Düşünün; yalnızca üç gün görebilecek zamanınız olsaydı, gözlerinizi nasıl kullanırdınız? Eğer üçüncü günün akşamıyla gelecek karanlıkta güneşin sizin için bir daha doğmayacağını bilseniz, aradaki bu üç kıymetli günü nasıl geçirirdiniz? Bakışlarınızı nerelerde yoğunlaştırırdınız? Bazen düşünüyorum da, her günü yarın ölecekmiş gibi yaşamak ne güzel olurdu! Böyle bir düşünce hayatın değerlerini çarpıcı şekilde ortaya koyardı. Her günü daha gelecek günler, aylar, yıllar var düşüncesiyle çoğunlukla unuttuğumuz yumuşak hevesli ve gayret dolu bir pazarlıkla yaşamak gerekir ne dersiniz?!. Bilinen bir gerçek vardır ki, ölümün gölgesinde yaşamış veya yaşamaya çalışan kişilerin yaptıkları her şeyde tatlı bir olgunluk vardır. Çoğumuz hayatı önemsemeyiz. Bir gün öleceğimizi biliriz ama genellikle o günü uzakta görürüz. Sağlıklı olduğumuz zamanlarda ölümü düşünmek güçtür, nadiren onu düşünürüz. Günler sonsuz bir uzaklıktaymış gibi uzanır önümüzde. Böylece önemsiz işlerimizle uğraşmaya devam eder, hayat hakkındaki fikirlerimizin çok zor farkına varırız. Maalesef aynı savurganlık yeteneklerimizi, duyularımızı kullanmada da kendini gösterir. Yalnızca bir sağır, işitmenin önemini çok iyi kavrar, ya da bir kör görmenin önemini çok iyi anlar. Bir şeyi kaybetmeden onun değerini anlayamadığımız, hasta olmadan sağlığın farkına varamadığımız acı bir gerçeğimizdir.
BİR KAÇ GÜN İÇİN
Bazen düşünüyorum da, keşke insanlar ilk yetişkin çağlarında geçici olarak birkaç gün için kör veya sağır olabilseler. Karanlık onlara görmenin değerini anlamayı, sessizlikte sesteki eğlenceyi fark etmeyi öğretirdi. Gözleri görmeyen Helen Keller anlatıyor; “Geçenlerde ormanda yaptığı uzun koşu ve yürüyüşten sonra arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Kendisine neler gördüğünü sordum. “Dikkate değer hiçbir şey görmedim!” Ormanda ağaçlar arasında bir saat yürüyüp, nasıl olur da dikkate değer hiçbir şey görülemez! Göremeyen ben bile yalnızca dokunmakla yüzlerce ilginç şey bulabilirim. Bir yaprağın hışırtısındaki güzelliği hissederim. Ellerimi çam ağacının dikenli ve sert yüzeyinde sevgiyle gezdiririm. Bir çiçeğin heyecan dolu kadife kokusunu hisseder, kıvrımlarını keşfederim. Ellerimi küçük bir ağacın üzerine koyar, şarkı söylemekle meşgul küçük bir kuşun mutlu titreyişini hissederim. Parmaklarımın arasından dökülen serin sular coşku verir bana. Bence çam yapraklarından veya yumuşak otlardan oluşan kaba bir halı, en lüks İran halısından daha çekicidir. Böyle anlarda kalbim bütün güzellikleri görebilme isteğiyle dolar. Yalnızca dokunmakla bu kadar zevk aldığıma göre, görmek ne hoş olurdu? Maalesef görebilen insanlar çok az şey görüyorlar. Dünyayı dolduran renk ve hareketlerin oluşturduğu tablo çoğu kez önemsenmiyor. Elimizde olanı çok az değerlendirir, elimizde olmayanın peşine koşarız. Fakat ne üzücü ki; ışıklı dünyada bize bahşedilen armağanı, hayatımıza anlam kazandırmaktan ziyade rahatımız için kullanırız.
Bir üniversitenin başkanı olsaydım, ”Gözlerinizi nasıl kullanmalısınız?” başlıklı mecburi ders koyardım programıma. Dersin profesörü öğrencilerine, dikkat etmeden geçtikleri birçok şeye cidden bakarak hayatlarını nasıl daha mutlu kılabileceklerini göstermeye çalışırdı. Onların kullanmadıkları yeteneklerini ortaya çıkarmalarına yardımcı olurdu. Bir arkadaşın kalbine “ruhun penceresi” olan gözlerinden bakmanın nasıl olduğunu bilmiyorum. Ben yalnızca parmaklarımla yüzünün dış hatlarını görebilirim.” Bir şey daha; 5 arkadaşınızın yüzlerini tam olarak tarif edebilir misiniz? Bazılarınız yapabilir ama çoğunuzun yapabileceğini sanmıyorum. Bir deneme olarak uzun yıllar evli beylere eşlerinin göz rengini sorardım; ya tereddütle cevap verir veya bilmediklerini söylerlerdi. Zaten hanımların çoğu şikâyetleri de, eşlerin yeni elbiselerini veya evlerindeki değişiklikleri fark etmemeleri değil midir? Gören insanların gözleri çevrelerindeki tekdüzeliğe kısa zamanda alışır. Fakat gerçekte en çok bakmaya değer olaylarda gözler tembellik eder. Hergün mahkeme kayıtlarında, şahitlikte gözlerin nasıl yanılabildiği açıkça görülebilmektedir. Bazı insanlar diğerlerinden daha çok şey görebilir. Ancak görüş alanı içinde olan her şeyi görebilenler çok azdır. Mevlana’nın beğendiğim bir sözünü çok sık kullanırım “Ayakkabım yok diye üzülüyordum. Ta ki karşımda ayakları olmayan birini görene kadar…” Güne her başladığınızda insanların sürekli şikâyet halinde olduğunu görüyorsunuzdur. İnsanın yaşama umudunu kırıyor ve inanılmaz üzülüyorsunuz. Bu yüzden belki de yoğun bir şekilde stresle mücadele ediyorsunuz. Ama sürekli halimizden şikâyet etmek bir davranış şeklimiz olmuş. Mutsuz olmak için belki onlarca neden vardır. Oysa mutlu olacak bir çırpıda onlarca şey sayabiliriz. Can Dündar diyor ya; “Ne güzeldir dört gözle beklediğin bir haberin gelmesi, ağrının dinmesi. Yağmurdan sonra açan güneş, buz gibi sokaktan sıcacık eve gitmek. Yorgunluktan bitmişken yatağa uzanmak. Sabahları kızarmış ekmek kokusuyla uyanmak. Bir doktor muayene kapısından kafanızdaki şüphelerin dağılması. Sabah uyanıp o günün tatil olduğunu hatırlamak. Fırından yeni çıkmış ekmeğin köşesi. Sudan bir sebeple küstüğün arkadaşınla barışmak. Sabahtan beri ayağını vuran ayakkabıyı çıkardığın an.
Nefes almak,
Konuşmak,
Duymak,
Yürümek,
Görmek, anlamak…
Aslında hani diyor ya “Güzel görüp, güzel düşünmek, güzel düşünüp hayattan lezzet almak…”
SİNİR SİSTEMİ
Prof. Dr. Onur Güntürk Almanya’da yaşayıp, sinir sistemi üzerinde çok önemli çalışmalarıyla dünyaca tanınan büyük bir bilim adamı. Adını daha önce duymadınız mı? Gayet normal. Bizim aslan basınımız henüz objektiflerini magazinden çekip de gerçek haberlere dönme fırsatı bulamadı da ondan… Hala “Elin gavuru yapıyo abi!” zihniyetinde gezinen kompleksli düşüncelerle, böyle insanların yetiştiğinden maalesef çok azımız haberdar…! Prof. Dr. Güntürk, Nobel almaya aday isimler arasında. Bilim tutkusu, lateralizasyonla ilgili çalışmalarıyla (beynin iki yarım küresinin farklı çalıştığını buldu), beyin konusunda çok önemli buluşlara imzasını atan Türk bilim adamı Prof. Dr. Onur Güntürk’ün yaşam öyküsü. Henüz 4 yaşındayken çocuk felcine yakalanan Onur Güntürk’ün bu hastalığa karşı verdiği zorlu mücadelenin ve umutsuzluktan umut meydana getirişinin hikayesi. Geçirdiği hastalık nedeniyle bağlandığı tekerlekli sandalye, onun bilim yolunda tutkulu yürüyüşünü engelleyemedi. 15 yıllık geceli gündüzlü yoğun araştırmaları sonucunda elde ettiği önemli buluşları nedeniyle, Bochum Üniversitesi Üstün Araştırmalar Ödülü’nü, Alman Araştırma Fonu Bursu’nu ve Gerhard Hess Bilim Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Güntürkün’e, 1995’te de Almanya’nın en büyük bilim ödülü olan Krupp Bilim Ödülü verildi. Prof. Onur Güntürkün’ün yaşamı, bilimin hangi koşullarda, nasıl yapabileceğinin, bilimsel ilerlemenin ve bilim geleneğinin nasıl gerçekleşebileceğinin, insana verilen değerin bilime giden yolları nasıl açtığının canlı bir örneği. Ayrıca 35 yaşında profesör, 39 yaşında da ordinaryüs profesör oldu. Prof. Güntürk’ün bilim çevrelerindeki adı: Türk Hawking.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım hayat hikayeleri sanırım yılmamak, umutlu olmak, olumlu düşünmekle ilgili öyle büyük dersler veriyor ki; bazı şeylerden şikayet edeceksek iki defa düşünmek gerektiğini suratımıza tokat gibi çarpıyor. Ne dersiniz?!!!
HABERLER
1 gün önceHABERLER
1 gün önceKÖŞE YAZARLARI
4 gün önceKÖŞE YAZARLARI
9 gün önceKÖŞE YAZARLARI
15 gün önce