Türk Milliyetçiliği’nin tarihsel gelişimi, diğer milletlerinkine nazaran çok önemli farklılıklar taşır. Bu nedenle evrensel manadaki “millet” ve “milliyetçilik” tanımlarıyla Türk Milliyetçiliği’ne dair yapılan eşleştirmeler, çoğunlukla denk düşmez. Dünya, milliyetçilik kavramıyla 1789 Fransız Devrimi ile tanışmaya başladığı halde Türk Milliyetçiliği için böyle bir mihenk noktası göstermek pek mümkün değildir. Türklük kavramı, binlerce yıl önceki Orhun yazıtlarından beslenen bir tarihe sahipken diğer milletler, ancak 1789’dan sonraki dönemlerde dini lider ve aristokrat aile kıskacından sıyrılıp kendilerine birer milli kimlik yaratmışlardır. İtalya, Almanya, İspanya, Fransa gibi birçok ülke, ancak yakın çağlarda milli kimlikleri etrafında toplanıp kendi siyasi birliklerini kurabilmişlerdir. Fransız İhtilali’nin tetiklediği milliyetçilik dalgası, 18. yüzyıl sonlarından başlayarak yirminci yüzyılın ortalarına kadar, çoğunlukla Avrupa ve onun hinterlandındaki bölgelerde adeta bir “küçük milletler baharı” yaratırken İmparatorluk geçmişine sahip olan Türk milletinin bu akıma karşı bir refleks olarak direndiği, Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık gibi alternatif akımlar üretmeye çalıştığını görüyoruz.
ETNİK MİLLİYETÇİLİK
İmparatorluk sınırları küçüldükçe, etnik olarak Yörük – Türk – Türkmen soyluların yanı sıra İslamiyeti Osmanlılar döneminde benimseyen Boşnak, Pomak, Arnavut, avdeti, Laz, Gürcü ve Çerkes gibi halkların da yollara düşüp kendilerini Türk ulus – devletinin inşaasına adamaları, batılı tarihçilerin sınırlarını çizdiği “etnik milliyetçilik” olgusuna kesinlikle uymayan bir durumdur. Birinci Dünya Savaşı yılları sonrası dünyada adeta zirve yapan “milliyetçilik dalgası” Nazi Almanyası’nda Hitler, faşist İtalya’da Mussolini ve diğer ülkelerde bunların türevi ırkçı liderler üretirken, bu milliyetçilik dalgasını İmparatorluk tecrübesi ile yorumlayan Türkiye, Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türküm diyene” ana fikri etrafında özgün bir ulus – devlet modeli ortaya koymayı başarmıştır. Millet olmak, zor bir iştir… Dışarıdan empoze edilerek olmaz. Eğer dışarıdan tetiklenen bir milliyetçilik, gerçek milletler yaratmaya yetseydi; hepsi Slav kökenli olan eski Yugoslavya param parça olmaz, Araplar sözüm ona milliyetçi diktatörlüklere bölünmez, koskoca Irak’ı yönetmek bir zamanlar ülkeyi bölmek için savaşan Talabani gibi bir adama kalmazdı.
Gerçek milletler, büyük acıların arkasından kucaklaşmasını bilen, tarihin imbiğinden süzülerek gelen bir milli karakter geliştiren, özgün kültürel değerler üreten halklardır. Dikkat edilirse bu tarifte anlatılan herşeyin sürdürülebilir olması gerekir. Diğer bir deyişle, dünya değiştikçe milletlerin de buna uyum göstermesi hayati bir zorunluluktur. Gerçek bir millet, değişen dünya koşullarının getirdiği yeni acıları, yeni bir kucaklaşma için vesile kabul eder, dünya değişiyor diye karakteristik duruşunu bozmaz ve değişen dünyanın kültürüne katkı sağlayan yeni milli değerler üretir. Sözün gelişi koskoca bir cihan devleti üzerine çöken Türkler, bu büyük felaketin ardından sadece on yıl içinde önce işgalcileri ülkesinden kovmayı, sonra milli bir devlet kurmayı, nihayet değişen koşullara uygun kültürel devrimler yapmayı başarmışlardır.
Lakin altını çizdiğimiz gibi, yirmi birinci yüzyılın değişen dünya koşulları önümüze yeni tehditler koyuyor ve bizi yeniden büyük bir millet refleksi göstermeye zorluyor.
MOĞAL İSTİLASI
İçinden geçtiğimiz dönem, en çok 13. yüzyıldaki Moğol istilası yıllarını hatırlatıyor… Bilmeyenler için hatırlatalım: Orta Asya steplerinden çekirge sürüsü misali gelen Moğollar, istila ettikleri ülkelerin her türlü kaynaklarını silip süpürüyor, direnen herkesi gaddarca öldürüyor, şehirleri yağmalıyor, hanedanların köküne kibrit suyu döküyordu. O yıllarda Anadolu’nun siyasi birliği, Selçuklu Devleti tarafından kurulmuştu. Oğuz Türkleri’nin kültürel izini koruyan Selçuklu medeniyeti, İran, Irak, Suriye ve Kafkasya’yı saran Moğol yangınına karşı bir süre uzlaşmacı bir tavırla beklese de sonunda savaşmak zorunda kaldı. Ezici bir askeri güce sahip olan Moğol yağmacılar, Selçuklu Devleti’ni ortadan kaldırdı. Anadolu’nun siyasi birliği parçalandı, beylikler dönemi dediğimiz bir büyük dağılma süreci yaşandı. Osmanlılar’ın bu birliği yeniden kurmaları ise yüz sene aldı.
ANKARA SAVAŞI
Aslında buna benzer bir dönemin 1402 Ankara Savaşı sonrasında da yaşandığını görüyoruz. O dönem Osmanlı Devletinin tüm doğu komşularını işgal eden Timur, Osmanlı devletini on bir sene süren bir parçalanmayla yüz yüze bırakmıştı. Lakin Osmanlılar, Selçuklular’dan farklı olarak Fetret Devri denen bu süreçten dağılmadan çıkmayı başardı. Peki, sizce Pakistan, Afganistan ve Irak’ı işgal eden, Kuzey Afrika’da rejimleri yıkan, Suriye ve İran gibi komşularımızı da tehtit eden Amerikan emparyalizminin Moğollar’dan ya da Aksak Timur’dan çok farkı var mı? Bu dönemde güneydoğuda yükselen başkaldırı, -Allah korusun- asırlar evvel yaşanan beylikler dönemi ya da fetret dönemindeki siyasi parçalanma tehtidi olarak okunmalıdır. Zamanla Amerika’nın dünya genelindeki öncelikleri değişecek, vakti saati geldiğinde buralardan uzaklaşacaktır. Asıl mesele şudur ki, onlar gittiğinde Türkiyemiz Fetret devri ya da beylikler dönemindeki gibi bir süreçle mi karşılaşacak, yoksa Amerikalılar’ın yakıp yıktığı eski Osmanlı coğrafyasında bıraktığı boşluğu doldurabilecek bir siyasi (ve elbette ekonomik) güç haline mi gelecektir… İşte bu sorunun cevabı, Türkiye’yi yönetenler, hayalperestlikten uzak, temkinli ve ideolojik saplantılardan silkelenmiş bir politika tarzı tutturmalarına bağlıdır.
Bu yakın tehlike ve orta vadeli fırsat senaryosuyla karşı karşıya olan Türk Milleti’nin çağın bize dayattığı bu koşullara uygun biçimde, aklı selim ve tutarlı bir “yeni milliyetçilik” refleksi geliştirmelidir. Bu yeni milliyetçilik çağrısının içini doldurmak sadece ayrı bir yazının değil, belki de ayrı bir kitabın konusu olabilir. Lakin birkaç satırla ana hatlarını çizelim:
BİR: Osmanlı’nın ilk döneminde kolonizatör dervişlerin yaptığı kültür etkileşimini aklı başında sanatçılarımızla (elbette otel odalarında rezillik çıkaranlarla değil) yapmalıyız.
İKİ: Eskiden akıncı beylerinin at sırtında yaptıkları fetihleri, ellerinde lap toplarıyla dünyayı dolaşan iş adamlarımız yapmalıdır.
ÜÇ: Orta Asya çıkışlı Türk boylarına dayanan daraltılmış Türklük tanımı kadar, etnik ve dini manada olmasalar da kendi kaderlerini bizimle çizmeye hazır durumdaki halklara kucak açan bir “Mevlana Milliyetçiliği” kavramını yerleştirmeliyiz. Bu şekilde Kürt sorununa ilaç bulmakla kalmaz, aynı zamanda bir zamanlar ayrı düştüğümüz eski Osmanlı coğrafyasındaki tüm unsurlarla (Arnavutlar, Boşnaklar, Kafkas halkları, Araplar ve hatta bir kısım Ortodokslarla) ortak bir tarih yazmayı başarabiliriz.
HABERLER
6 saat önceHABERLER
6 saat önceKÖŞE YAZARLARI
3 gün önceKÖŞE YAZARLARI
8 gün önceKÖŞE YAZARLARI
14 gün önce