DOLAR 34,5467 0.18%
EURO 36,0147 -0.62%
ALTIN 3.005,411,48
BITCOIN 3414550-0.37177%
İzmir
20°

HAFİF YAĞMUR

12:55

ÖĞLEYE KALAN SÜRE

175 okunma

Kamran İnan’ın Türk Siyaseti Ve Diplomatlarına Yönelik Tespitleri

ABONE OL
20/03/2011 22:00
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Oğuzhan Saygılı[*]

 

25 yıl aktif politikanın birçok kademesinde bulunan, 22 yıl diplomatlık yapan Kâmran İnan, emeklilik günlerini tecrübe ve birikimlerini sürekli yazarak kayıt altına aldı. Özellikle de 47 yıllık mesleki birikimini anlattığı eserler bir külliyat oluşturacak hacimdedir. Kâmran Beyin bu kategoride yazdığı kitaplara bir yenisi daha eklendi. İnan, bu durumu güzel bir darbı mesel ile anlatır. Afrika’da yaşlı bir insanın öldüğünde söylenen “Bir kütüphane daha yandı.” sözüne atıfta bulunarak kendisi de yangının yaklaşmakta olduğunu, kütüphaneden devamlı eser kurtarmaya çalıştığını, bu gayretin neticesinde 12. eseri de kurtardığını beyan eder.

 

Bahse konu olan “Bir Ömür” kitabı geçtiğimiz yıllarda yayınlandı.[1] Eserin isminden de anlaşılacağı üzere kitap hatıra türünde olmakla birlikte kendi kişisel tarihinden daha ziyade toplumsal olay ve olgular daha ön plana çıkar.

 

Kamran İnan’ın babası, kardeşi, yeğenleri ve birçok yakın akrabası farklı parti ve zamanlarda milletvekili olarak Meclis’te görev yapmıştır. Doğu’da, Bitlis’te doğan ve yaşayan herkesin kendisi kadar şanslı olmadığını, hayatı boyunca üretmek için daha çok çalıştığını, istatistik rakamı olmayı hep reddettiğini belirtir.

 

TÜRK SİYASET VE SİYASETÇİSİNE DAİR

 

27 Mayıs ihtilali sonrası, Kamran Beyin babası Selahattin İnan diğer DP Milletvekilleri gibi soluğu Yassıada’da alanlardandır. Babası kadar olmasa da Kamran Bey de çok sıkıntı çeker. 27 Mayıs sonrası Dışişleri Bakanlığı’na 2 çuval ihbar ve şikâyet mektubu geldiğini, bunlardan kendisiyle de ilgili aslı-astarı olmayan birçok şikâyet mektubunun geldiğini anlatır. Bunlardan bir şey çıkmadığını, ama moralini çok bozduğunu iddia eder.

 

Demokrasi hayatının en verimli yıllarının 50-57 yılları arasının olduğunu söyler. Türk demokrasisinin gıdası ve kronik hastalığının kamplaşma ve kavga olduğuna değinir. Meclis’te görev yaptığı zamanlar Meclis kütüphanesinden zaman zaman istifade eder. 3-4 müdaviminin dışında hiçbir vekilin olmadığını söyler.

 

Yazar, Türk siyasetinin kirli sokak, cadde ve mahallerini anlatmaktan çekinmez. Milletvekili ve Bakanlık dışında 1978’de Adalet Partisi’nin Genel Başkan adaylığına koyan Kamran Bey, siyasetteki en önemli tecrübesini bu dönemde kazanır. Aday olduğunda “Bana ne vereceksiniz?” sorusuyla gelenlerin oldukça fazla olduğunu, bu sorulara “Hiçbir şey. Ben vermemek için bu işe girdim.” Cevabıyla karşılık verir. 83 Senatör ve milletvekiliyle başladığı Genel Başkanlık yarışını 3 kişiyle bitirir.(s. 84) Meclis’te mahsup beyannamesini ilk kez kendisinin başlattığını belirtir.(s. 119)

