DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BITCOIN 34546755.12609%
İzmir
16°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

Kosova Savaşı Ekseninde Rusya’nın Balkanlar Politikası
134 okunma

Kosova Savaşı Ekseninde Rusya’nın Balkanlar Politikası

ABONE OL
03/01/2021 15:32
Kosova Savaşı Ekseninde Rusya’nın Balkanlar Politikası
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Balkanlar Güney Avrupa’yı peyda eden üç büyük yarımadanın en doğusunda yer almakla beraber batısında Adriyatik, güneyinde Akdeniz, doğusundaysa Karadeniz ve Ege’yi bulunduran bir yarımadadır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti bünyesinde Bosna – Hersek, Arnavutluk, Makedonya ve Hırvatistan’dan oluşan devletler bu coğrafyada hakimken, Yugoslavya’nın dağılmasıyla beraber bölgede birçok bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Günümüzde ise Balkanlar; Bosna-Hersek, Hırvatistan, Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova, Karadağ, Slovenya, Trakya topraklarının bir kısmı ve Romanya devletlerinden oluşmaktadır. Türk Dil Kurumu’na göre “sarp ve ormanlık sıradağ” anlamında olan “Balkan” kelimesi, uzun vadede siyasi politik tanımlamalara maruz kalarak “parçalanmış, bölünüş, parsel parsel ayrılmış” manalarına gelmekle beraber daha pejoratif bir hal alarak “kabile, ilkel, geri kalmış, etnik çatışmalar içinde yer alan, barbar, Pandora’nın kutusu, barut fıçısı” gibi metaforları karşılar olmuştur.

I. Kosova Savaşı

Uluslararası ilişkilerde “Sosyal İnşacılık” teorisine göre ilişkiler yalnızca materyal boyutta değil sosyal bağlar açısından da ele alınmalıdır. Bir bütünü incelerken tek tek değil de o bütün içindeki parçaların ilişkisine değinen sosyal inşacılık teorisinin temel ereği, devletlerin çıkarlarını ve kimliklerinin nasıl oluştuğunu bilmeye çalışmaktır. Yani sosyal inşacılıkta devlet politikalarını anlamlandırabilmek için “kimlik” olgusu mutlak surette incelenmelidir. Rusya’nın Balkanlar’a olan ilgisinin temel argümanları; kimlik, Balkan devletlerinin bulunduğu coğrafya, Rusya’nın küresel güç mücadelesi ve güvenlik başlıkları altında ele alınacaktır. Rusya 19. yüzyıldan itibaren Balkanlar’a ilgi göstermeye başlamıştır.

II. Kosova Savaşı

1991 yılında Rusya Federasyonu’nun kurulmasıyla ve değişen dünya düzeniyle Balkan coğrafyası Rusya için daha önemli bir hal almıştır. Rusya 1998 – 1999 yılında gerçekleşen Kosova Savaşı’nda ise çok etkin bir rol oynayamamıştır. Ayrıca Kosova Savaşı’nda Rusya’nın tutumu, kendisinden daha etkin olan NATO’nun müdahaleleri ile paralel olarak değişmiş ve Rusya dış politikasında yapılanmaya gitmiştir. Bu yapılanmadan sonra Balkanlar’a karşı çeşitli politikalar uygulayarak bölgedeki nüfuzunu artırmaya devam etmiştir.

Rusya’nın Balkan Coğrafyasına Olan İlgisinin Temel Sebepleri

Rusya’nın Balkanlar bölgesine olan ilgisi 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkmaya başlamıştır. 1800’lerde Napolyon’a karşı bir duvar olabilecek “Balkan Devleti” projesi, Çarlık Rusya’nın bürokratları arasında tartışılan bir konu haline gelmiştir. Balkan halklarını bölerek özerk siyasi yapılanmalar veya askeri stratejiler etrafında birleştirme fikri ise bariz olarak ilk defa, 1830 Polonya İhtilalinin önderlerinden olan ve belli bir süre Çarlık Rusyası’nda Bakan olarak görev yapan Adam Czartoryski’ye ait olmuştur.

Rusya Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı olmakla beraber bu mezhep dolayısıyla Katolik Avrupa’dan farklılaşmaktadır. Rusya kendisini “Bizans’ın doğal varisi” saymakta ve “üçüncü Roma” olduğu fikrine sadakatle bağlı kalmaktaydı. Bu düşünceleri müteakiben 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile kendisini, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve Doğu Kilisesi’ne bağlı olan Hristiyan halkın “koruyucusu/kollayıcısı” ilan etmekle kalmamış, bunu Osmanlı Devleti’ne de kabul ettirmiştir. 1877- 1878 yıllarında peyda olan Osmanlı-Rus Savaşı’nın galibi, İstanbul’un 50 ila 60 km yakınına dayanan Rusya olmuş, Avrupalı güçlerin müdahalesi ile yayılmacı politikasını İstanbul’a dek gerçekleştiremese de savaş sonrasında Bosna-Hersek fiili olarak Avusturya-Macaristan kontrolüne bırakılmış; Sırbistan, Karadağ, Romanya bağımsız olmuş ve Bulgaristan fevkalade geniş bir özerkliğe kavuşmuştur. Rusya yayılmacı emelleri doğrultusunda başlattığı bu savaşta Balkan politikasını kullanmış ve Osmanlı’nın Balkan halkına karşı baskıcı politikalar uyguladığına vurgu yaparak, bir kez daha Balkan halkını “Ortodoks, Slav birliği” adı altında motive etmeye çalışmıştır.

1789 Fransız Devrimi’nin etkisiyle Balkanlar’da yaşayan milletlerin Osmanlı’dan bağımsızlık talepleri mümkün mertebe daha kolay gerçekleşmiştir. Rusya, paragrafın başında belirtildiği üzere Napolyon’a karşı bir cephe hattına sahip olmayı istemesine ek olarak, yıllardır süregelen sıcak denizlere inme politikasını hala gütmekteydi. Buna binaen Slav projesini hayata geçirme isteği günden güne artmaktaydı. Öyle ki 1811 yılında Rus Çarlığı’nda bulunan bir üniversitede “Slavonik Araştırmalar Kürsüsü” açılmış, böylelikle Panslavizm’in ilk tohumları atılmaya başlanmıştır.

Panslavizm ilk etapta Ruslar dışındaki Slavlar arasında dil ve kültür birliği olarak ortaya çıksa da milliyetçilik akımının etkisiyle daha derin bir kisveye bürünmüş ve 1826’da Slovak bir yazar olanJan Herkel tarafından “Panslavizm” terimi ilk kez “Hakiki Panslavizm (verus panslavismus)” isimli eserinde kullanılmıştır. Panslavizm hareketi Ortodoksluğa paralel bir şekilde ortaya çıkmış, Rus milliyetçiliğini de ilke olarak benimsemiştir. Panslavizm’in başlıca üç temel amacını şöyle sıralamak mümkündür: Rus emperyalizmini geliştirmek amacıyla doğuda yeni fetihlere gitmek; Rusya’nın hakimiyeti altında yaşayan çeşitli milletleri “Rus kimliği” altında birleştirmek, Ruslaştırmak; mevcut Rus toprakları dışında yaşayan Slav halkları Rus Devletinin kendisine bağlamak.

Slavlar yaşadıkları coğrafyaya göre bölge bazında ayrıma tabi olmuşlardır. Batı Slavları; Slovak, Leh, Moravyalı ve Çeklerden oluşurken, Güney Slavları; Hırvat, Makedon, Sırp ve Slovenler oluşturmaktadır. Son olarak Doğu Slavları; Ruslar, Beyaz Ruslar ve Ukraynalılardan meydana gelmektedir.

Rusya’nın Balkanlarla ilgilenme nedenlerinden biri olan “coğrafi konum” ise enerji koridoru bakımından önem arz etmektedir. İlk etapta sıcak denizlere inmek için uygun rota olan Balkanlar, zaman ilerledikçe coğrafi fonksiyonel anlamda genişlemiş ve enerji kaynaklarının dolaşımı, özellikle de Avrupa’ya ulaşımı konusunda daha bir işlevsel hale gelmiştir. Örneğin Hazar Havzası ve Ortadoğu’da bulunan kaynakların Batı Avrupa’ya taşınması için en kullanışlı istikamet Balkanlar olmuş bu da 21. yüzyılda dahi bölgenin öneminden doğan tartışmaları açıklamaya yetmiştir. Arnavutluk hariç Balkan ülkelerinin Rusya ile iki farklı yoldan doğalgaz bağlantısı bulunmaktadır. İlki Rusya’yı Macaristan’la bağlayan oradan da eski Yugoslavya ülkelerine giden “Trans Sibirya Doğalgaz Boru Hattı” dır. İkincisiyse Rusya’dan Ukrayna’ya, Ukrayna’dan Moldova, Romanya, Bulgaristan ve buradan Türkiye, Türkiye’den Makedonya ve Yunanistan’a uzanan “Trans-Balkan Boru Hattı” dır. Enerji taşımacılığında üç koldan bağlantısı olması dolayısıyla Bulgaristan Rusya için diğerlerine nazaran daha önemli olagelmiştir. Bulgaristan ve hatta Romanya yalnız Rusya için değil, gün geçtikçe büyüyen enerji ihtiyaçlarının karşılanması açısından AB için de önem teşkil emiş, bu bağlamda iki ülkenin AB’ye katılmasına çok önem verilmiştir.

Balkanlar’ın enerji koridoru olması yalnızca enerjinin taşınması için önemli değildir, aynı zamanda Rusya’nın geçiş yollarının kontrolüne sahip olması sebebiyle AB’ye karşı elde ettiği bir siyasi kazanımdır.

Rusya’nın küresel güç mücadelesi de Balkanlar coğrafyası üzerinde etkili olmaya çalışmasını açıklayan bir unsurdur. Bilindiği üzere Soğuk Savaş sonrasında “Doğu-Batı” dengesi mevcudiyetini koruyamamış ve “küresel güç” terimiyle doğru orantılı olarak ABD tek başına yükselişe geçerken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) bir çöküş yaşamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi

Soğuk Savaş sonrasında elde ettiği statüyü pekiştirmek isteyen ABD Balkanlar da dahil Avrasya’da elini güçlendirmek isterken yükselen güçler ile küresel güç mücadelesine girmiştir. SSCB sonrası reforme olan ve Rusya Federasyonu olarak ortaya çıkan devlet kısa sürede yeniden bu güç mücadelesine dahil olmuştur. Rusya’nın, 15-20 yıllık aradan sonra rekabete dahil olması, SSCB’nin yarattığı boşluğu doldurma isteği ve bölgesel bir güç olarak yeniden çevre ülkelerin hamisi olma arzusu doğrultusunda geliştirdiği politikalar, ABD’nin “süper güç” imajını aşındıran bir olgu olmuşsa da Rusya bununla yetinmeyip daha fazlası için tedricen mücadele etmektedir.

Güvenlik olgusuna gelince, Soğuk Savaş dönemindeyken güvenlik kaygısı yalnızca tehditler ve uyuşmayan çıkarlar üzerinden hissedilirken ve bunlara daha çok askeri önlemler ile çözüm üretilirken, Soğuk Savaş’ın sonlarında ise güvenlik kaygıları artarak “risk, korku, şiddet” temalarını da kapsamaya başlamıştır. “Güvenlik” artık nedenleri ve sonuçları ile ele alınır olduğu için “eleştirel güvenlik” kavramı çalışmalar yapılacak bir alan haline gelmiştir. Buna göre bireyin güvenliğinin sağlanması devletin güvenliğinin sağlanmasına bağlıdır. Rusya’nın güvenlik politikası için gerekli gördüğü güvenlik anlayışları şöyle sıralanabilir; askerî açıdan güvenliğin temin edilmesi, bölgesel güvenlik alanlarının oluşturulup istikrara bağlanması, ülke sınırlarının en iyi imkanlar dahilinde korunması, uluslararası güvenliğin sağlanması veyahut uluslararası güvenlik sorunlarının çözülmesi için NATO yerine BM/BMGK’nin devreye girmesi.

Samuel P. Huntington

Güvenlik kavramının bu denli değişmesine neden olan temel sebep “küreselleşme” olmuştur. “Küreselleşme” kavramının ilk olarak nasıl ortaya çıktığı hakkında net bir bilgi olmasa da günümüzdeki hali ile dilimize yerleşmesi, kabul edilen ortak görüşe göre, kelimenin 4 Nisan 1959 tarihinde The Economics dergisinde kullanılmasıyla başlamıştır.Samuel P. Huntington’a göre küreselleşmenin fiilen başlaması Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle gerçekleşmiştir ve akabinde Rusya ile paylaşılan tüm güç Amerika’ya kalmıştır. Yani küreselleşme ile Amerika’nın hegemonik gücü artmış ve ekonomik değişmelere ek olarak, mevcut durumların gelişimi ideolojik eksene kaymaya başlamıştır. Güç dengesinin gösterdiği değişim, devletlerin yeni yeni tehdit unsurları algılamasına neden olmuştur ve bu tehditler güvenlik kavramının askeri boyuttan siyasi boyuta evrilmesi ile sonuçlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Rusya, yeni konjonktürde yarı çevre ülke statüsüne gerilemiştir. Rusya’nın bu dönemden sonra uyguladığı genel devlet politikaları; ekonomiyi güçlendirmek, eski siyasi gücünün etkisini sürdürmeye çalışarak diğer devletlerle ilişkilerini iyileştirmek ve NATO’nun faaliyetlerini yakından takip ederken yakın çevresini denetim altında tutarak yeni konjonktürde kerte kerte güçlenerek ilerlemektir.

Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra odak noktasını ekonomiye vermiş ve Vladimir Putin ile görece büyük ölçüde güç kazanmaya devam etmiştir. Rusya’nın güvenlik parametresi, içerde “tavizsiz”; dışarda “acımasız” bir misyon sağlayarak ekonomiyi güçlendirmek, yakın çevreyi kontrol altına almak ve NATO’nun genişlemesini engellemek olmuştur. Putin döneminde kabul edilen “Gerçekçi Caydırma Stratejisi” prensibine göre herhangi bir kriz ya da çatışmayı önlemek için; ekonomik, diplomatik, kuvvet kullanımı dışındaki yöntemlere başvurulacaktır. Daha büyük tehlikelerde kullanacağı kuvvet kullanımının hakları ise gizli tutulmaktadır. Rusya’ya tehdit olabilecek ana unsurlar; eskiden Sovyetler Birliğine bağlı ülkelerin Rusya’dan toprak talep etmesi, coğrafi açıdan Rusya’ya yakın olan bölgelerde yaşanan silahlı çatışmalar veya yerel savaşlar, kitle imha silahlarının yaygınlaşması, eski SSCB’de yaşayan Rus vatandaşların hakları, NATO gibi askeri örgütlerin genişlemesi sayılabilir. Rusya öncelikle tüm bunlara istinaden ülkesine yakın olan enerji kaynakları güzergahlarını kontrol altına almıştır. Örneğin 2008 yılında Sırbistan’da bulunan enerji tekelini eline geçirip ardından Karadağ’da enerji emellerini gerçekleştirmek için dolaylı yabancı yatırımla ülkeye girmiştir. Yine aynı yıl Avrupa’ya doğalgaz gönderebilmek ve Bulgaristan’a nükleer reaktör kurulması için Bulgaristan ile bir anlaşma imzalamış ve böylelikle Bulgaristan’ı enerji konusunda kendi kıskacına almıştır. Hala Bulgaristan’daki en büyük petrol rafinerisini Lukoil işletmektedir. Kısacası Rusya’nın güç kapasitesini geliştiren unsur “enerji” olmuş ve özellikle Putin, enerji arz güvenliğine önem vererek dış politikasını da korumaya almıştır. Tüm bunlara ek olarak Batı kaynaklı NATO gibi küresel örgütlerin, Rusya’nın yakın çevresinde bulunan ülkeler ile genişlemesini engellemek için “örtülü savaş” mücadelesi vermektedir. Bu bağlamda Ukrayna’nın NATO’ya girişini engellemiş ve Azerbaycan, Gürcistan gibi ülkeleri de frenlemeye çalışmıştır.

Savaşa Giden Süreç

“Slav” kelimesi Slavların dilinde esasen “Slav” değil “Sloven” diye geçmektedir. “Slav” kelimesi ise literatüre Batıdan yani dışardan gelmiştir. Bu bilgiden yola çıkılarak “Yugoslav” kelimesinin ideolojik bir anlam içerdiği yorumuna ulaşılmaktadır. “Yugoslavya” terminolojik olarak ortaya ilk çıktığı vakitlerde, “Güney Slavların Yurdu” mottosunu barındırmakta ve Sırp olan tüm herkesi bir çatı altında toplamayı hedeflemekteydi. İlk Yugoslavya, Sırp – Hırvat – Sloven Krallığı’nın kurulmasıyla 1918 yılında oluşmuş; 1929 yılında Krallığın ismi Yugoslavya olarak revize edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar bölgeyi işgal edene dek, varlığını sürdürmüş olan Yugoslavya, 1941 yılında işgalle beraber dağılmıştır. Yugoslavya ikinci kez Tito’nun önderliğinde 1945 senesinde kurulmuş ve altın çağını yaşamıştır. Yugoslavya bu dönemde altı cumhuriyetten ve iki özerk bölgeden oluşmaktaydı; Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Karadağ ve Bosna-Hersek ile Sırbistan Cumhuriyeti içinde iki özerk eyalet olan; Voyvodina ve Kosova yer almaktaydı.

Yugoslavya’nın Lideri: Josip Broz Tito

Tito yönetimi “halkların kardeşliği” savına dayanmaktaydı ve ülkede tek partili hayat söz konusu olduğu için (Yugoslavya Komünist Partisi) bu dönemde çatışma ortamı olmamış, onun yerine istikrarlı bir barış ortamı sağlanmıştı.

Soğuk Savaş sona erdikten sonra iki kutuplu bir yapıya sahip olan uluslararası sistem, SSCB’nin de çöküşüyle beraber yok olmuş ve ABD tek süper güç olarak yükselişe geçmiştir. Her bakımdan güç kaybeden SSCB, özellikle Balkanlar’da ekonomik, askeri, ideolojik, jeostratejik ve siyasi önemini de yitirmeye başlamıştır. SSCB’nin dağılmasıyla bölgede oluşan güç boşluğu günümüzde bile yer yer hissedilebilmektedir.

SSCB’nin halefi olan Rusya federasyonu, 1991 yılında federe bir cumhuriyet olarak kurulduktan sonra iç politikada “merkezileştirme” çalışmalarına yer vererek, ülke içinin istikrarlı hale getirilmesini hedeflemiştir. Ülkenin ilk başkanı olan Boris Yeltsin, iç ve dış politikada batı modelini uygulayacaklarını bizzat açıklamıştır. Bu dönemde hükümet tarafından NATO ile iş birliği savunulmuş, BM Güvenlik Konseyi üyeliği, DTÖ, G – 7 gibi organizasyonların üyeliği öngörülmüştür. Fakat muhalif taraf ve daha çok SSCB yanlıları, hükümetin bu görüşlerini “romantik” ve “idealist” bulmuş, Rusya’nın ABD’nin küçük müttefiki olmayacağı şeklindeki yorumları dile getirmişlerdir. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte NATO’nun işlevinin yeniden gözden geçirilmeye başlanmasıyla beraber literatüre “bölgesel kriz” gibi yeni kavramlar da eklenmiştir. Bölgesel krizin daha önceden Ortadoğu ile çağrıştığı söylenebilirken, 1990’lar itibariyle oklar Balkanlar’a yönelmiştir. Bosna – Hersek Krizi ve Kosova Çatışmaları bu durumu tetikleyen unsurlardan biri olagelmiştir.

Bosna Hersek’te Siyasi Kriz

Rusya, etkisini yitirdiği Balkanlar bölgesinin dağılmasından yana değildi. Çünkü eğer Yugoslavya parçalanırsa hem yeni bir kaos ortamı çıkacaktı hem de Rusya Federasyonu 20 otonom devletten meydana geldiği için bu durum Rus halkı için de ideolojik açıdan kötü bir izlenim bırakabilirdi.

Yugoslavya’da hâkim olan ekonomik istikrarsızlık bu dönemde sekiz otonom bölgenin, kendi aralarında anlaşmazlıklar yaşamasına sebep olmuştur. Ekonomileri diğer bölgelere göre görece daha iyi olan Slovenya ve Hırvatistan liberal ekonomiye geçmek isterken diğer bölgeler devlet destekli bir ekonomiyi savunmuşlardı. Ayriyeten Hırvatistan ve Slovenya, özerk olan iki bölgenin daha geniş özgürlüklere sahip olması gerektiğinden yana bir tavır takınarak Sırbistan’a karşı bir karşıtlık sergilemişlerdir. 1991 yılına gelindiğinde Slovenya kendi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunun üzerine Yugoslav Halk Ordusu (JNA)’nun ülkeye girmesiyle bir ay boyunca sürecek olan çatışmalar başlamıştır. Bir ayın sonunda JNA Birlikleri çatışma bölgesinden çekilmeye başlamış fakat bu kez de Hırvatistan hareketlenmeye başlamıştır. Hırvatistan’daki hareketlenme ise, Yugoslavya’dan ayrılma isteği değil, Hırvatistan’da yaşayan Sırpların özerklik istemeleri olmuştur. Hırvatistan Cumhurbaşkanı Tudjman ise kendi topraklarının hiç kimseyle paylaşılmayacağına dair kati suretli bir açıklamada bulunmuştur. Bölgeye ancak BM Barış Gücü’nün konuşlanmasıyla bir tampon oluşturulabilmiştir. Çatışmalar sürerken Rusya’dan gelen resmî açıklamalara göre ise Rusya, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünden yana olmuştur.

Makedonya ile Yunanistan arasında süregelen isim anlaşmazlığı, Kosova’nın muallakta kalan durumu, Sırbistan’ın çatışma güden politik uygulamaları, Bosna – Hersek’in politik çıkmazı… bölünmenin etkilerinden olmuş ve 1992 yılında Yugoslavya Cumhuriyeti parçalanmıştır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliği (SSCB)

Rusya Federasyonu 1991 yılından 1993 yılına kadar, SSCB’nin son başkanı olan Gorbaçov’un geliştirdiği “yeni düşünce” isimli politikayı uygulamıştır. Yeni düşünce siyasetine göre başta ekonomik, kültürel, politik alanlar olmak üzere çoğu alanda Batı ile uyumlu bir siyaset güden Rusya, Yugoslavya’nın dağılışının başlangıcında da Batı ile hareket ederek manevra alanını daraltmıştır. Akabinde Batı’dan ekonomik destek göremeyip üzerine NATO’nun genişleme faaliyetlerinin devam ettirilmesi Rusya’yı rahatsız etmiş olacak ki, 1993 itibariyle yeni bir dış politika yapım sürecine gidilmiştir. 23 Nisan 1993 tarihinde yayımlanan yeni dış politika doktrinine göre Batı yanlısı politikalardan feragat edilecek ve ulusal çıkarın benimsendiği bir politikaya geçilecekti. Bu politika, eski SSCB topraklarını da baz alması nedeniyle “yakın çevre” olarak adlandırılmıştır. Yakın çevre politikasıyla Rusya’nın Balkanlar’dan uzak durma süreci çok sürmemiş ve Rusya, gözünü tekrardan Balkanlar’a dikmiştir. Balkanlar bölgesinde Batı’nın etkisinin en fazla hissedildiği dönem ise 1992’den 1996’ya dek süren Bosna Savaşı olmuştur. Bu savaşa ABD’nin dahil olmasıyla “Dayton Antlaşması” imzalanmış ve Rusya’nın etkisi oldukça sönük kalmıştır. Bu anlaşma neticesinde Rusya, dış ilişkilerinde uyguladığı “uyumsal iş birliği” mottosunu “gerçekçi pragmatizm” anlayışı ile değiştirmiştir.

