Alaçam Mübadele Müzesi’nin resmi açılışı, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’ın Samsun programını son anda iptal etmesi üzerine yapılamadı… Aslında geçen sene Aralık ayındaki 5. Ulusal Mübadele Kongresi sırasında müzenin açılışı düşünülmüş; ancak vazgeçilmişti. Müzenin kurulması için başta Sayın Valimiz olmak üzere İl Özel İdaresi ve Müze Müdürlüğü’nün maddi ve manevi ne kadar emeği olduğunun canlı şahidi benim. Bu kadar büyük emek verilen bir müzenin açılışının Bakan düzeyinde bir protokolle açılmasını istemekten doğal ne olabilir ki? Elbette ileri bir tarihte, müzenin önemine yakışır bir üst düzey ismin kurdele kesmesi beklenecektir. Yine münasip bir tören yapılacak, açılışın ulusal medyada yankı bulması sağlanacaktır. Lakin müzenin resmi açılışının yapılmaması, ziyaretçi kabul etmesine mani olmasa gerek… Müzenin oluşturulması sırasında örnek bir dayanışma içinde hareket eden Samsun Valiliği ve Samsun Mübadele Derneği bu konuda üzerine düşenleri yapmak zorundadır. Dernek, müzenin tanıtımının sağlanması, turistlerin müzeye yönlendirilmesi için çalışmalar yapmalıdır. Misal;
Görebildiğim kadarıyla dernek bu konuda istekli ve projeler üzerinde çalışıyor. Lakin bütün bunların olabilmesi için bir tek şey gerekiyor, o da müzenin kapısında yazan saatler içerisinde işler vaziyette tutulması… Müzenin resmi açılışını ileri bir tarihte yine hep beraber yapalım. Ama bu arada müzeyi de hizmete açık vaziyette tutalım. Bunu, müze için aile arşivlerini devlete emanet eden yüzlerce mübadil çocuğu adına talep ediyorum. Bu konuda görev, kamuya düşüyor. Gereğinin yapılacağına samimiyetle inanıyorum.
Saygılarımla arz ederim.
EVİNE HOŞ GELDİN MÜRÜVVET YENGE…
Hatırlar mısın yengeciğim, küçükken senin kızanlarla beraber Kerimbey Mahallesi’nin altını üstüne getirirdik? Hıdrellez Deresi’nin sığ sularında küçücük çizgili süs balıkları olurdu. Komşu bahçelerde ateş yakıp közde et pişirirlerdi de bütün mahalle güle oynaya yerdik. Tütün zifiri yapışırdı kınalı ellerine. Çocuklar el öpmeye gelince “ağzınız acımıştır” deyip gül lokumu ikram ederdin. Eylül ayı nihayete erdi miydi dalları incir basardı. Nasıl da güzel olurdu üzerinden bal sızan o patlıcan incirleri. Çalı diplerinde dağ tavşanları oynaşırdı. Fasulyeleri yedikleri için kızardın onlara, ama gene de vurmak isteyenlere mani olurdun. Top oynamaktan yorgun düşünce gelirdik yanına, halimize gülüp geçerdin, sonra da bahçende yetişen kıpkırmızı karpuzlardan koyardın önümüze. Çoluk çocuk, karnımız ağrıyıncaya kadar yerdik. Sonra seneler geçti. Önce çocuklar uçup gitti birer birer yuvadan. Kimisi fakülteye, kimisi çalışmaya, kimisi yuva kurmaya… Yakup Abimle baş başa kaldınız Kerimbey Mahallesi’ndeki o şirin evde. Bu arada mahallenin etrafını fabrikalar sarmaya başladı. Sonra gülümseyen yüzler azaldı, komşuluk unutulmaya yüz tuttu. Çocukların cıvıltıları duyulmaz oldu. Akşamları ciğerleri yakan incecik bir fabrika dumanı sardı dört tarafı. Hasta dediler senin için. Alzheimer mi ne… Hafızan zayıflamış, güya unuturmuşsun eskileri. İnanmadım. “Bilerek unutmuş gibi yapıyordur.” dedim. Geçmiş o denli güzel ve bugün o denli çirkin olunca, “hiç anımsamıyormuş gibi” görünmekte bulmuş çareyi diye düşündüm. Neden sonra, “Mürüvvet Yenge hastaneye yatırılmış” diye söyledi komşulardan birisi. On dokuz ay önceydi galiba. Artık konuşamadığını, hatta hareket bile edemediğini söylemişlerdi. Yakup Abi’ye sordum, “sorma be ya!” dedi. Ne mümkün inanmak? Ben seni hayat dolu gülümsemenle bilirim, nasıl yakıştırayım sana öylece yatalak olmayı? Gözlerimle görmesem… Ah görmesem… Keşke görmesem… Hiç görmesem… Şimdiki gençler kendilerini âşık zannediyor ya ona gülüyorum Mürüvvet Yenge… Bir çift güzel göze hapsolunca deli divane olduklarını düşünüyor keratalar. Ben de sonradan öğrendim, asıl olan, hasta yatağının başucunda, sevgilinin aylardır yumuk gözlerini seyretmekmiş oysa. Hastane personelinden fazla hastane köşelerinde bekleyerek aşkının nöbetini tutan Yakup Abiyi görsünler de anlasınlar, neymiş gerçek manada sevmek… Geçen gün “duydun mu, Mürüvvet Yenge vefat eylemiş.” diye söylediklerinde içim cız etti. Kerimbey Mahallesi’ndeki evine geldim, inan bütün mahalle ordaydı. On dokuz ay sonra evine dönmüştün işte… Lakin sessiz, soluksuz ve fersiz… Sen hastanedeyken anladım ki, Kerimbey Mahallesi de senin gibi çok hastaydı yengeciğim. Fabrikalardan çıkan metal gürültüleri, artık sokaklarda yankılanır olmuştu. Derede avladığımız çizgili süs balıkları yok artık. Fasulyeler için de dert etme, zira tavşanlar da nicedir kayıp. Hoş, bir iki sene sonra fasulye ekecek tarla da kalmaz ya… Tütün çoktan sizlere ömür. Karpuz da eskisi gibi değil, fabrikalar yakıyormuş. İncire gelince, bakalım kaç güz daha yiyebileceğiz? Komşuluk mu? Onu hiç sorma Mürüvvet Yenge… Tarlasını bir an evvel fabrikatörlere nasıl satacağını düşünüyor artık ahali… Sen öldün ya hani… Bizim Kerimbey Mahallesi de seninle aynı kadere yürüyor yenge. Ölüm nasıl yakışmıyorsa sana, bizim mahalleye de ırak düşüyor sanırdım. Lakin Cenabı Hakkın buyurduğu gibi; “Her canlı bir gün ölümü tadıyor” işte be yenge…
HABERLER
Az önceHABERLER
Az önceKÖŞE YAZARLARI
3 gün önceKÖŞE YAZARLARI
8 gün önceKÖŞE YAZARLARI
14 gün önce