 

İnan, Türk siyasetinin sağlıklı işlememesiyle ilgili çok güzel tespitlerde bulunur. Siyasi partilerin bir amme kuruluşu olmaktan daha ziyade şirket şeklinde kurulduğunu, vatandaşın da parti tercihini yaparken genelde partinin kazanma şansı ve menfaat dağıtma üzerinde durduğunu, kazanan partinin de devletin imkânlarını hisse senedi gibi temettü dağıttığını, en çok dağıtan liderin başarılı lider olduğunu beyan eder.(s. 122)

 

Kamran beyin, 1950’lerde eğitimli, önemli bir makamda bulunan birisinden duyduğu “köylüye yağ yemesini öğrettiler, yağ bulamıyoruz.” Sözünü de alıntılamak durumundayız.[2]

 

TÜRK DİPLOMATLARI KAPASİTESİ HAKKINDA BAZI DEĞERLENDİRMELER

 

Türkiye’yi temsilen NATO görevlisi olarak Paris ve Brüksel’de uzun yıllar görev yapar. Burada Türk diplomatlarının alışkanlıkları ve tavırları Türkiye’nin dışarıdaki itibarını ayaklar altına alacak cinstendir.

 

Milletlerarası bir kriz baş gösterdiğinde en geç gelenin Türkiye delegasyonu olduğunu, Genel Sekreter’in durum değerlendirmesi için bölüm başkanlarını toplantıya çağırdığında, ilk iş olarak milli delegasyonlara bilgi verilip verilmediğini sorduğunda değişmeyen cevap hep: “Türkiye delegasyonunda kimseyi bulamadık.” olmuştur. Delegasyon mensuplarının, büyükelçi dışında tam kadro toplandığı yerlerin barlar olduğunu söyler. Delegasyon sayısının Amerika ve Almanya’dan sonra Türkiye’nin geldiğini, İzlanda’nın 3 memurunun her toplantıya koşarken Türk diplomatlarının barlara koştuğunu belirtir. (s.71)

 

20 dakikalık konuşma için gelen bir Çalışma Bakanı’nın Cenevre’de 3 hafta kaldığından; yabancı dil bilmeyen müşavirlere, daimi delegelere ve hatta Milli Savunma ve Dışişleri Bakanı’na bile rastlanılabileceğine, Dış temsilciliklerimize karşı terörist tecavüzlerin yapıldığı dönemde, beş yıl süreyle evden dışarı çıkmayan Büyükelçilerin bile olduğunu söyler.

 

Dışişleri Bakanlığı’nın tutumunun aşağı-yukarı “Ne istenirse verin, ne söylenirse sineye çekin, yeter ki olay çıkmasın.” şeklinde özetlenebileceğini belirten yazar, bu zihniyet ile devamlı nerede ve nasıl çarpıştığını anlatır.

 

Türkiye’de devlet kesesinden dış seyahate gitmenin bir endüstri halini aldığını, yaptığı Meclis Araştırmasına göre yılda yaklaşık 15 bin kişinin devlet hesabına yurt dışına gittiğini, bunun da çok ciddi bir rakam olmakla birlikte yararlı olmadığını ifade eder. Türk diplomatları ile gelişmiş Batılı ülkelerin diplomatlarını Kamran Bey kıyaslar: “Onlar dış vitrine kaliteli mal koyar, biz de nazar değmesin diye, defolu mal, bazen de biberonlu çocuk koyuyoruz; sonra da çocuk gidip anne ve babasını yabancılara şikâyet ediyor.”(s.125)

 

Kitapta birçok düşünce adamı ile diplomatın kitabına ve vecizesine atıfta bulunulur. Bunlardan ikisine değinebiliriz. İlk sözü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Hammersehöld, söylemiş: “Bazen hakikatin galip gelmesi için yalana başvurulabilir.” Fransız Filozof Pascal’ın (Düşünceler kitabı, s.868) Kanuni Sultan Süleyman hakkında söylediği oldukça ilginçtir: “Dünya’nın en güçlü Devletine hükmedip de yalnız kendi maaşı ile geçinen insan, Büyük Türk hükümdarıdır.” (s.83)

 

Ülkemizde gayet çarpık bir bakış açısı mevcuttur. Herkes adeta millet ve devletten alacaklı pozisyondadır. Batı ve Avrupa insanının her şeyi devletten beklemek şöyle dursun, fert olarak biz bu ülke ve devlete neler verebiliriz, sorusunu ciddi anlamda kendine soruyor. Yazar, bununla ilgili somut bir anekdottan bahseder.[3] İsviçre’nin bir dağına doğru yürürken, ellerinde kazma, kürek, yiyecek torbası bulunan bir grup genç ile karşılaşan Kamran Bey, merakını gidermek için hemen sorar. Gençler Turistlerin rahat yürümeleri için yolları tamir ve temizlediklerini söyler (s.127)

 

DEĞERLENDİRME

 

Kitapta Kamran Bey, kendi hayat hikâyesi etrafında beraber büyüdüğü ve yürüdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin kat ettiği mesafe, ağır ve aksak giden demokrasi serüvenini masaya yatırır. Yakınan bildiği yabancı ülke ve insanlarına, diploması tarihinin önemli isimlerine ve bunların bazı kitaplarına atıfta bulunur. Karşılaştığı kaliteli Türk diplomatları belirtmekle birlikte çapsız, işini ciddiye almayan, ülkenin âlî menfaatlerini gözetmeyen Türk diplomatlarını sorgulamaya çalışarak çok önemli tespitlerde bulunur.  Siyasi ve diplomasi hayatındaki meslektaşlarının kronik hastalıkları, zaafları üzerine ısrarla durur. Partiler üstü ve milli menfaatler penceresinden bakmaya çalışan Kamuran İnan’ın tespit ve gözlemleri oldukça ilginçtir.

 

[*] Eğitimci, E-posta: ikizkuyu@yahoo.com

Blog Adresi: http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/

[1] Kamran İnan, Bir Ömür, 160 sayfa, 2010, Ankara, Berikan Yayınevi

[2] Buna benzer bir anekdotu yaşlı bir büyüğümüzden dinlemiştim. Köylülerin şehri keşfetmediği dönemlerden bir gün, ağanın tasarruf sahibi olduğu köylüler birbirine girer. Olay büyür, ağa da haliyle vaktinin önemli bir bölümünü Mütercim Asım’ın memleketinde Tahmis Kahvesi’nde birçok ağa ve eşraf ile oyun oynayarak vaktini heba etmektedir. (Bunlar şehirli olup toprak sahibi daha doğrusu birkaç düzine köyün sahibidirler. Genelde şehirde de yaşarlar.) Köyde Ağanın Vekili kavga yapanları tutup ağaya getirir, duruma el koymasını ister. Ağa, köylülere bir miktar para verip barıştırır. Birer helva dürümü ısmarladıktan sonra hiç durmadan hemen köye yol almalarını söyler. Köylüler kahveden ayrılır ayrılmaz masada bulunanlardan birisi “yahu köylüler bir gün şehirde kalsaydı ne olur. Hemen köye geri gönderdin” diye arkadaşı ağaya çıkışır. Ağanın cevabı oldukça zekicedir: “Bunlar şehrin nimetlerinden istifade etmeye görsün. Alışırlarsa yarın şu lambanın ışığını gören kepenek gibi çoğalırlar. O zaman da bizim köydeki işlerimizi kim tutar.”

[3] Uzun yıllar Almanya’da okuyan ve çalışan bir doktor yakınımdan dinlemiştim. Bazı emekli memurların büyük hastanelerde gönüllü olarak haftanın belli gün ve saatlerinde, gelen hastalara danışmanlık hizmeti verdiğini belirtmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 


    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP