumlarının kapıları da vatandaşının yüzüne ağır bir şekilde örtülecektir. Zenginlerin, beylerin, tüccarın, entelektüelin toprak sahiplerinin tüm hakları artık komünist devlet tarafından gasp edilecektir. Zaman Enver Hoca dönemi, Şevket Kulheku şehrinde tanınmış bir ayakkabı ustasıdır. Hem ayakkabı üretiyor hem de ürettiği malları Üsküp, Priştine ve Djakova’ya satıyor. Dükkânı Tiran’ın en merkezi yerinde. Komünist yönetimin, kişisel mal mülk edinmeyi yasakladığı dönemlere haftalar kala etrafında hatırı sayılır bir çevre tarafından zenginliği bilinen ve evinde birkaç hizmetçi çalışan bir kişidir. Hükümet bir gün aldığı bir karar ile bütün kişisel birikimlere el koyar ve bunu halka bildirir. İnsanlar telaş ile eldeki altınlarını ve değerli eşyalarını evlerinin farklı köşelerine saklamaktadır. Kimisi yastık altına kimisi koltuk ve döşemelere derken Şevket Bey’in evine ziyaret edilmemiştir. Komünizmin en iyi işletilen sistemi olan casus komşular burada da devreye girer ve hükümete ihbar ederler bu zatı. Öyle ya en çok onun mülkü olmalıdır çevrede. Derken bela kapıya gelir. Altınlar nerede? Bilmiyorum der bizimkisi. Nerede diye ısrarla sorulan sorular sonucunda yine de cevap alınamaz. Karakola götürülerek iki gün boyunca işkence yapılır. Yediği dayağın biri bitmeden bir diğeri başlamakta olan Şevket Bey, şuuru yarı vaziyette “Tamam” der el işareti ile. Evine gidilir, duvarları gösterir. Bir de orada dayak başlar. “Bize boş duvarları mı gösteriyorsun be adam?” Şevket Bey duvarın sıvasının ardındaki tuğlaların arasına koymuştur birikimini. Oradan kilolarca altın çıkarılır, bir posta dayak daha atılır ve evden gidilir. Altınların hesabı makbuzu da verilmeden komünist devlet tüm bu emtiaya el koyar. Şevket bey ise ömrünün geri kalanını devletin kendisine tahsis ettiği mütevazı işte bir işçi olarak harcamak zorundadır artık. Eskiden yanında çalıştırdığı insanların gözü önünde kabullenir statüsünü. Çocukları da işçi, memur olarak yaşarlar ve eğitim süreleri boyunca babalarının devletten para kaçırdığı vurulur yüzlerine. Hangi para? Kendi parası. Ama şahsi mülkü bırakın şahsi tavuk bile beslemek komünist ekonomiyi baltalamaktır Arnavutluk komünizminde. Evinizde bir kutuda civciv bile besleseniz burnunuzdan fitil fitil getirileceğini görmeniz çok kısa sürer. Yeter ki bir komşunuz eve gelsin. Daha iyi bir mevki veyahut karneye eklenecek bir kilo fazla süt için komşuların birbirini fişlediği ve ihbar ettiği bir ülkeden bahsediyoruz.

HER ZULMÜN SONU VARDIR

Her zulmün de bir sonu vardır. Komünizm de biter. Demokrasiye geçilir. Tiran’ın eski Müslüman sakinlerine ait dönümlerce arazi üzerinde diktatör hükümetin zamanında yaptığı konutlar, mahalleler, devlet binaları, parklar ve villalar ve apartmanlar bulunmaktadır. Müslüman aileler birbiri ardına eski mallarını almak için dava açarlar. Ancak davalar hiçbir şekilde sonuçlanmaz ülkede. Çünkü Arnavutluk hükümeti bir karar çıkartmıştır. “Bir mülkün üzerinde oturan kişi ile o mülkün komünizm öncesi sahibi mülk üzerinde eşit hak sahibidir. Hangisi devlete parayı öderse mülkü de o kişi alır.” Dünya’nın çok az ülkesinde bu çeşit saçma sapan bir usule rastlarsınız. Düşünün ki komünizm zamanında şehrin merkezi bir yerinde oturmaktasınız ve o evin o binanın değil o birkaç dönümlük alanın sahibi sizinle anlaşmak için kapınıza gelmek zorunda.  Dahası istemem dediğinizde adamı fukaralığa terk etmiş oluyorsunuz. Kendi malının peşinde tazı misali koşan insanların ülkesidir Arnavutluk. Bir diğer örnek ise Ali Alla’nın varislerinin içerisine düştüğü durumdur. Ali Alla, Tiran’ın ünlü kasaplarından bir et tüccarıdır. Sahibi olduğu 10 dönümden fazla alan şu anda Tiran’ın tam merkezindeki Lana Nehri’nin kenarında bulunur. Tabakhane Camii’nin az yukarısındaki bu arazi şu anda metrekaresi birkaç bin dolar edecek kadar değerli bir arazidir hesap edin artık. Peki Ali Alla’nın mirasçıları olan kişilerin durumu nasıldır? Pakize, Fatmir, Ulviye adlı her biri elli yaşını aşkın 3 çocuğunun hiç birisi de bu mirastan zerre kadar faydalanamamıştır. Dahası durumları hiç de iç açıcı değildir. Neden mi? Zira bu arazi komünizm sonrasında devlet tarafından bir işgalciye kapalı kapılar ardında satılmıştır. Arazi üzerinde yükselen blokların yanından her geçişlerinde “Burası bizim işte” şeklinde iç çekmekten öteye gidemiyorlar şu anda. Bu bloklarda hangi tür mafyanın oturduğunu, gerçekte buranın hangi siyasi tarafından gasp edildiğini öğrenmek ise onların hem gücünü hem de zamanını aşacak bir gayret istiyor. Zira Arnavutluk’ta espriyle karışık olarak derler ki “Malınızı devletten almanız için devletten önce önce Azrail ile anlaşmanız gerekir. O birkaç asır geç geleceğini garanti eder ise belki alırsınız.”             Enteresandır ancak gözler bu aşamada da Türkiye’ye bakıyor. Sözde Avrupa birliğine girilecek, mülkiyet hakkı meselesi hallolacak gibi onca ümit ile avutulmalarına rağmen onlar “Bu işi Türkiye olsaydı çözerdi” şeklinde mırıldanıyorlar. Avrupa Birliği, Arnavutluğu mülkiyet davalarında hayli hatalı buldu. İnsan hakları mahkemesine gidenler Arnavutluk devletinden paralarını veya haklarını zor da olsa kısmen de olsa alabiliyorlar. Ancak devede kulak değil bu miktar. Devede kıl diyelim. Bu şekil davalara gidip bunlardan sonuç alan insanların sayısı da çok az. Zira bu insanların çoğunun ayda yüz iki yüz dolar kadar emekli maaş aldıklarını ve ancak geçinebildiklerini söylersek Hollanda’ya gidip de dava açmalarının ne kadar lüks olduğunu ayrıca hesab edebilirsiniz. Eskinin Müslüman şehri Tiran’ın neredeyse günümüzde yarısı Ortodoks ve Katolik Arnavutlar ile dolmuş vaziyette. Çoğunun mülk edindiği araziler ise sizi pek de şaşırtmayacak olan söz konusu arazilerdir. Hıristiyanların mali durumu Müslümanlara göre bariz ölçüde düzgündür ve mülkleri şehrin merkezi bir yerindedir. Nasıl olduysa 1945’lerde şehrin içinde yaşayan Müslüman çoğunluk  tersyüz edilmiş ve bugün çoğu şehrin dışında kalmıştır.  Şehrin Hıristiyan kökenli eski belediye başkanı Edi Rama’nın halk tarafından en büyük mafya olduğu söylenir. Zira ondan habersiz ne bir inşaat dikebilirsiniz ne de avanesinin işgalindeki arazileri devletten geri alabilirsiniz. Başkent merkezine Müslüman cemaatin yirmi senedir istediği büyük camii isteği masada beklerken kırkın üzerinde kilise dikilmiştir Tiran caddelerine. Müslüman cemaati ise her sene bayramlarda “Müslüman cemaatinin istediği camiye kavuşmaları elzemdir” şeklinde sözlerle avutulur. Bunu cumhurbaşkanından tutunuz belediye başkanına dek herkesten duyarsınız.  Ortada camii var mı? Yok.  Sonuç yok. Sinir bozucu bir durumdur bu.

OPERA BİNASI

Derken geçtiğimiz sene belediye başkanlığı seçimleri öncesinde belediye başkanı ve aynı zamanda Sosyalist Parti Genel Başkanı Edi Rama Tiran’da bir basın toplantısı düzenler. Yapılacak olan Tiran Camii’nin projesini tanıtır halka. Camii hayli merkezde bir konumdadır. Ancak Müslüman cemaatine ait olan bomboş ve üç dönümlük Namazcaya arazisi değil tam aksine opera binasının arkasındaki boş arazidir. Aslında çok daha merkezi bir yer burası neden şaşırıyoruz ki? Şaşırmamızın sebebi şudur. Bu arazi kırk kadar hissedarın haksahibi olduğu olan Tiranlı “Turdiu” ailesine ait bir taşınmazdır. Edi Rama, bunca mülkiyet uzlaşmazlığı içerisinde burada camiye karar vermekle aslında olayı daha da bir arapsaçına döndürmekten öte bir şey de yapmamıştır. Hem araziye kanunen bunu yapmanız mümkün değildir hem de Müslüman cemaatinin zaten az ötede üç dönümlük bir arazisi mevcuttur. Müslüman cemaati yine de sevinirken ortaya çıkan kent planında camiye yer yoktur yine. Kısacası söz verilmiştir ancak ilgili ada parselin bilgisayarda renklendirilmiş paftalarında camii yoktur. Dahası konu demokrat parti ve sosyalist parti arasında bir söz düellosuna dönüşür. Müslümanlar üzerinde kul hakkı olan arazideki camiye mi girecek? Şeklinde itiraz eder Demokrat parti yetkilileri. Neyse efendim. Belediye başkanı da değişmiştir artık. Bu siyasi rüşvet Tiran halkı tarafından inandırıcı bulunmaz ve Edi Rama geçtiğimiz aylarda koltuğu Celal Lulzim Başa’ya bırakır. İsmine fazla takılmayın Arnavutluk’ta bir Müslüman ile Hıristiyan arasında çok da fazla fark yoktur. Belediye binasından çıkmadan evvel Edi Rama’nın tüm avanesi de valizlerce evrakı beraberinde götürür yok ederler. Kısacası artık dönen dolapların çoğu için de ahreti beklemek gerekiyor gibidir.

DANANIN KUYRUĞU KOPACAK MI?

Derken artık dananın kuyruğunu kopartmakta fayda var. Bir yargıcın öldürülmesinin bu işle ne gibi bir ilgisi olabilir ki efendim? Bu kadar bahse ne gerek vardı? Size bu kadar örneği vermemdeki maksat bu insanların hayatını birkaç saniyeliğine de olsa kendi hayatınızla değişmeniz ve onlar gibi hissetmenizdi. Ne yapardınız? Mahkemeye giderdiniz. Mahkeme aleyhinizde karar verseydi ne yapardınız? Cumhurbaşkanına mektup yazardınız. Cevap vermedi desek? Araya bir akrabanızı yakınınızın yakını bir milletvekilini koyardınız olmazsa Avrupa İnsan hakları mahkemesine giderdiniz. Bu mahkemede de sırada yüz binden fazla Arnavut bulunsa ve kaynakları ve bütçesi kısıtlı Arnavutluk hükümeti de işi ağırdan alsa ve bundan öteye gitmese. Dahası devlet arazinizi tazmin etmeye karar verdiğinde Tiran’ın en merkezi yerindeki milyon avroluk araziniz için size ülkenin kuzeyinde keçiden, kurttan ve ayıdan başka bir canlının yaşamadığı Dragobi çevresindeki dağlar ve yaylalardan bir arazi önerse ne yapardınız? Ya da bunu dahi mumla aratacak şekilde bütün bu gayretlerinizin hiç birisinden sonuç çıkmasaydı ne yapardınız? Eğer o yargıcın elinde haklarını almak için başvuran yüzlerce ve binlerce arazi sahibinin feryadı ve gözyaşına doymuş dava dilekçeleri var ise ve yargıç da kıyı kenti Durres şehrinde hektarlarla(bir hektar on bin metrekaredir) ifade edilen bir araziler imparatorluğu kurmuş ise durum yeteri kadar açıktır. Kendisine gelen davaları mafya ile ortak bir şekilde mafya lehine bitirdiği iddia edilen bu genç yargıç artık yetti diyen kimselerce arabasına bomba koyularak ortadan kaldırılır. Fakir bir aileden gelen bu gencin yüz milyonlarca avro değerindeki bu arazileri ve yüklü banka hesaplarına nasıl kavuştuğunu anlamak da çok zor değil zaten. Dahası yeni mezun olmuş ve yargıçlığı dahi yeni olan bir kimsenin banka hesaplarına “Nereden buldun?” şeklinde kontrolleri de yapmayan bir hükümet becerisi açığa çıkıyor bu olayla birlikte. Aslında bunu iyi niyetle düşünüyoruz zira bir hükümetin bunu görmemesi ve araştırmaması olanaksızdır. Eğer bildiğimiz başka bir şey yoksa. İşte mesele de burada açığa kavuşuyor. Anlaşılan birisi demindir sorduğumuz “Ne yapardınız?” şeklindeki soruyu bir ömür ayna karşısında sormak yerine canına tak demiş olsa gerek diyorum. “Arnavutluk’ta bir tnt kalıbı veya zaman ayarlı patlatıcıyı bombayı bulmak, bakkaldan yarım kilo pirinç bulmaktan daha kolaydır.” Derler.  Her mahallede bir Casino yani Kumarhane bulunan ülkede mafya enflasyonu zaten malum. Anlaşılan mesele uygun kişilerin yanına yeterli miktarda para ile gitmektir. Gerisi kolay.

MAL SAHİBİ MÜLK SAHİBİ

Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi derler ya? İşte size çarpıcı bir dünya gerçeği. Bugünlerde Arnavutluk’ta bu haberi dinleyen herkesin ağzında bir Arnavut atasözüdür geziyor. “Fare gibi çaldıysan, ayı gibi de yemeyeceksin” Sanıyorum çalmanın değil de yemenin adabı hırsızı belli ediyor olsa gerek. Konuyu bir analizle kapatmakta fayda var. Dünya’da dört tip ülke gelişebilir. Gerisi sürünmeye ve borçlanmaya mahkûmdur.

 

1.       AB ülkeleri gibi insanlarına sosyal adalet verilen ileri demokrasi ülkeleri,

2.          Petrol doğal gaz gibi yer altı yer üstü kaynakları bol olan körfez ülkeleri,

3.     Çin, Güney Kore,  Japonya gibi halkı eğitime ve sanayi üretimine şartlandırılmış ülkeler.

3.          Ya da İsrail gibi, büyük bir ülkeden hesapsız yardım alan “taşeron” ülkeler.

 

Ancak kul hakkı üzerine kurulu ülkeler asla iflah olmazlar. Altınızdan milyarlarca varil petrol dahi çıksa durumunuz Nijerya’dan farksız olur. Petrol üç beş siyasiye ve kabile önderine paylaştırılır ve geri kalan halka ağaç kurtlarını ve çekirgeleri cızbız edip yemek düşer. Ya da Azerbaycan gibi yığınla petrol üretip ayda bir kaç yüz dolar maaş alırsınız. Haberlerin de yarısında İlham Aliyev’in yurt dışı seyahatlerini izler Avrupa görmüş olursunuz. Arnavutluk gibi kromdan ve kendine yetecek kadar petrolden başka bir şeyiniz yoksa işiniz Allah’a kalmış demektir. Kırk beş senelik komünizm ile sistemli olarak Ateistleştirilmiş bir ülkede işin Allah’a kalmış olması da ironiktir ve orasını da siz düşünün. Alın size ülkelerden bir kaç örnek. Siz karar verin. Arnavutllar ne yapsın? Günümüz Arnavutluğunda mülkiyet hakları en önemli mesele değildir şüphesiz. Ancak bu meseleyi çözmedikçe diğer önemli hiçbir meseleyi çözmek de mümkün değildir. Bu yazı ile sanıyorum Arnavutluk’taki meslektaşlarına göre ağabey misyonundaki devletimiz yetkililerinin kucağına bir sorumluluk daha teslim etmiş oluyoruz.

Dileriz ilgili kişiler okurlar.

 

Yaşayanlara cefayı çekmesi, Bize yazması, ilgililere ve kendini sorumlu hissedenlere ise bir şeyler yapmak düşüyor.

Arnavutluk’ta bu konuda yeteri kadar sorumluluk hissi bulunan siyasi olsaydı bu konuda bana kadar da gelmezdi diyorum.

Malum artık farklı bir Türkiye var. Bu farkı hissedenler de yüzlerini bize dönmüş bakıyorlar.

Onlara belki bizim de bakma zamanımız geldi diye düşünüyorum.

AB’den, Vatikan’dan, ABD’den önce bu insanlara insaf veya rehberlik elimizi uzatır isek ileride minnet borcunu önlerine ısıtarak fatura edecek ve getirecek olan bu yabancı milletlerin de onları kullanmasının önüne geçmiş oluruz.

Biz önde olursak, çok şeyin önüne geçebiliriz.

Saygılar, sevgiler.

 

    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP