Geçen hafta, Samsun Mübadele Derneğinin düzenlediği geleneksel “memleket gezileri” kapsamında bir kez daha Yunanistan’daki ata topraklarımızı görme olanağı buldum. Bir zamanlar Mümin Agaların, Mursel Dayıların, Hasan Kahyaların, Halil Efendilerin beylik yaptıkları; Mümine Tetelerin, Selme Abaların, Cemle Anaların, Nesibe Kadıngelerin hanımlık ettikleri coğrafyada hüzün yüklü bir otobüsle adım adım dolaştık.
Destina Hanım’la, Osmanlılar’ın “Kesriye” dedikleri, bugün ise “Kastorya” denilen kentin yakınlarındaki eski bir Türk köyünde tanıştım. Atmış yaşının biraz üzerinde gösteren, sevimli bir kadıncağız… Ana – babası Tokat’ın Erbaa kazasındanmış… Kendisine rehberimizin Rumcası ile Türkiye’den geldiğimizi, büyüklerimizin bıraktığı yerleri ziyaret etmek istediğimizi anlattık.
Türkiye’den geldiğimizi öğrenir öğrenmez gözleri parladı yaşlı kadıncağızın… Bir anda Rumca konuşmayı bıraktı ve ter temiz bir Türkçe ile “hoşgeldiniz vre…” diye başladı söze… “Sizi Allah mı gönderdi?” Sonra da yaşına başına bakmadan düştü önümüze, anlatmaya başladı: “Eski Türk mahallesi şu çeşmenin arka tarafıydı… Camiiyi kilise yaptılar, Osman’ın evi şu çınarın yanındaydı, hemen sağ tarafında da Yusuflar’ın evi vardı… Bizim evimiz de işte şurda; eski yerinde Hasanlar’ın evi vardı. Bir yaz, bir de kış onlarla beraber oturmuşuz Hasanlar’la… Alman harbinde Bulgarlarla beraber geldiler, bütün evleri yaktılar. Biz de mecburen yeniden yaptık evleri…”
“Peki, bu köyde oturanların hepsi Erbaa’dan mı gelmiş; yoksa başka yerden gelenler de var mı?” diye soruyoruz Destina Teyzeye merakla. “Erbaalılar çoğunlukta, ama Şebinkarahisarlılar da var, Bafralılar da” diye cevap alıyoruz.
“Peki köyde yerli Rum varlar da var mı, yoksa herkes Anadolu’dan mı gelmiş?”
Anlamıyor Destina… Elini kulağına götürüyor, “ha?” diye soruyor. Rehberimiz, Destina’ya bu defa Rumca sormak istiyor aynı soruyor. Kızıyor Destina, “Bırakın Rumca konuşmayı vre!” diye çıkışıyor. “Kulağım duymuyor ehtiyarlıktan da ondan anlamadım ne dediğinizi, yoksa ben Türkçe’yi daha iyi anlarım, Rumca’yı bilmem o kadar!”
Anadolu kökenlilerin Türkçe sevgisine Yunanistan’ın her yerinde tanık oluyoruz. Geldiğimizi duyanlar, sokaklara çıkıyor. Birkaç kelime Türkçe konuşabilmek için can atıyor herkes.
Kayalar’ın Kozlu Köyünde kemençeci Yorgo Dayı, “Şimdi de geçti burdan, Konyalının biri” diye türkü söylüyor bize sevimli Türkçesiyle…
Vardar kıyısındaki Işıklar Köyünde Niko, “Benim anam babam belki de Türk’tü” diyor, “Başka dil bilmezlerdi ki, bizim evde yasaktı Rumca konuşmak!”
Makedonya sınırındaki Sinoplular’ın köyü Jerveni’nin muhtarı, “Sizinle bizim aramızdaki tek fark, peygamberimiz” diye söylüyor, “Allahımız da bir çünkü!”
Tek kelime Rumca bilmeyen bir bayan arkadaşımız, Dimitra’nın evine misafir ediliyor, orada mercimek çorbası içiyor, bahçedeki çiçeklerden birkaç kök kendisine hediye ediliyor. Ayrılırken iki hanımda göz yaşı dökerek vedalaşıyor! Konuşulan dil Türkçe!
Bir diğer köyde Maria Teyze, evden çıkıp otobüsten inenlere kurabiye ikram ediyor. Dönüşte kurabiyenin tarifi otobüsteki hanımların arasında elden ele dolaşıyor: Una süt katıyorsun, kulak memesi kıvamına gelinceye kadar yoğuruyorsun diye başlıyor…
***
1922-25 döneminde mübadeleyle Anadolu’dan Yunanistan’a gönderdiğimiz bir buçuk milyondan fazla Ortodoksun ahvadı, bugün Yunanistan’ın nüfusunun içinde çok önemli bir yekün tutuyor. Hele Selanik’ten itibaren bir çizgi çekin, kuzey tarafında oturan nüfusun çoğunluğu Anadolu kökenli.
Anadolu’dan giden Ortodokslar’ın tamamına yakını Türkçe biliyordu. Büyük bir bölümü de yalnızca Türkçe konuşuyor, Rumca’yı hiç bilmiyordu.
Gidin bakın Yunanistan’daki mübadele müzelerine, göreceksiniz ki kilim tezgahlarından el işlemesi dokuma motiflerine kadar herşey buram buram Anadolu kokuyor.
Yerli Rumlar’ın “Türk dölü” diye itip kaktıkları bu insanlar, kendi anavatanlarından göç etmeye zorlandıkları yetmiyormuş gibi bir de yeni vatanlarında “yabancı” muamelesi görmekten kurtulamadılar.
Yunan hükümeti onlara Türkçe konuşmayı yasakladı. Çoluk çocuklarına ana dillerini öğretemediler.
Buna rağmen, bugün yaşı elliyi aşan herkes çok güzel Türkçe konuşuyor, otuzu aşanlar konuşulanı anlayacak kadar dilimizi biliyor. Daha genç olanlar ise cümle kuramasalar da birçok Türkçe sözcüğü anlayabiliyor.
Ama birşeyler yapılmazsa on sene sonra Türkçe konuşup anlayan kaç kişi kalacak, doğrusu bilemiyorum.
***
Kafatası milliyetçiliğinin dönemi Cumhuriyetin kurulması ile beraber geçmişti zaten. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” öz deyişi ile tanımladığı yeni milliyetçilik, hiç kuşkusuz etnik kökene değil, vatandaşlığa atıfta bulunuyordu. Atatürkçülük, millet olmanın şartını genlerde aramayacak kadar çağdaş bir milliyetçilik yorumuna sahipti. “Türküm demekten mutlu olan herkes Türktür” diye özetleyebileceğimiz basit ama çok etkili bir Türklük tarifi yapıyordu özetle…
Atatürk’ün ölümünden yetmiş küsür sene geçtikten sonra bile hala bu milliyetçilik anlayışının üzerine çıkabilen bir tanım ortaya konmadı. Lakin bu tanım, günümüz dünyasında hatalı değilse de eksik kalıyor ne yazık ki…
“Ne mutlu Türk’üm diyebilenler” için bir sorun yok ama, bunu diyemeyenler ne yapacak peki? Ülkemizin güney doğusunda silahların gölgesinde mahalle baskısıyla “Türküm” diyemeyenler için olduğu kadar, başka ülkelerde yaşayıp sosyoekonomik ve politik sebeplerle “Türk’üm” diyemeyenleri de kapsayıcı bir milliyetçilik tanımı bulmamız gerekmiyor mu artık?
BALKAN YEMEKLERİ
1 gün önceHABERLER
10 gün önceKÖŞE YAZARLARI
19 gün önceHABERLER
05 Kasım 2024