Batı ile kurulmuş olan “olgun stratejik ortaklık” Rusya’nın koltuklarını kabartmış fakat daha sonra aldatıcı bir ortaklık olduğu idrak edilmiştir. Amerika’nın niyeti gücünü tekrardan Rusya ile paylaşmak değildi ve Rusya her anlamda oldukça zayıf olduğundan, istese de bunu yapamayacaktı. Rus dış politika yapıcılarının çoğu, NATO’nun genişlemesini Rusya Federasyonu’nun Avrupa’dan aforoz edilmesi şeklinde okumuştur. SSCB’nin fiilen dağılması Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna arasında Bağımsız Devletler Topluluğu Anlaşmasının imzalanması ile gerçekleşmiştir. Bu anlaşmanın ardından Rusya Federasyonu BDT’nin dış sınırlarının Moskova’nın yani merkezin kontrolünde olması gerektiğini savunmaya başlamıştır.Rusya 1996 yılına gelindiğinde, SSCB’nin dağılmasının geçersiz sayılacağı bir takım sürrealist düşüncelere kapılmıştır.

Bağımsız Devletler Topluluğu

Rusya’nın uygulamaya koyduğu yakın çevre doktrini “RF’nin Monroe Doktrini” betimlemesine tabi tutulmuştur. “Karagonov Doktrini” ne göre ise BDT’de askeri güvenlik önlemlerinin gerekeceği durumlarda Rusya, ülkesi dışına asker konuşlandırabilecekti. RF’nin yakın çevre doktrini ve askeri tedbirlerinin maddi dayanakları üçer taneydi. Bunlardan ilki; SSCB’ye dağılmış ekonominin tekrardan işletilecek olmasıydı. İkincisi; yeni kurulan Rusya Federasyonu sınırları dışında kalan 25.000.000 Rus diasporasının güvenliği arz edilmek isteniyordu. Son olarak üçüncüsü ise enerji kaynaklarına sahip olan bu bölge diğer büyük güçlere bırakılmak istenmiyordu.

Kosova, Balkanlar’da önem arz eden bir bölge olagelmiştir. 1913 Londra Sefirler Konferansı ile Arnavut halkı, kendilerine hiç sorulmadan Sırbistan Krallığına bağlanmıştır. 20. Yüzyıldan bu yana bölgede Arnavutlar ile Sırplar arasında yaşanan anlaşmazlıklar çatışmaların yaşanmasına sebep olmuştur. 1937 yılında Sırp tarihçisi ve Bakan olan Vaso Cubrilovic, iktidara verdiği bir muhtıra ile Arnavut Sırp çekişmelerinin son bulabilmesi için Müslüman Arnavutların göç ettirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun üzerine bu tarihlerde yaklaşık olarak 300.000 Arnavut yerinden yurdundan edilmiş ve buna mukabil 60.000 Sırp Kosova’ya yerleştirilmiştir. Yugoslavya Devleti bünyesinde hazırlanan 1963 Anayasası’na göre Kosovalı Arnavutlara “millet” statüsü verilmemiş, milliyet olarak kabul edilseler de ancak ve ancak “azınlık” statüsü tanınmıştır. 1968 yılına gelindiğinde Tito Kosova’yı ziyaret edip bölge halkına ilgi göstermesine rağmen, Kosovalılar direniş göstermeye ve bağımsızlık taleplerini dillendirmeye başlamışlardır. Kosovalılar bölgede bir yüksek öğretim kurumunun olmasını ve ayriyeten Sırpların, Kosova’nın batısı için kullandıkları “Metohia” isminin değil, direkt “Kosova” isminin kullanılmasını talep etmişlerdir. Bu talepler merkez tarafından ilk etapta sert bir tutum ile karşılansa da daha sonra kabul edilmiştir. Arnavutların lideri olan Enver Hoca ile Tito’nun imzaladığı anlaşma dahilinde üniversitede okutulacak kitapların Arnavutluk’tan gelmesi de kabul görmüştür. 1970’lerde, Kosova artık hukuken federatif bir yapıya bürünmüştü. Öyle ki Kosova ve Voyvodina’nın kendi Anayasaları olacak, iki ülkenin onayı olmadan Sırbistan Anayasası’nda düzenleme yapılmayacaktı. Bu düzenlemenin sonucunda bir Yugoslav Anayasası, bir Sırbistan Anayasası ve ona bağlı olarak bir Kosova Anayasası oluşturulmuştur. Sırp milliyetçileri 1974 Anayasası’nı Arnavutlara verilen bir taviz olarak değerlendirmiş ve Kosova’nın, ilerde Arnavutluk ile birleşme fikri ile endişeye kapılmıştır. Tito’nun 1980’de vefat etmesinden sonra bölge istikrarsızlığa doğru sürüklenmiş, bu istikrarsızlık %2500 oranına yükselen enflasyon ile ekonomiye de yansımıştır. Ekonomik açıdan en kötü etkilenen ülke, enerji kaynakları bakımından büyük bir zenginliğe sahip olmasına rağmen Kosova olmuştur. Sırbistan artık baskılarını sadece etnisite üzerinden değil dincilik üzerinden de yapmaya başlamıştı. 1981 yılında Kosovalı Arnavut öğrencilerin çıkardığı protestolar daha sonra Yugoslavya’nın parçalanmasına önayak olan en önemli siyasi gelişme olarak vuku bulmuştur. Bu eylemler sonrasında yüzlerce Arnavut para cezası almış, yüzlercesi işinden olmuş ve 2000 tanesi de hapse atılmıştır. 1989 yılına gelindiğinde Sırbistan, Kosova’nın otonomisine ket vuran Anayasal değişikliklere imza atmıştır. Bu zaman dahilinde birçok Arnavut bilim insanı, öğretmen ve siyasi nitelikli elitler hapse atılmış, baskı gün ve gün artmaya devam etmiştir.

1980–1989 yılları arasında Yugoslavya’da dolar cinsinden kişi başına düşen GSMH (Kelly, 2020)

 

Kosova zuhur eden baskılar sonucu 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş fakat dünya kamuoyundan demokratik bir destek gelmemiştir. Destek alamayan Kosova halkı ise silahlı bir yapılanmaya giderek Kosova Kurtuluş Ordusu yani UÇK’yi kurmuştur. Kimi dünya devletleri bu bağımsızlığa, etnik kimliklerin ayrışması gözüyle baktıklarından dolayı, kendi ülkelerinde de bu tarz hareketlenmelerin peyda olmasından korktukları için karşı çıkmışlardır. Bu ülkelere İspanya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Azerbaycan, Yunanistan örnek verilebilmektedir.

1998 – 1999 Çatışmaların Savaşa Dönüşmesi

Bağımsızlık deklarasyonu Arnavutluk dışında kabul görmeyince silahlanmaya giden Kosova halkı 1995 Dayton Anlaşmasına kadar barışçıl bir imaj çizmek için herhangi bir şiddet ortamı yaratmamıştır. Dayton Anlaşması neticelenince Bosna Hersek’in yapılanmasına dair bir sürecin çizildiği ancak Kosova ile ilgili herhangi bir adımın atılmadığı görülünce Arnavutlar büyük bir hüsrana uğramışlardır. Kosovalı Arnavutlar bu olumsuz duruma 1996 yılında Sırbistan güvenlik güçlerine saldırarak yanıt vermiştir. UÇK, 1998 yılına gelindiğinde Drebrenica’nın bazı bölgelerinin kontrolünü ve Kosova’nın merkezini ele geçirmiş ve ayrıca Kosova’nın bazı bölgelerinde yol kenarlarında denetim merkezleri kurmuştur. 31 Mart 1998 tarihinde BM Genel Kurulu: İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, ABD ve Almanya’nın önerileri ile Kosova da dahil olmak üzere Yugoslavya’nın her yerine askeri ambargo uygulama kararı alınmıştır. BMGK ayrıca Sırbistan’ı masum sivillere yönelik şiddetli saldırıları nedeniyle ve UÇK’yi de genel saldırıları nedeniyle kınamıştır.

UÇK’nin 1998 yılında harekete geçmesinin nedenlerinden biri 28 Şubat 1998 tarihinde gerçekleşen suikast sonucu kurucu lider Âdem Yaşari (Jashari)’nin ve Drenitsa bölgesinden 58 kişinin öldürülmesidir. UÇK bu olaylardan önce gerilla taktiği uygulayan gevşek bir forma sahipken akabinde revize olarak asimetrik savaş modelini baz almaya başlamıştır. UÇK, maddi anlamda ihtiyaç duyduğu geliri Batı Avrupa’da yaşayan Arnavut diasporadan temin etmekteydi fakat kimi kaynaklarda uyuşturucu ve illegal fuhuş ticareti yaptıklarına dair iddialar da yer almaktadır. Enverist görüşlere yakın olan örgüt, bölge halklarından destek görmüş ve silahlı eğitimlerini komşu ülke olan Arnavutluk’un Kuzey kesimlerinde vermiştir. Örgüt üyelerinin yaklaşık olarak yarısının, sorumlu oldukları ailelerinin var olduğunun bilinmesi, Kosovalı Arnavut halkın gerçekten bağımsızlık talep ettiklerinin bir göstergesi olmuştur. UÇK Kosova’yı; Priştina’yı da içine alan Lab bölgesi, Direnitsa bölgesi, Paştrit bölgesi, Mitroviça bölgesi ve İpek Prizren gibi alanları kapsayan şehir bölgeleri olmak üzere beş ayrı kısma bölerek yönetmeyi tercih etmiştir. Genelkurmay tüm ordunun başında bulunurken, 5 tane bölge komutanı ve 7 tane siyasi temsilciden oluşan toplam 13 kişilik üst düzey bir yönetici alayı da mevcut olmuştur. Bu mensuplar genellikle önceden Yugoslav Ordusunda bulunan daha sonra iç savaş nedeni ile ordudan ayrılan kişilerden oluşmaktaydı. UÇK kadrosu savaş bilen tecrübeli kişilerden oluşmaktaydı ve düşmanlarının yani Sırp ordusunun işleyişine ve potansiyeline de hakimlerdi. Bu bakımdan avantaj sağlasalar da asimetrik savaş taktikleri yüzünden ordunun hakimiyeti tüm Kosova bölgesine yayılmış ve bu nedenle savaş sivil olanlara da mal edilmiştir.

Sırbistan sivillere yönelik saldırılarda bulununca, ilk başlarda Batı tarafından terör örgütü olarak görülen UÇK’nin eylemleri meşrulaşmaya başlamıştır. Çatışmalar boyunca ABD müdahale gereksinimi duymuş Rusya ise bilakis kati surette müdahaleye karşı çıkmıştır.Rusya’nın, çatışmalara müdahalede bulunulmaması isteği, kendi güçsüzlüğüne yorulabilmektedir. Yani çatışmalara müdahale edecek gücü olmayan Rusya, NATO/ABD’nin bölgede kendisinden daha aktif olmasını istememiştir. Şiddetin hızını alamayan çatışmalar, sürmeye devam ederken, 16 Ocak 1999 yılında dünya kamuoyunu harekete geçiren “Racak Katliamı” gerçekleşmiştir.

Racak Katliamı

Priştine’nin yakınlarında bulunan Racak köyünde 45 sivil Arnavut’un cesedine rastlanması üzerine Batılılar Sırbistan üzerindeki baskıyı artırmışlardır. Racak Katliamı sonrası Sırplara yöneltilen “soykırım” propagandaları üzerine Temas Grubu bir toplantı düzenlemek istemiş ve sonuç olarak 6 – 23 Şubat ve 5 – 18 Mart 1999 tarihlerinde Paris’te toplanılmıştır. Toplantıda tüm diplomatik yolların denendiği ancak olumlu ve nihai bir sonuç çıkarılmadığı belirtilmiştir. Henry Kissinger ise Rambouillet dokümanını bir kışkırtma olarak yorumlamış ve bombalama için bahane üretildiğini dile getirmiştir.

Tarihler 24 Mart 1999’u gösterdiğinde NATO, Sırbistan ve Kosova’daki Sırp hedeflere yönelik “Müttefik Güç Operasyonu” başlatmıştır. Müdahale 78 gün boyunca devam ederken yaklaşık olarak 863.000 Arnavut “mülteci” konumuna düşmüş, 590.000 Arnavut evlerinden edilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 10 Haziran 1999 yılında aldığı karar ile NATO’nun müdahalesi sona ermiştir. Bununla beraber BM gözetiminde, sivil asker karışık olmak üzere gözetim ekibinin konuşlandırılması kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda Kosova’ya Birleşmiş Milletler Kosova Misyonu (UNMIK) yerleşmiş ve BM Genel Sekreteri’nin Kosova Özel Temsilcisi olan UNMIK Başkanı, Kosova’daki en üst düzey sivil yönetici olmuştur. Kosova, hukuki boyutta Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin bir parçası olsa da UNMIK fiilen YFC’nin Kosova’daki varlığını askıya almıştır.

NATO’nun yaptığı müdahale eleştiri yağmuruna tutulmuştur, nedeni ise Birleşmiş Milletler Şartına göre eğer bir ülkeye müdahalede bulunulacaksa, buna önceden BMGK’nin onay vermesi gerekmektedir. NATO, BMGK’nin onayını beklemeden bu müdahaleye başlamıştır.

BM Güvenlik Konseyi

Rusya Federasyonu NATO’nun Kosova müdahalesini kendi nüfuz alanının daraltılması olarak okumakta haklıydı. Çünkü NATO’nun bölgeye barış için girdiği fakat müdahalenin işe yaramadığı, aksine Sırpların Arnavutlara karşı tutumunun daha da sertleştiğine şahit olunmuştur. Rusya ise bu şiddet ve çatışmaları desteklemiyor fakat SSCB dönemleri de dahil bölgede en iyi müttefiklerinden biri olan Sırbistan’ı da karşısına almak istemiyordu. Çünkü Rusya’ya göre NATO Balkanlar bölgesinde gitgide genişlemekte bu da tamamen Rusya’nın aleyhine bir durum sergilemekteydi. Rusya’nın tüm bu genişleme çabalarını bilmesine rağmen Kosova Savaşı için bir çözüm üretememiş olması onun hala toparlanamadığını gösteren unsurlardan biri olmuştur.

Aslında bölgede Rusya – ABD rekabeti, SSCB dağıldıktan sonra 1993 yılında Rusya’nın toparlanma sürecine girmesiyle ve “Yakın Çevre” doktrinini uygulamaya koymasıyla başlamıştır. Rusya ve ABD’nin bölgede siyasi, askeri ve ekonomik olmak üzere üç genel rekabet alanı bulunmaktaydı. Rusya, SSCB döneminde büyük bir nüfuza sahip olduğu Balkanlar bölgesinin, ellerinden kayıp gitmemesi için tüm imkanlardan yararlanacaktı. Siyasi açıdan bakıldığı zaman, Balkanlar’dan ziyade Gürcistan ve Ukrayna için mücadele eden iki büyük güç, Gürcistan ve Ukrayna’nın iç siyasetinde etkin olabilmek için halk ayaklanmalarına başvurmuş ve kendilerine yakın olan hükümetin bu ülkelerin başına geçmelerini istemiştir. Askerî açıdan ise, eski Sovyet ülkelerinin NATO’ya yönelmesi Rusya için rahatsızlık verici bir durum olmuş ve Rusya Federasyonu Balkan ülkelerinin Batıya yaklaşmasına müsaade etmemek için çeşitli politikalar uygulamıştır. Örnek vermek gerekirse uzun vadede verim alacakları eğitim politikaları yapmışlardır. Rekabet sebeplerinden olan ekonomik unsurda ise tahmin edileceği gibi “enerji” hüküm sürmektedir. Dünyanın kıt kaynaklarından olan yenilenemez enerji kaynağı yalnızca Rusya ve ABD için değil tüm insanlık için önem atfetmektedir. Hal böyle olunca vazgeçilmez bir unsur olan enerji kaynakları için savaşlar ve çatışmalar kaçınılmaz olmuştur. Rusya’da bulunan petrol rezervleri dünya petrol ihtiyacının %40’ını karşılamaktadır. İhtiyaçlarının bu kadar büyük bir bölümünün karşılanması bir yana bu enerji kaynağının ne için kullanılacağı da ABD için önem arz eden bir sorudur. Rusya’nın sahip olduğu bu enerji, Batı ile olan “gerekli” iş birliğinin bir tetikleyicisidir. Rusya’nın sahip olduğu kaynaklara ek olarak Hazar Havzası’nda bulunan kaynakların transferi de Batı için çok önemlidir. Enerji bakımından Rusya’ya bağımlı olan Batı, bu bağımlılığı en aza indirgemek için her fırsatta Rusya ile nüfuz mücadelesine girmektedir. Bu nüfuz mücadelesinin en çok hissedildiği yer de Balkanlar olmak üzere, Kosova bu konuda bir fırsat sunmuştur.

Rusya’nın ulusal güvenlik stratejisi, NATO’nun faaliyetleriyle paralel olarak 2000 yılında değişmiştir. Rusya ortaya koyduğu “Ulusal Güvenlik Doktrini” ile; kendi ulusal çıkarlarının her şeyden önemli olduğunu, büyük güç konumunun sürdürülmesi için yeni politikalar üretileceğini, müttefiklerinin bağımsızlığı ve özellikle “toprak bütünlüğünü” önemseyeceklerini ortaya koymuştur. Rusya’yı yeni bir doktrin kararı almaya ve Rusya’nın “Dikey Otorite” politikasını uygulamaya iten nedenler büyük oranda “NATO” sebepli olsa da diğer etkenleri de şöyle sıralamak oldukça mümkündür; AGİT ve BM gibi barış örgütlerinin dünya üzerindeki nüfuzunun azalarak NATO/ABD’nin daha aktif hale gelmesi, Balkan ülkeleriyle ilişkilerin önceki dönemlere nazaran zayıflamaya başlaması, Balkan ülkelerini ilgilendiren çatışmaların sayısında artış yaşanması, Rusya’dan toprak talep edilme endişesi ve son olarak NATO’nun Balkanlar’da genişlemeye başlaması. Ulusal Güvenlik Doktrini, daha genel hatları ile “askeri – politik, askeri – stratejik ve askeri – ekonomik önlemlerin belirlenmesinde beyan edilecek olan ortak görüşler bütünü” olarak da tanımlanabilir. Aynı zamanda “Yakın Çevre Doktrinini” uygulamaya devam eden Rusya, Slav milliyetçiliği ile Balkanlar’da daha yoğun ilişkiler kurmaya odaklanmıştır.

NATO

Yeltsin sonrası iktidara gelen Vladimir Putin, izlediği dikey otorite politikasıyla “uzlaşmacı” tavrını bir kenara bırakmış ve Çin ile bir anlaşma imzalayarak kendini domine etmeye çalışmıştır. Rusya’nın Çin ile anlaşmasının nedeni “NATO’ya karşı ittifak yapmak” olmuş ve Rusya resmen NATO’ya, sınırlarından uzak durması mesajını vermiştir. Rusya’nın Sırbistan’a bu denli bel bağlaması ve olaylara karışamaması, bu bölgede Rusya ile halen müttefik olan iki ülkeden birinin Sırbistan olmasıdır. Sırbistan’ı karşısına almak istemeyen Rusya’nın elbette başka nedenleri de vardı; Rakibi olan ABD’ye karşı önemli bir üssü kaybetmeme isteği, Avrasyacı retorik, kendi ülkesinde bulunan ayrılıkçı hareketlerin Kosova’yı feyz alma ihtimalleri buna dahil edilebilmektedir .

Balkanlar bölgesi Rusya için çok önemlidir ve Rusya Balkan siyaseti ile önemli kazanımlar elde etmiştir. Rusya dış politikasında bu bölge için çeşitli araçlar kullanmıştır. Bu araçlar yalnızda sert güç değil, uzun vadede verim alabilecekleri yumuşak gücü de içermektedir. Balkanlar’ın bir enerji koridoru olduğundan daha önce bahsedilmişti. Batı’nın, var olan enerji boru hatlarına alternatif olarak yeni hatlar inşa etme ihtimali Rusya için bir tehlikedir. Rusya bölgeye alternatif ülkelerin gelmemesi için, teknolojik alt yapı çalışmalarını en iyi şekilde geliştirmeye çalışmaktadır. Ayrıca Rus devlet ve özel şirketleri, bu bölgedeki enerji sektöründe hatırı sayılacak kadar çok hisseye sahiptir. Rusya’nın bu adımları Balkanlar’da enerji ikbalini elinde tutma çabalarıdır. Rusya bu coğrafyaya 1990’lardan itibaren ekonomik kazanımlar için yatırım yapmaya başlamış, Balkanların kendiliğinden gelişen pazar alanından yararlanmayı ön görmüştür. Rusya bir yandan “garantiye alma” politikasını uygulayarak Balkanlar coğrafyasında yaptığı yatırımlar ile kendini garantilemeye ve buna karşılık AB nüfuzunu azaltmaya çalışmıştır. 2008 krizi Rusya’nın Balkanlar’da Batı ile giriştiği rekabete tuz biber olmuş ve AB’nin bölgedeki varlığı sorgulanarak Rusya’nın etkisi daha çok artmıştır. Yine Rusya’nın 2013 yılında Sırbistan ekonomisine sağladığı 1 milyar dolarlık yardım, Rusya’nın nüfuzunu beslemiştir. Rusya’ya karşı ekonomik bağımlılığı en fazla hissedilen Balkan ülkesi ise Karadağ olmuştur. Çünkü Rus işletmeciler, Karadağ’daki işletmelerin %32’sine sahip durumdadır. Rusya, AB ülkesi olan Yunanistan’da dahi etkin olmaya başlamıştır. Balkanlar bölgesi Rusya için Kosova Savaşı ve Batı’nın Balkanlar’daki genişlemelerinden sonra siyasi anlamda da daha büyük bir öneme sahip olmuştur. Bu anlamda düşünüldüğünde Rusya özellikle şu soruyu önemsemiştir; “Kim kimin üzerinden kazanıyor?” Ve politikalarını sıfır toplam anlayışına göre şekillendirmiştir. Rusya’ya siyasi anlamda en fazla destek veren beş ülke Sırbistan, Bulgaristan, Bosna Hersek, Karadağ ve Yunanistan olmuştur. Rusya diplomasi ve kültür bağını kullanarak yumuşak gücünü de göstermektedir. Bunu çeşitli anlaşmalar imzalayarak, Rus kültürünü ve dilini empoze etmeye çalışarak, Balkan coğrafyasından gelecek öğrenciler için çeşitli eğitim imkanları sunarak sağlamaktadır .

Rusya ve Enerji

Sonuç Yerine

Balkanlar, 1880’lü yıllardan itibaren Rusya için önem atfetmeye başlamıştır. Bu coğrafyayı Napolyon’a karşı bir duvar olarak kullanma fikri Rus Çarlığı’nın siyasi elitlerince tartışılmaya başlanmıştır. 1877 – 1878 yıllarında gerçekleşen Osmanlı – Rus Savaşları’nda Rusya Panslavizm olgusunu bir motivasyon olarak kullanmış ve Osmanlı himayesinde olan Balkan ülkelerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Balkanlar, içerisinde çok çeşitli etnik grupları barındırdığı için pek çok zaman çatışmalara ve savaşlara maruz kalmıştır. Özellikle bölgede Arnavut ve Sırp anlaşmazlığı 1998 – 1999 yılında Kosova Savaşı ve muallakta kalan bir akıbet ile sonuçlanmıştır. Bölgede Rusya başta olmak üzere ABD ve AB ülkeleri etkin olmaya çalışsa da Rusya’nın etkinliği diğerlerine göre daha fazladır ve Rusya bu konuda diğerler ülkelere kıyasla daha şanslıdır. Çünkü Rusya’nın Balkanlar bölgesi ile hem etnik hem de tarihsel bağları bulunmaktadır.21. yüzyıl başlarından itibaren bölgede daha realist politikalar izleyen Rusya Balkan ülkelerini ekonomik, diplomatik, kültürel, enerji kaynakları ve siyasi açıdan daha bağımlı hale getirmiştir.

Kaynak: Stratejik Ortak

    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP