24 Ekim 2024 Perşembe
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Son günlerde basında ve sosyal medyada eğitimle ilgili en çok konuşulan konular arasında Milli Eğitim Bakanlığının kurduğu Milli Eğitim Akademileri gelmektedir. Gaziantep Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri öğretim üyesi Prof. Dr. Erdal Bay’a son günlerde sosyal medya da önemli gündem maddelerinden biri olan Milli Eğitim akademisi konusunda değerlendirme ve görüşlerini aktardı.
Milli Eğitim Bakanlığı; öğretmen adaylarının mesleki gelişimlerini en üst düzeye çıkarmak amacıyla Milli Eğitim Akademisini kurdu. Öğretmen adayları eğitim fakültesinden ve diğer fakültelerden mezun olduktan sonra KPSS sınavına girecek, başarılı olanlar akademiye alınacak ve dört dönem 550 saatlik bir eğitime alınacaklardır. Öğretmen adayları bu süreçte, eğitim teknolojileri, sınıf yönetimi, pedagojik formasyon, ölçme ve değerlendirme alanları ile ilgili eğitimler alacaklardır. Bu eğitim süreçlerinde yaklaşık 23 bin TL ödeme yapılacaktır. Başarılı olanlar öğretmen olan adaylar sözleşmeli olarak atanacak ve üç yıl sonra kadroya geçme hakkı kazanacaklardır.
Ülkemizde mevcut sistem içerisinde öğretmen olabilmek için iki yöntem bulunmaktadır. Birinci yöntemde öğrenciler YGS sınavı ile eğitim fakültesine giriş yapmakta ve 4 yıllık bir eğitim almaktadırlar. Bu eğitimden sonra KPSS sınavı için hazırlık başlamaktadır. KPSS sınavına hazırlık sürecinde bazı öğretmen adayları yeniden dershanelere gitmektedir. KPSS sınav ve sınav sonrası mülakat vb atanma süreci ortalama en az 2 yıl sürmektedir.
İkinci yöntemde ise farklı fakültelerden mezun olan öğrenciler mezun olduktan sonra (bazıları öğrenim görürken almaya başladılar) herhangi bir eğitim fakültesine “Pedagojik formasyon Sertifikası” almak için başvurmakta, başvuruda fakülte tarafından ilan edilen kontenjan, 80 sayılı çizelgede öğretmen olunabilen alan ve not ortalamaları dikkate alınmaktadır. Adaylar iki dönem ders aldıktan sonra “Sertifika” almakta ve KPSS sürecine başlamaktadırlar.
Bu yeni sistemde öğretmen adayı yeni bir süreç olarak Milli Eğitim Akademisine girmeye çalışacaklardır. Akademiye giriş yaptıktan sonra yaklaşık dört dönem burada eğitim alacaklardır. Bu şekilde en çok üretken oldukları dönemde; 4 yıl lisans, 1-2 yıl KPSS süreci ve tekrar dört dönem akademi eğitimi ile yaklaşık 5-7 yıl arası süreyi öğretmen olmak için kullanacaklardır. Bu yeni süreç vazgeçme maliyetleri açısından ciddi bir şekilde analiz edilmelidir. Gençlerimizin çok uzun bir süre bu şekilde hayatlarına başlangıçlarının ertelenmesinin önüne geçilmelidir.
Öğretmen adaylarının üretken yıllarını bu şekilde geçirmesi yerine, eğitim sürecinin daha kompakt hale getirilmesi ya da eş zamanlı öğretmen yetiştirme modellerinin geliştirilmesi önemlidir.
Öğretmen olmak için eğitim fakültelerinde 4 yıl öğrenim görülmektedir. Daha sonra KPSS sınav süreci başlamaktadır. Bu iki süreçten sonra derslerin benzerini yine gelip akademide alacaksanız denilmesi acaba Bakanlık eğitim fakültelerinde verilen eğitimlere ve KPSS sınavının geçerliliğine güvenmiyor mu sorusunu akla getirmektedir. Neticede eğitim fakülteleri YÖK çatısı altında olsa da Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır. KPSS sınavında adaylar alan bilgisi, genel kültür yetenek ve pedagojik alan ile ilgili sınava tabi tutulmaktadırlar. Tüm bu süreçlere rağmen birde akademide eğitim alacaksın demek dolaylı olarak “4 yıllık bir eğitim alabilirsin. Hazırlanarak KPSS sınavından genel kültür-yetenek, alan bilgisi ve formasyon konularından çıkan sorulara cevaplar vererek başarılı da olabilirsin. Bunlar güzel iyi hoş ama senin daha ileri bir eğitim alman gerekiyor. Çünkü ben bu süreçlerdeki eğitimi yeterli görmüyorum…” anlamına gelebilir.
Eğer gerçekten böyleyse bu durum tüm eğitim fakültelerini derinden yaralayacak bir durumdur.
Bu akademinin kurulması eğitim fakültelerinin yapısını ve işleyişini yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Dört yıl boyunca verdiğimiz eğitim eğer gerçekten yeterli görünmüyorsa bu durumun ciddi manada sorgulanması gerekir.
Biz gerçekten etkili bir eğitim vererek çağın gerektirdiği niteliklere sahip öğretmen adaylarını yetiştiremiyor muyuz? Mezunlarımız sudan çıkmış balık misali öğretmenlik mesleğini göreve başladıktan sonra mı öğreniyorlar? 4 yıllık süreç teorik ve yinelenen içeriklerle mi dolu? yoksa biz gerçekten etkili öğretmenler yetiştiriyoruz ama başka sebeplerden dolayı mı bakanlık böyle bir uygulamaya geçti? sorularının eğitim fakültesi akademisyenleri, yöneticileri ve diğer paydaşlar tarafından iyice sorgulanması gerekmektedir.
Tarihimize baktığımızda öğretmen yetiştiren kurumlara giriş standartlarının ve usullerinin olduğunu görürüz. Ama günümüzde eğitim fakültelerine girişte tek standart ÖSYM sınavından alınan puandır. Bir diğer sorun ise eğitim fakültelerinin çıktıları ile bakanlığın beklediği çıktıların aynı olmamasıdır. Üniversitelerde yetiştirdiğiniz bir mühendis organize sanayi de işe başladığında bir makine ya da cihazı kullanmayı ya da yenilikçi uygulamaları bilmezse başarılı olamaz. Bir öğretmen adayından beklenen çıktılar net olmalıdır. Mesleğe başladığında sahip olması gereken özellikler neyse bunlar eğitim süreçlerinde kazandırılmalıdır. Yine her mesleğin giriş standartları olması gerektiği gibi öğretmenlik mesleğine giriş standartları olmalıdır.
Bu akademinin bir diğer amacı, ülkemizin öğretmen yetiştirmede yıllardır en büyük sorunlarından biri olan pedagojik formasyon (bazılarına göre deformasyon) eğitimini ortadan kaldırmasıdır. Eğitim fakültesi dışında diğer fakülte ve bölümlerden mezun olan ve öğretmen olmak isteyen adayların belirli bir merkezde daha etkili eğitimler alması sürece katkı sağlayabilecektir.
Bakanlığın bu girişimi, birçok öğretmen adayını umutlandırmıştır. Yüzbinlerce atama bekleyen, PİKTES, ücretli öğretmenlik, usta öğretici gibi konumlarda bekleyen öğretmenlerimiz ve adaylarımız var. Karar vericilerimiz yeni bir milli eğitim hamlesiyle bekleyenlerin PİKTES öğretmenleri başta olmak üzere büyük çoğunluğunu istihdam etmeli ve bu sorunu ortadan kaldırmalıdır. Daha sonra istihdam edeceği kadar kişiyi bu sisteme almalıdır. Kalıcı bir istihdam politikası çok önemlidir. Aksi takdirde her yıl öğretmen olmak isteyen öğretmen adayı sayısı daha da artacak, ataması olmayan herkes umutlandıkları noktada gecikmişte olsa hayal kırıklığına uğrayacakladır.
Ülkemizde çok sayıda eğitim fakültesi var. Bazı fakültelerde çok az sayıda akademisyen bulunmaktadır. Gaziantep Üniversitesinin üç tane eğitim fakültesi bulunmaktadır. Tüm eğitim fakültelerinde aynı kalitede eğitim verilebildiğini söylemek mümkün değildir. Bu fakültelerin kümelenmesi gereklidir.
Yine üniversitelerin yapısı ile eğitim fakültelerinin yapısı aynı değildir. Bazı ülkede yabancı diller üniversitesi, turizm üniversiteleri kümelenmiş üniversiteler bulunmaktadır. Ülkemizde de Güzel sanatlar, Sağlık, Milli Savunma Üniversiteleri açılmıştır. Bunlara benzer yapıda Milli Eğitim Üniversitesi ya da Enstitüsü açılması öğretmen yetiştirme sorunumuza önemli çözüm getirecektir. Köy enstitüleri modelinde olduğu gibi belirli merkezlerde açılacak birimlerle, teori ve pratiğin harmanlandığı eğitim uygulamaları ile daha nitelikli öğretmen yetiştirilebilir.
Ülkemizin en önemli sorunlarından biri eğitim ve nitelikli insan yetiştirememe sorunudur. Savunmadan sonra en büyük bütçeyi ayırdığımız eğitim alanında iyi düşünülmeden, planlanmadan yapısal kararlar alınmamalıdır. Her yapısal karar bir neslin yok edilmesine neden olabilir. Eğitim sistemleri bir ülkenin dolaşım sistemi gibidir. Bu sistemin en önemli öğesi ise öğretmendir. İyi bir öğretmen yetiştiremezsek amaçlarımıza ulaşamayız. Bu nedenle öğretmen yetiştirme politikamız (varsa) yeniden ve katılımcı bir anlayışla gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, bu tür adımlar eğitim kalitemizi artırmak için düşünülmüştür. Sorunlar, uygulamaya yönelik kafa karıştıran soruların netleştirilmesi ve ortak katılımla her sorun çözülebilir.
Mevsimlerden sonbahar.
Kızılderili kabilesinin şefi ölünce yerine öğrenim görmüş oğlu geçer.
Kabiledekiler kış hazırlıkları hakkında bilgi almak için şefe gelirler.
“Bu kış nasıl geçecek*” diye sorarlar.
Kabile reisi de konuyla ilgili fikri olmasa da,
karizmayı çizdirmemek, daha ilk işte bir şey bilmiyor dedirtmemek için,
“Bu kış çok sert geçecek” der.
Kabile reisi bilime inanan bir insan,
bilgi almak için bir süre sonra meteoroloji müdürlüğünü arar.
“Bu kış nasıl geçecek?” diye sorar.
Telefondaki yetkili “Bu kış çok sert geçecek” der.
Kabile reisi bunun üzerine kabileyi toplar ve
“Bu kış çok sert geçecek” der.
Kızılderililer bunun üzerine daha fazla kış hazırlığı yapmaya başlarlar.
Kabile reisi birkaç hafta sonra meteoroloji müdürlüğünü tekrar arar.
Yetkiliye sorar: Bu kış nasıl geçecek?
Yetkili: “Bu kış en sert kış olacak.” der.
Kabile reisi merak eder sorar.
“Neden bu kadar eminsiniz?”
Telefondaki yetkili;
“Çünkü Kızılderililer deli gibi odun topluyor” der…
Kış çok sert geçecek… neden? Kızılderililer odun topluyor…
***
Petitio Principii
Latince..
Kanıtlanması gereken şeyi öncül olarak kabul etme.
döngüsel nedensellikten kaynaklı “Safsata”
Bu kış sert geçecek? Neden? Meteoroloji öyle söylüyor.
Bu kış sert geçecek? Neden? Kızılderililer deli gibi odun topluyor…
Döngüsel nedensellik hatası ve safsatalar.
Bazen sebebin sonuç, sonucunda sebeple iç içe geçmesinden kaynaklıdır.
X doğrudur. X doğru olduğunun kanıtı nedir? Çünkü X doğrudur.
İncil Tanrının yazdığı kitaptır.
Tanrının yazdığı kitap yanlış olamaz.
İncil’de yazdığına göre İncil kesinlikle doğrudur.
Öyleyse İncil kesinlikle doğrudur…
İncilin kesinlikle doğru olduğunu yine İncil’in kendisiyle kanıtlamaya çalışmak.
Ev nerede bisikletin karşısında; bisiklet nerde evin karşısında…
Eşdeğerlik döngüsel nedensellik hatası.
Önerme ve sonuç aynı iddiayı ifade eder.
Önerme ve argümanın ulaştığı sonuç aynı fikri savunur.
Örneğin: Müzik, filmden daha üstün bir sanattır. Bir araya getirilmiş sesler bir araya getirilmiş görüntülerden daha iyidir.
Bağımlılıktan kaynaklı döngüsel nedensellik hatası…
Sonuç ve önerme birbirine bağımlıdır
Benim terazim doğrudur. Neden? Benim kilom 90 Kg’dır.
Beni doğru tartıyorsa doğrudur.
Tartım ve ağırlığım birbirine bağlı…
Bu örneklerdeki asıl sorun döngüsel nedensellik değildir.
Bu döngüyü doğrulama kaynağının olmaması veya yanlış doğrulama kaynağının olmasıdır.
Terazimin güvenilir olup olmadığı başka yöntemlerle doğrulansa sorun olmayacaktır.
Döngüsel nedensellik… mantıksal hatalar zinciri ve safsatalar.
***
Safsatalar.
Döngüsel nedenselliğin doğru kullanılmamasından kaynaklı yanlışlar…
Mantık bizlere düşünceyi doğru yönetmemizi yardımcı olur.
Düşünceyi doğru edinemezsek veya doğru düşüncelere sahip olamazsak bir yere varamayız.
Ama mantıksal kurgu bazen bizi yanıltabilir…
Bazen dilin kullanımından kaynaklı safsatalar olur.
Kulaktan kulağa gibi…
Anlamlar başka şekillerde yorumlanır.
Siz başka şey söylerseniz ama karşınıza başka şekilde çıkar.
Çünkü onu sizden dinleyen kişi kendi döngüsel nedenselliği içerisinde anlamlandırmaya çalışmıştır.
Bazen de ispatımızın kendisinden hataya düşebiliriz.
Ben böyle biliyorum. Neden? Çünkü X’den duydum. X ne kadar doğru ve güvenilirdir? X hep güvenilirdir.
Safsata, hayatımızın her anında yanı başımızda…
***
Bir gün eğitim tarihi dersinde öğretmen:
En iyi bildiğiniz iki soruyu yazarak cevaplandırınız der.
Öğrencinin biri yazar.
Soru 1: İlk Milli Eğitim Bakanımız kimdir? Cevap: Hasan Ali Yücel
Soru 2: Hasan Ali Yücel kimdir? Cevap: İlk Milli Eğitim Bakanımız…
Kurguya göre bilgiler doğru mu? Evet. Ama ilk önerme ve cevap yanlış olursa döngü yanlış başlar ve sonsuza kadar yanlış döner gider.
Bu arada, rahmetli Hasan Ali Yücel kendine ait kitabının ilk cümlesine şöyle başlar:
“Ne kadar benzemezmişim bana ben…”
Kendisini milletine adamış Hasan Ali Yücel’i bazıları yanlış döngüsel nedensellik içerisinde öyle tanımlamışlardır ki, bu duruma kendisi de çok üzülmüş ve bu cümleyi yazmıştır.
İnsan kendi hayatında bunu çok yaşar.
Kendisi ile ilgili doğruları, gerçekliği bilmeyenler başkalarının gerçekliği hakkında çok kesinmiş gibi savlarda bulunurlar.
Ve o insanları üzerler….
Safsatalardan uzak durmalı, insanların hayatlarının anlamlarına zarar vermemeliyiz.
***
Güncel safsatalar…
Gündem: Üniversiteler ve rektörlük atamaları..
Bir üniversite iyiyse tüm bölümleri iyi midir? Veya
Bir üniversite kötüyse tüm bölümleri kötü müdür?
Üniversite çok kötü durumda?
Neden? sürekli haberlerde çıkıyor?
Sürekli haber çıkması üniversitenin çok kötü olduğunun göstergesi midir?
Rektör tekrar atanmayacak? Neden? Şu şöyle demiş.
Rektör şu olacak? Neden? arkasında şu varmış.
Bu döngü devam eder gider.
Gündem: 30 Agustos Zafer bayramı ve Atatürk.
Yer Gaziantep. Camide tartışma.
Atatürk “kafir”.
Neden? Çünkü şunu yaptı, şunu dedi. Nerden biliyorsun? Çünkü şu şunu dedi…
Halbuki; tarihi iyi araştırsa ve gerçek bilim insanlarını dinlese;Atatürk ve silah arkadaşlarının o camide namaz kılabilmemizi sağlayabilmek için neler yaptıklarını,
30 Agustos Zafer bayramının anlamını ve nasıl bugünlere geldiğimizi öğrenecektir.
Bu vesileyle, Zafer Bayramımızı kutluyor; Atatürk başta olmak üzere tüm silah arkadaşlarını rahmetle yad ediyoruz.
***
Gaziantep’te güzel bir söz vardır.
“Arastada kendi söyler; kale altında kendi inanır”
Ez cümle;
Tanrım kendi söylediğine kendi inanan safsatacılardan eylemesin.
Amin…
MÖ 1000’li yıllar
Mezopotamya ile Akdeniz arasında geçitler üzerinde yer alan bu coğrafya,
tarih boyunca göç yolu oldu.
Hitit, Luvi birçok kavimler yaşadı.
Çok göç aldı.
Güney Suriye çöllerinde yaşayan göçebe Sami-Aramiler
MÖ 1000’lerde kuzeye doğru yayılmaya başlayarak bu coğrafyaya geldi.
Sami-Arabiler kaynaklara göre kaynaşma yaşamadılar.
Coğrafya bir kaderdi ve bu coğrafyanın kaderinde “göç almak” hep vardı.
**
1900’lü yıllar
Sultan Abdülhamit Han dönemi..
Amerika’daki Türk Büyükelçisinden mektup gelir.
Mektupta genç subaylar isimli bir oluşum olduğu,
Bunların Halep-Şam hattında yeni bir devlet kurulması için hazırlıklar yaptığı,
Hatta bayraklarının olduğu belirtilir.
Bazılarına göre mektupta tarif edilen bayrak
küçük bir değişiklik olsa iç savaş sırasında bir anda ortaya çıkan bayraktır.
Oyun yüzyıl öncesinden yazılmıştır…
Oyunun aktörleri çoktur ve güçlüdür.
Coğrafya kaderdi ve bu kader ihanet, hainlik, gözyaşı ve kanla yoğrulmuştur…
***
Yıl 2011
Yer Suriye,
Yüzyıllar önce hazırlanan senaryo “Arap Baharı” adıyla faaliyete geçirildi.
Milyonlarca Suriyeli iç savaştan kaçarak göç etmeye başladı.
Coğrafya kaderdi ve bu kadere göre,
Göç için yine en uygun yer bu coğrafyaydı…
Suriye’den gelenler
Bazılarına göre mülteci, geçici sığınmacı, muhacirdi.
Biz de ensardık…
Suriyeliler geldi
İskan politikası olmadan,
Kervan yolda dizilir politikasıyla yıllar geçti.
Siyasiler kendi bakış açılarıyla soruna farklı baktı.
Bu süreçte, nitelikli olanlar ilk zamanlar başka ülkelere götürüldü.
Ticari anlamda, Ermenilerin geçmiş dönemde şehirdeki ticari hayatı ellerine almaları gibi Suriye’den gelenlerde önemli aktör olmaya başladı.
İşyerleri açmaya başladı.
Hatta Kilis ilinde ilk holding Suriyeli iş insanı tarafından açıldı.
Suriyeliler iş gücü açısından önemli bir kaynak oldu.
Tarlada, inşaatta birçok sektörde ilk başlarda ucuz iş gücü olarak çalıştırıldı.
Kendisi sıva ustası olan bir usta işi alıp çok düşük fiyata Suriyeli işçi çalıştırarak emek vermeden para kazanabiliyordu.
Hatta bazıları “muhacir” kardeşine yardım adı altında evini işyerini kat kat fazlasına kiraya verdi.
Suriyelilerin eğitimi de önemsendi.
Kayıp nesil kazanılmış nesile dönüştürüldü.
Okullar açıldı, Türk okullarında öğrenimlerine devam ettiler.
Bazı okullarda Suriyeli öğrenci oranı Türk öğrenci oranını geçti.
Üniversitelerde istedikleri bölümlere sınavsız kayıt edildiler.
Bazıları doktor oldu…
Sağlık imkanlarından çok iyi şekilde ayrıcalıklı olarak yararlanmaları sağlandı.
Suriyeliler misafirlikten çok öte ağırlandılar..
Coğrafyanın karakterinde vardı mazluma sahip çıkmak…
**
Yıllarca Suriyeliler sorunu tartışıldı.
Bazıları;
Ev sahipliğinin bittiğini gitmeleri gerektiğini söyledi.
Hicret dönemindeki göç ile bu göçün aynı anlamı taşımadığını,
Bu nedenle Hicretle anlamlı “Ensar” kavramının anlamının tüketilmemesi gerektiğini söyledi.
Suriyelilerin sınavsız üniversitelere kabul edilmesinin bizim çocuklara haksızlık olduğunu iddia etti.
Türk askeri Suriye’de onların haklarını korumak için şehit olurken onların tatil yörelerinde nargile içerek keyif çatmalarının doğru olmadığını düşündü.
Sağlıkta Türk vatandaşlarından daha çok ilgi gösterildiği ifade edildi.
Doğurganlık oranın 5.3 çocuk olduğu,
İlerleyen yıllarda Suriyeli Arap nüfusun Türk nüfusu geçeceği iddia edildi.
Bunun ülkenin istilası olduğu vurgulandı.
Hatta Kilis ilinde bir ara Suriyeli nüfusu şehrin yerli nüfusunun üzerine çıkmıştı.
Çözüm için Atatürk’ün iskan politikası uygulanmalıydı.
Ana dili Türkçe olmayanlar müstakil mahalle kurmamalı, istedikleri yere yerleşememeli, bir yerdeki nüfusu %10 geçememeliydi.
Bazıları da;
Suriyelilerin kalması gerektiğini,
Bizim ensar olduğumuzu,
“Ümmet” açısından yaklaşmamız gerektiğini söyledi.
Arap düşmanlığı yapılmaması, Arapların yanlışları olsa da tarihte bizlerin yanında olduklarını ifade ettiler.
Bazıları Suriyeliler gidecekse o zaman 100 yıl önce gelen Selanikliler gitsin diyerek olayı Atatürk’e getirenler oldu.
Bu çok kışkırtıcı ve haksız bir söylemdi
Selanik’ten gelenler sığınmacı değil değil kendi öz vatanlarına gelmişti…
Bazılarına göre Suriyeliler gitmeli bazılarına göre gitmemeliydi.
**
1870-90’lı yıllar
Yer Antep
Halep’e bağlı
Yaklaşık 80 bin nüfuslu
Canlı ve o dönem temizliği ile dikkat çeken,
Ermeni, Yahudi Hristiyanların yaşadığı çok önemli bir şehir.
Ticari hayat genellikle Türkçe konuşan Ermenilerin elinde…
Bu dönemde provokatörler devreye girer.
Ermeniler olaylar çıkarmaya başlarlar.
Ermeni bayrağı çekerler.
İnsanlara saldırmaya başlarlar.
Beşikteki bebeğe bile kıyarlar.
Antepliler bu olaya balta ve kürekle müdahale de bulunurlar.
Bu tarihte “Balta Harbi” olarak anılır.
Osmanlı askerinin müdahalesiyle isyan bastırılır.
Ermeniler bir kısmı Antep’i terk eder.
Karakollar yapılır, Başkarakol yapılma hikayesi de budur.
1915’e kadar sukut sağlanmıştır.
Bu Ermeniler 1918’de İngilizlerle tekrar şehre gelirler.
Hainliklerine kaldıkları yerden devam ederler.
Coğrafyanın kaderinde vardır hain beslemek ve hainlerle mücadele etmek…
**
2024 yılı
Terör örgütlerin güçlerini artırdıkları,
Devletimizin Suriye ile ilişkilerin düzelmesi için adımlar attığı,
Yeni bir sınır kapısının açıldığı.
Suriyeli misafirlere yönelik romantik değil rasyonel adımların atılmasına karar verildiği bir dönemde,
Türkiye’ye karşıtı güçler tarafından düğmeye basıldı.
Provokatörler devreye girdi.
Bir olay sonucunda Kayseri halkı sokağa indi.
Suriyelilere ait işyerleri ve araçlara zarar verildi.
Halbuki bizim kültürümüzde, töremizde savunmasız kişiye topluca saldırmak doğru değildi.
Suriye tarafında ise Türk vatandaşlarına saldırılar yapıldı ve bayrağımıza zarar verildi.
Bu olaylar diğer iller yanı sıra Gaziantep’e yansıdı.
Aslında Kayseri’de provası yapıldı ama asıl hedef Gaziantep’ti.
Yıllardır aldığı iç göç ve vahşi büyümeyle kültürel kodlarını kaybetmeye yaşayan,
Yaşanabilir kent olma noktasından uzaklaşmaya başlayan
kentin bu duruma düşmesinin suçlularının arandığı dönemde
Gaziantep şehrinde de olaylar başladı.
İstenen yeni bir balta harbiydi
Ama şehri yöneten devlet adamları vardı.
Devlet aklıyla hareket eden Kemal Çeber valisi vardı.
Kilisin Tahir Şahin valisi vardı.
Bu devlet adamları bu coğrafyada
yeni bir Balta harbi yaşanmasına engel oldular
Balta harbi yaşanmadı ama coğrafyanın kaderinde hainlerle mücadele etmek.
**
Araştırmalar göçle gelenlerin çoğunluğunun geri dönmediğini ortaya koymaktadır.
Zorla gönderilmeye kalkılsa bile uzun yıllar sürecektir.
Dönüşlerini teşvik edici projeler ile bu süreci hızlandırmak doğru bir çözüm olabilir.
Bu durumda devletimize güvenmemiz gerekmektedir.
Ama;
Yıllarca en iyi şekilde ev sahipliği yaptığımız misafirleri,
Kışkırtmalarla bizlere düşman değil dost olarak göndermeliyiz.
Aksi takdirse PKK ile uğraştığımız gibi
Uzun yıllar en uzun sınırımız olan Suriye’de bizden giden,
kendi elimizle yarattığımız yeni düşmanlarla mücadele ederek enerjimizi tüketebiliriz
Ez cümle,
Zor bir coğrafyada yaşıyoruz ve bu coğrafyanın kaderini değiştirmemiz,
Defalarca yara alan Gazi olan bu şehrin tekrar yara almasına izin vermememiz gerekmektedir.
Bir gün ormanda;
hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verdiler.
Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu.
Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istedi.
Kuş, uçmanın dahil olmasını, balık yüzmenin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söyledi.
Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.
Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu.
Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı.
Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabii, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi.
Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C’ ye düşmüştü. O’ da ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu.
Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekalı yılan balığı oldu.
Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. (Oslo Sezgi kitabı)
Programlar birilerinin mutlu olması için hazırlanıyordu!!
Yıl 1924
Türkiye Cumhuriyetinde;
Milli mücadele sonrası en önemli önceliğin eğitim olduğunu bilenler,
3 Mart 1924’te Tevhid_i Tedrisat ilan ettiler.
Daha sonra yine 1924 yılında “İlk mektepler Müfredat Programı”nı hazırladılar.
Sonra yine birileri toplandı,
1926, 1936, 1948, 1983, 1990, 1998 ve 2005 yıllarında programları değiştirdiler.
bazı dönemlerde hazırlanan programlar sanki öğrenciler bir şey öğrenmesin diye hazırlanmıştı…
Vertikal değil horizontal eğitim anlayışına sahip ülkemde,
Her bakan değişiminde bakanlar bir önceki bakanın yaptıklarını kaldırdı.
1923 yılından 2024’e kadar 101 yıllık süreçte 69 bakan değiştirenler (ortalama bakan ömrü 1,2 yıl);
programları da sürekli değiştirdi, değiştirdi…
Programlar geliştirilmedi, değiştirildi.
Çünkü programlar politikacılar için entelektüel bir savaş alanıydı.
Yıl 2024
Toplumsal değişimin en hızlı olduğu,
Toplum 5.0’ın gündemde olduğu
Yapay zeka vb yıkıcı yeniliklerin eğitimi alt üst ettiği bir dönemde,
Adı “Milli” olup yıllarca milli olmayan uygulamalar yapan,
Milli Eğitim Bakanlığı programları değiştireceğiz,
programda çok kazanım var, “seyrelteceğiz”,
programları beceri temelli yapacağız dedi.
Gerçekten de dünya üzerinde en çok kazanım bizim programlarda yer almaktaydı.
Ve emeli(amacı) çok olanın elemi de çok olurdu.
Öğretmenler, öğrenciler sayısız kazanımları kazanmama noktasına gelmişlerdi.
Yıllarca ayaklı ansiklopedi yetiştirildi.
Ezberci, yaşam becerilerinden yoksun nesiller yetiştirildi.
Konu merkezli yaklaşımın çıktılarının çoktan seçmeli testlerle ölçüldüğü süreçte birçok nesil heba edildi.
Çoktan seçmeli testleri geliştiren kişi bile artık bu testlerin kullanılamayacak düzeyde ilkel olduğunu belirttiği halde nesillerin gelecekleri bu testlerdeki başarılarıyla ölçüldü.
PISA vb sınavlarda başarısız olmamızın sebepleri arasında bu yok muydu?
Konu merkezli programdan beceri temelli programa geçiş olması gerekendi.
Artık bir şeyler yapma zamanı gelmişti…
Programlar güncellenmeliydi…
Devlet ideolojisi dışında politize olmayan program…
Program güncellemesi için gerçekçi ihtiyaç analizi yapıldı!!
Bakanlığa göre 10 yıl uzun soluklu bir ihtiyaç analizi raporu hazırlandı…
Yayınlanmayan, içeriği bilinmeyen bu ihtiyaç analizine göre program geliştirme süreci başlatıldı.
Program geliştirmek için program değerlendirme yapmak gerekirdi.
Etkili program değerlendirme çalışmaları yapıldı!!
Bu süreçte, alandan uzmanlar davet edildi.
Cemaat, tarikat veya ideolojik temsilcileri davet edilmedi.
Eğitim sistemimizdeki en önemli sorunlardan biri farklı ideolojilerin savaş alanına dönmesi olmuştu.
Ülkenin geleceği için bu programın,
devletin kendi resmi ideolojisi dışındaki, tüm görüşlerden, çatışma ortamından uzak kalması gerekirdi.
John Dewey’in “Benim hayalimi gerçekleştirmişler” dediği ilk milli modellerimizden olan Köy Enstitülerinin politize olması sonucunda kapatılması gibi tecrübelerimiz vardı.
Programlar politize olmamalıydı.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli
Yeni programların adına “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” denildi.
Bazılarına göre bu ideolojik bir başlıktı…
Bazılarına göre Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. Yılında bu sisteme karşı olumsuz bir görüşün içten yansımasıydı.
Türkiye yüzyılı, Türk asrı dediğimiz,
Savunma sanayindeki her yenilikçi teknolojimize Türkçe isimler bulurken,
Savunma sanayinden eğitime her alanda millileşmeden bahsederken,
Arapça kökenli bir kavram neden tercih edilmişti?
Bunun yerine daha güzel kavramlar bulunamaz mıydı?
Model demek tüm unsurları ile sistemsel değişikliği de ifade etmez mi?
Maarif modeli demek yapılanları yansıtan bir kavram mıydı?
Ayrıca yapılan sadece programların güncellenmesi değil miydi?
Retorik olmayan ortak metin…
Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin herkesin anlayacağı dilde ifade edilmesi gerekirdi.
Birileri bunun için ortak metin hazırladı.
İlk defa bir program metninde açık açık felsefe yer aldı.
İlk defa ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji kavramlarından bahsedildi.
Ama maalesef ortak metni hazırlayanlar bu başlıklardan sanki bihaberdi.
Ontoloji Niçin? demekti.
Ama bu metinde Niçin? sorusunun cevabı var yoktu.
Yetiştirilmek istenen insan tipi yoktu.
Yetkin ve erdemli insan ne demekti?
Günümüz paradigmasında bunun karşılığı neydi?
Programın paradigması, felsefesi kuramsal dayanağı neydi?
Üzücü olan “Türkiye yüzyılı Maarif modelinde” Cumhuriyet, Atatürk, neden yoktu?
Programın ortak metni ile programın esas temeli arasında uçurumlar vardı.
Emek verilerek hazırlanan programların retorik yani kendini ifade etme kısmı çok kötü değil miydi?
İyi, kötü, güzel çirkin
Öğrenme çıktılarının beceri temelli hazırlanması güzeldi.
Sınıflarda akranlarına nazaran ileri düzeyde veya geride kalmış öğrenciler için “farklılaşma” adı altında alternatiflerin sunulması çok gerekliydi.
Okul temelli planlama harika düşünülmüştü. Bu uygulama resmi program ile uygulanan program arasındaki boşlukları azaltacaktı.
Öğrenme yaşantıları da detaylıydı. Bu hem avantaj hem dezavantaj olabilirdi. Öğretmen için yeni süreçte programı nasıl uygulayacağı konusunda muğlaklık ortadan kalkabilirdi. Ama tam tersi, öğretmen belirtilen öğrenme yaşantılarını yeterli görerek onun dışına çıkmayabilirdi.
Bu durumda öğretmen esnekliği ortadan kalkabilirdi.
Disiplinler arası ilişkilendirme ilk defa daha somutlaştırılmıştı. Ama uygulama süreci daha önemliydi.
Programların güzelliklerinden biri ölçme değerlendirmeydi.
İlk defa ölçme değerlendirmenin önem ve gerekliliğine inanıldığının somut göstergeleri vardı.
Ölçme ve değerlendirme sürecinin öğrenme kanıtları üzerinden kurgulanması ve süreç temelli olması önemliydi.
Test sonuçlarına odaklanıldığı sonuç odaklı ölçme-değerlendirme yerine süreç temelli öğrenme yaklaşımı önemliydi.
Öğrenmelerin değerlendirilmesi değil öğrenme için değerlendirme yapılması önemliydi.
Programlar ilk defa olması gerektiği gibi olmaya başlamıştı.
Ama;
“Aklı selim kalbi selim” gibi tanımlamaların özü neydi?
Bu tür içeriklerin programdaki beceriler ile ilişkisi nasıl açıklanacaktı?
Alan becerilerin, kavramsal becerilerin ve diğer becerilerin teorik dayanağı ve bilimsel çerçevesi neden belirtilmemişti?
Programda değerler güzel ama karakter eğitimi daha da güzel olabilirdi.
Her ne olursa olsun “yaşamak için öğrenmek” gerekliydi.
Programlar bu nedenle beceri temelliydi…
Programla ilgili geribildirimler alındı!!
10 yıllık ihtiyaç analizi sonucunda hazırlandığı belirtilen programlar için,
10 gün içinde görüş ve öneriler istendi.
Taslağa 67 bin 284 görüş ve öneri iletildi.
MEB’e göre öğretmenlerden 38 bin 865
sivil toplum kuruluşları, eğitim platformları ile eğitimin diğer paydaşlarından 28 bin 419 görüş ve öneri geldi.
Ama bu görüşler alındıktan 16 gün sonra yeni model kabul edildi.
Görüş ve öneriler dikkate alındı mı?
Dikkate alındıysa bu kadar kısa sürede bu kadar görüş ve öneri nasıl incelendi ve programda nasıl düzeltmeler yapıldı?
Yoksa bu sadece görüş aldık demek için mi yapıldı??
Artık uygulama zamanı
Programların okulöncesi, ilkokul 1. sınıf, ortaokul 5. sınıf ve lise 9. sınıftan başlamak üzere kademeli şekilde uygulanması kararlaştırıldı.
Öğretmenlerin eğitimi aşamasına geçildi.
Programı uygulayacak olan öğretmenlerin program okuryazarı olmaları çok önemliydi.
Ama pilot uygulamalar yapılmadı.
Halbuki eğitimle ilgili alınan bir yanlış kararın etkilerinin uzun yıllar sonra çıkacağı bilinen bir şeydi.
Pilot uygulamalar yapılmadan ülke genelinde başlanacak olması gerçekten çok riskliydi…
Hata olursa bunun hesabı kime sorulacaktı?
Gerçi şimdiye kadar kime soruldu ki?
Programlar sistemsel bütünlük içinde başarılı olur.
Değişim gereklidir.
Değişim süreçlerinin ana lokomotifi eğitimdir.
Eğitim sistemlerinin ana unsuru programlardır.
Yıllarca program yerine müfredat denilerek olayın özünün anlaşılmadığı hep ortadaydı.
Programların bilimsel temelli olarak geliştirilmesi önemliydi.
Ülkemizde bu konuda adımlar atıldı.
Eleştiri ve değerlendirmeler olacak mı?
Evet mutlaka olmalıdır.
Ama bazı eleştiriler özellikle beceri geliştirme aşamasında uzun bir süredir emek harcayan bilim insanlarını üzmemelidir.
Eğitimle ilgili alınan kararların tüm paydaşlar tarafından kabul edilmemesi halinde başarıya ulaşamayacağı,
Açıktan olmasa bile pasif direnişe geçmelerinin programların etkisini azaltacağı unutulmamalıdır.
Ez cümle
1924 programları en az uygulamada kalan program olarak tarihe geçmişken,
2024 programı da yapılan yanlışlarla umarım en kısa süreli program olarak tarihe geçmez.
Programla yetişecek yeni nesiller ülkemize, insanlığa dünyanın her yerindeki zulme dur diyecek bireyler olarak yetişirler.
Programda emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Korkma!!!
Yıl 2023
Yer Gazze
Gazze de bir çocuk sakin sakin;
“Gazze ile iletişimin kesildiği doğrudur.
Ambulanslar ve sivil savunma ekipleri ile iletişimin kesildiği de doğrudur.
Bütün dünya ile iletişimin kesildiği de doğrudur.
Ama Alemlerin rabbiyle iletişimimiz kesilmedi” dedi…
Gazze’de çocuğun yüzünde korku yoktu.
Ağır yaralı olan küçük kardeşine Kelimeyi şehadet getirtmeye çalışan çocuğun da,
Cesetler arasında babasını arayan çocuğun da
Ve ölen bebeğinde,
yüzünde korku yoktu.
Kaybedecek bir şeyleri de artık yoktu.
Gazze’de çocuklar korkmuyordu….
Gazze’de
Hastaneler bombalandı.
Okullar bombalandı.
Öğrencilerin tümü öldüğü için okullar dönem bitmeden kapandı.
Bebekler emzik yerine kurşunla, bombayla tanıştı.
Babalar çocuklarının parçalarını elleriyle topladı.
Dünyanın en zalim milleti,
dünyanın gözü önünde tarihin en acımasız eylemlerine devam etti.
Tüm olanlar karşısında
Türkiye korkmadı…
Latin ülkeleri gibi az sayıda ülke korkmadı.
Ama
Tüm dünya halkı sokaklara dökülürken,
Müslümanların ilk kıblesi
Kudüs’te bunlar yaşanırken,
Arap ülkeleri korktu.
İnsan hakları savunucuları korktu.
Korktu herkes…
Ben haksızlık karşısında durmazsam benden sonra kimse duramaz diyen
Hz. Hüseyin korkmuyordu.
Derisi yüzülen Türk edebiyatı şairi Aşık Seyyid Nesimi korkmuyordu.
Ve “ben cihana sığmazam” diyordu.
Düşman gemilerini görünce geldikleri gibi giderler diyen
Rahmetle andığımız Atatürk korkmuyordu.
doğu Türkistan’da yok edilen çocuklarda korkmuyordu…
Gazze’de çocuklar da korkmuyordu
Sadece kırgınlardı, üzgünlerdi.
Biliyorlardı “Hasbinallahu ve nimel vekil” cümlesinin anlamını
Bunu bilen, Allaha güvenen hiçbir şeyden korkmazdı…
Ve çocukların gözlerinden Aliya İzzetbegoviç’in şu sözleri okunuyordu:
“her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.
***
Korku…
İnsan korkar.
Belki de korku üzerine kuruludur hayatı.
Korku ayrı korkaklık ayrıdır.
Bazıları Allah’tan korkar
Ölümden korkar
Öte dünyadan korkar
Cehennemden korkar
Bazıları kul hakkı yemekten
Bazıları inandığı gibi yaşamayıp yaşadığına inanmaya başlamaktan korkar
Bazen kötülüğün
William Shakespeare dediği gibi,
insanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkar
Sevilmekten korkar, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkar, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkar, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkar, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkar, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkar, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkar aslında yaşamayı bilmediği için.
Korkar insan….
İnsan bazen de başarısız olmaktan korkar.
Kaybetmekten korkar.
Başarısız olduğu takdirde gerçekleştiremeyeceği hayallerinden korkar.
Bu nedenle başarısız olma lüksü yoktur.
Hep başarılı olmak zorundadır.
Başarısızlıktan korkmak zorundadır.
Bu anlamda korku bazen iyidir.
Korkunun içinde umut vardır.
Umutlarımızın gerçekleşmesi için korkmamız gerekir belki de.
Ülke olarak da başarısız olmaktan korkmalıyız.
Birbirimizi daha çok severek, kenetlenmezsek
Eskisinden daha çok çalışarak başarılı olmazsak
Kaybedeceğimizi bilmeli, anlamalıyız.
Başarısız olmak durumumuz yoktur.
Korkmaz ve başarısız olursak çocuklarımız korkabilir…
Korku…
Biz nasıl korku içindeyiz
Birisini sevince onu kaybetmekten mi?
Sevdiğimizi kaybedince acı çekmekten mi korkuyoruz?
Kırılmaktan mı korkuyoruz?
yoksa tekrar kırılmaktan mı korkuyoruz?
Alışmaktan mı korkuyoruz?
Cenap Şahabettin’in dediği gibi sevdiğimizden mi korkuyoruz ?
Yoksa korktuğumuzu mu seviyoruz?
Yapıyorsak korkmuyor ya da korktuğumuz için yapmıyor muyuz?
Korkuyor mu korkak mıyız?
Ölümden mi korkuyoruz yoksa korktuğumuz için binlerce kez ölüyormuyuz?
Hep tek başımıza olduğumuz için kimsenin yokluğundan korkmuyor muyuz?
Başarısız olmaktan mı korkuyoruz?
Korktuğumuz için hayatı hep dışarıdan mı izliyoruz?
Yoksa korkmuyor korkuyor gibi mi görünüyoruz?
Biz korkak mıyız?
Yoksa korkulacak olan korkunun kendisi mi?
Ez Cümle,
Yol arkadaşı Allah olanlardan, korkusuzlardan eylesin…
Not: Aşık Nesimi’nin Mezarı Gaziantep Aktoprak köyündedir.