24 Nisan 2014 Perşembe
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Tarihsel süreçte, Roma, İran ve Bizans hâkimiyetlerinde yaşayan Ermeniler, Oğuz Türkleri’nin Anadolu’da ki siyasi adı olan Selçuklu himayesinde daha önce ki sıkıntılı yaşamlarından kurtulmuş ve hayat seviyeleri Selçuklu sonrası Osmanlı yönetimi ile zirveye taşınmıştır. Uzun yüzyıllar boyunca, Osmanlı himayesin de, askerlik ve ağır vergi zorunluluğundan muaf olarak yaşayan, devletin en üst kademelerine kadar görev alarak çıkan ve verdikleri hizmet ve gösterdikleri sadakat ile, “milleti sadıka” unvanını alan Ermeni toplumu ne acı ki 19. yüzyıldan itibaren sadık millet ezberini bozmuş, Fransız ihtilali ve akabinde Osmanlı’nın hasta ve yaşlı yapısından istifade ederek ihanet senaryosunu canlandırmaya başlamışlardır. 1890’da kurulan ve Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Türklere en büyük acıları yaşatan Taşnak Sutyun Partisi ve sonrasında ki çetesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde çarpıştığımız Rus ordusuna gönüllü katılmış, zor ve savunmasız şartlarda bulunan bölgede, bilinçli bir şekilde Türk katliamına başlamıştır. Askeri açıdan oldukça sıkıntılı olan bölgeden, işbirlikçi Ermenileri çıkartarak yine kendi toprakları olan Suriye ve Lübnan’a zorunlu göç ettiren (24 Nisan 1915) Osmanlı, dönem şartları gereği nefsi müdafaa adına en doğru adımı atmış ve bölgede devam eden Türk kıyımını bu şekilde durdurmak istemiştir. Rusya’nın ve İtilaf Devletleri’nin ‘’Büyük Ermenistan’’ söylemlerine sıkı sıkıya tutunan bazı Ermeni çeteleri, yüzyıllarca aynı topraklarda barış içinde yaşadıkları Türkleri kıymaya ve savaş sırasında ikmal yollarını sabote ederek Rus ideallerine su taşımaya devam etmişlerdir. Büyük savaş sonrası sürdürdüğümüz Kurtuluş mücadelesinde ise, Fransızlar tarafından Adana ve çevresine getirilen Ermeniler ise 1920-1921 yıllarında yarım bıraktıkları işi, bu bölgede sürdürmek istemişlerdir.
GEÇMİŞİ TEMİZLEME GAYRETİ
Tarih ve vicdan önünde her şey ortada iken, belki yapılan onca kıyımdan daha acı olan, Ermenistan’ın biz Türkiye Cumhuriyeti’ni soykırımla suçlaması ve bu kara lekeyi bize bulaştırarak, geçmişlerini temizleme gayretleridir. Türkiye Devleti’nin her arşiv çalışması ile olayları aydınlatma çağrısına olumsuz yanıt veren ancak her uluslar arası platformu kullanarak, Osmanlı özelinde tüm Türk milletini suçlamaktan da vazgeçmeyen Ermenistan’ın ikiyüzlülüğü sözde modern batı tarafından bile bilinmektedir. Sözde soykırım yalanını gösteren onca delilden, belki de en göze çarpanı, ABD’nin 40. Başkanı olan Ronald Reagan’ın hukuk danışmanı olan Bruce Fein’in şu ifadeleridir; ‘’Osmanlı’nın böyle bir amacı olsa, Ermenilere kötü davranan subay ve askerilerini mahkûm edip bazılarını idam eder miydi? Örneğin siz hiç Hitlerin, Yahudilere kötü davranıp, onları gaz odalarına gönderen subaylarını idam ettirdiğini düşünebilir misiniz?’’. Fein Ermeniler’in iddialarını soykırım olarak sunmalarının “soykırım” tanımlamasının ciddiyetini de ortadan kaldırdığını ifade etmiştir. Bu iddialar ile ilgili, 1918 de Erivan bölgesinde kurulan Ermenistan’ın, ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin, 1923 de Bükreş’te Taşnak Partisi toplantısında sunduğu raporda, kendi birinci ağızlarından olayın asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu raporda “Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz Türklerin düşmanı olan İtilaf Devletleri’nin kampındaydık. Öldük ve öldürdük. Artık Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?’’ denilmektedir. Hal ve gerçekler böyle iken, 100 yıl önce olmamış bir soykırıma don biçmeye çalışan Batı dünyasının, daha 20 yıl önce gerçekleşen ve tüm teknolojik kayıtlarla ortada duran Hocalı Katliamını görmemesi bile Ermeni iddialarının ve destekçilerinin siyasi çıkar ve heveslerini göstermektedir. 24 Nisan’ı dünya kamuoyuna yanlı ve yanlış sunan Ermenistan’ı, atalarımızın adını ve hatırasını zedeleyerek, oluşturduğu duygudan dolayı bizden ve tabi ki kültürel ve tarihi köklerimizi oluşturan Osmanlı’nın son nesli olan atalarımızdan, tarih ve vicdan önünde özür dilemeye davet ediyoruz.
Son günlerde üzülerek ve kaygılı bir şekilde takip ettiğimiz Kırım, Türk tarihinde olduğu kadar dünya medeniyet ve siyasi tarihinde de oldukça önemlidir. Tarihin çok eski dönemlerinden itibaren kültür ve medeniyetler eşiği ve hatta köprüsü olan Kırım yaklaşık 1500 yıldır Türk yurdudur. Çağ kapatıp tüm Avrupa’nın siyasi ve etnik yapısını şekillendiren Kavimleri Göçü, bu topraklar üzerinden başlatılmıştır. Avrupa Hunları, büyük Türk Hakanı Balamir ve sonraki dönemler de Atilla, Avrupa’ya Kırım üzerinden hükmetmiştir. Kırım; 13. yy da tamamen bir Türk yurdu haline gelmiş, Altınordu Devleti’ne ve Kırım Hanlığı’na merkezlik yaparak, siyasi, ekonomik ve askeri olarak bölgenin önemli bir üssü haline getirilmiştir. Kırım’ın, hem nüfus olarak Türk varlığı ve hem de ekonomik olarak ipek yolu güzergâhının kuzey yolunu tutması nedeni ile Osmanlı Devleti tarafından, Fatih Sultan Mehmet döneminde fethedilmiştir(1475).Aralıksız 1000 yıl değişik Türk Hanlıklarına ev sahipliği yapan Kırım, 300 yıl kadar Osmanlı Türklerinde kaldıktan sonra, 1774 de ne yazık ki Osmanlıdan koparılmış ve bu süreç 1782–1783 yıllarında(Yaş Antlaşması) Çarlık Rusya’ya bağlanması ile sonuçlanmıştır. Kırım Osmanlıdan siyaseten kopmuş, kültürel hakları ve dini hâkimiyeti Osmanlı halifeliğine bırakılmış ve Türk kültür hakları koruma altına alınmıştır. Son imparatorluğumuz olan Osmanlı’nın azalan gücü ve I. Dünya Savaşı ile fiilen yok olması üzerine, Kırım Türkleri için kıyım ve sürgün yılları da başlamıştır. 1917 de Kırım Türkleri, bağımsız Kırım Tatar Cumhuriyeti’ni kurmuş ancak 2 yıl sonra Sovyet Rusya tarafından işgal edilmiş ve yerine Rusya’ya bağlı otonom Kırım Tatar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. 1930’lu yıllarda Komünist Rusya, Tatar aydın ve mütefekkirleri baskı altına almış birçoğunu ise katletmiştir.
İSMAİL GASPIRALI’NIN YURDU
‘’Dilde, fikirde işte birlik’’diyen İsmail Gaspıralı bu aydınların şüphesiz en önde gelenlerindendir. Kırım için en acı senaryo Rusya eli ile 18 mayıs 1944 de sergilenmiştir.Türk nüfusun yaklaşık yarısı, Stalin yönetiminde ki Rusya tarafından Orta Asya ve Sibirya’ya sürgün edilmiş, trenlere istiflenerek doldurulan bu sivil nüfusun büyük kısmı, göç yolunda şehit olmuştur. Bunca baskıya rağmen, Kırım Türkleri yok edilememiş ve 1950’den itibaren ‘’Vatana geri dönme hareketini’’ başlatmışlardır. 1957 de Rusya Kırım’ı, Ukrayna Sovyet Sosyalist idaresine bağlamış, 1987 gibi Komünist Rusya’nın çözülmeye ve dağılmaya başladığı yıllarda yüz binlerce Kırım Türk’ü vatanlarına geri dönmüştür. Çadırlarda ve sokaklarda yaşayarak vatanlarına tutunmaya çalışan Tatarların, 2014 itibari ile idari bağlılık noktası Kiev merkezli Ukrayna Cumhuriyeti’dir. Yaklaşık 1 haftadır Rusya ve Putin, hiçbir hukuki geçerliliği olmayan sebeplerle, Rus ordusunu Kırım’a sokmuş ve işgal etmiştir. Kırım, tarih biliminin verileri ile de sabittir ki öz be öz Türk yurdudur. “Ukrayna’nın en hassas bölgesinde gerilim artıyor” diyerek Türk televizyonlarında verilen haberler, ne yazık ki biz Türkiye Türkleri nezdinde ki hassasiyeti unutularak verilmektedir. Şüphesiz Kırım konusunda devletimizin siyasi çizgisini; Karadeniz de ki varlığımızın önemi ve tarihi ve etnik olarak bir bütün olduğumuz Kırım Tatarlarının hayatı belirleyecektir. Basında yer almasa da Kırım’da ki soydaşlarımızın haklı sesi her Türk evladının vebali altındadır. Çanakkale şehitliğini gezen her vatandaş, mezar taşlarında ki KIRIM yazısı ile bu vebali hatırlayabilir.
Kırım başbakanının Ukrayna kararlarına uyacaklarını söylemesi, ancak parlamento başkanı Vladimir Kostantinov’un bağımsızlık vurgusu yapıp Rusya’dan destek çağrısı, durumu bir iç savaşa sürükleyebilir. Bu durum sebep bulmakta zorlanan Rusya’ya, aradığı fırsatı planlı şekilde verme çabasından başka bir şey değildir. Kırım Türklerinin kaderi Rus ve Avrupalıların eline terk edilemez. Bu durum, Allah korusun yeni bir “Hocalı” demektir. Türkiye bu durumda gerekli endişeye sahip olmalı ve gerekirse tarihi ve etnik haklarını kullanarak müdahil konuma şartlanmalıdır. Madem dünya devletiyiz, madem Ortadoğu’nun ağabeyiyiz! Sözümüz Karadeniz’de de geçer herhalde. Bizim için Akdeniz’de Kıbrıs ne ise, Karadeniz’de de Kırım odur. Kırım Türk yurdudur, Kırım’da Türk kıyımına izin verilmemelidir. Tarih bu sorumluluğu bize fazlası ile yüklemiştir. Bilirsiniz ki birçok Osmanlı Sultanı Kırımlı’dır ve bunlar oldukça önemli Sultanlardır. Osmanlı kanunlarında, erkek evlat bulunmadığı takdirde, Osmanlı padişahlığını Kırım Hanı’nın yapması yazmaktadır. Rabbim tüm mazlumların, haklı davasında daim olanların ve yüce Türk milletinin yar ve yardımcısı olsun.
Yüce Türk milleti, sözde modern dünyanın gözleri önünde 20. yüzyılda birçok acı yaşamış, ancak belki de en ağır ve vahşice olanı Hocalıda gerçekleşmiştir.
1990 da dağılan Sovyet Rusya’nın desteği ile Ermeniler, 26 Şubat 1992’de Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Bölgesi’ndeki Hocalı kasabasında sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın büyük bir katliam gerçekleştirmiş ve resmî rakamlara göre 106’sı kadın, 83’ü çocuk toplam 613 sivil Türk, hunharca katledilmiştir. Bağımsız kaynaklar ise saldırılarda katledilen kişi sayısını 1.300 olarak verirken, olaylarda 487 kişinin ağır yaralandığını, 275 kişinin Ermeni güçlerince esir alındığını, 150 esirden ise bir daha haber alınamadığını rapor etmiştir. 1994’e kadar aralıksız Azerbaycan Türk coğrafyasına saldıran ve her fırsatta batıdan aldığı yüz ile katliama girişen Ermenistan, 1 milyona yakın Türkü’de yerinden etmiştir. Bunların büyük bir çoğunluğu Azerbaycan sınırları dahilin de yaşamaktadırlar. Azerbaycan nüfusunun yüzde 10’undan fazlası ülke içinde yerinden edilmiş sığınmacılardan oluşmaktadır ki bu, kişi başına dünyada yerinden edilmiş en büyük nüfus hareketlerinden biri anlamına gelmektedir. Bu insanlar hâlâ Ermenilerce işgal edilen topraklarda bulunan evlerine geri dönmeyi beklemektedirler.
HOCALI KATLİAMI
Hal ve gerçekler böyle iken; her yıl ve belki de en fazla önümüzde ki 2015 yılında, 100. yılına binaen sözde Ermeni soykırımı yalanı tekrarlanacaktır. 1992 gibi oldukça yakın bir tarihte video ve ses cihazlarıyla belgelenen Hocalı katliamını, gündemine dahi almayan AB ve Amerika’nın iki yüzlü haçlı zihniyeti bu olayda da ortaya konulmaktadır. O Ermenistan’ın malum Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Ermeni gençlere yönelik konuşmasında “Bizim neslimiz Karabağ’ı aldı, Ağrı için sıra sizde” diyen adamdır. Türk coğrafyalarının bedeli kanla ödenmiştir ve Karabağ’da en az Türkiye kadar öz be öz Türk yurdudur. Yazımı masumiyetin sembolü ve katliamın acı yönünü en iyi belirten Karabağlı bir çocuğun, annesine yönelttiği soruyla son vermek istiyorum;
”Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne? ”
22 yıl önce Hocalı ve Karabağ’da şehit edilen tüm soydaşlarımızı rahmetle anıyor, Yüce Rabbimden mesullerini ilahi adaleti ile cezalandırmasını diliyorum..
Rus emperyalizminin hemen hemen ilk kurbanlarından olan Kuzey Kafkasya’nın, Avar kökenli politik ve dini önderi İmam Şamil, Kafkasya’nın Gimri köyünde 1797 senesinde dünyaya gelmiştir. Rus karşıtı direnişin ve Dağıstan savaşının lideri, Çeçenya’nın 3. imamı olan büyük lider; Şeyh Şamil olarak da bilinir. Babası bölgenin yerlilerinden Avarlara mensup Dengau Muhammed, annesi Aşiltalı Bahu Mesedo’dur. 25 yıla yakın sürdürdüğü mücadele ve manevi dünyasında ki İslam ve tasavvuf çizgisi, bölgede hala onu takip edenler tarafından benimsenmekte ve aynı heyecanla sürdürülmektedir. Şamil, Hamzat’tan sonra Kafkasya özgürlük mücadelesinin lideri olmuş ve Nakşibendi şeyhlerinden, Seyyid Cemaleddin Kumuki’nin halifeliğini yapmıştır. Bölge de Rus yayılmacılığına karşı, hem İslam’ın hem de çilesi hala devam eden Çeçenlerin manevi ve askeri liderliğini yapmıştır. Manevi dünyasının oluşmasında ve tasavvufla tanışmasında hocası Cemaleddin Efendi’nin katkısı çok mühimdir. Dini bilgisi ve yaygın olarak şeyh ismiyle anılmasına rağmen Şamil şeyh değildi; siyasi lider konumunda ve o otoriteyi temsil eden ‘’imamet’’ makamında bulunuyordu.
ASKERİ DEHA
Ruslara karşı askeri deha boyutunda gösterdiği, savunma ve gerilla tipi mücadelesiyle efsaneleşen İmam Şamil, 1859 da silah bırakıncaya kadar, Ruslara kan kusturan ve başına ödül konulan bir lider olmuştur. Ahulgoh ve Surbay savaşlarıyla ünlenen Kafkas Kartalı, Ahulgoh’ta bir avuç askeriyle Ruslara 3 bine yakın kayıp verdirterek Kafkasya’nın beklenen umudu olduğunu göstermiştir. Mücadeleden asla geri dönmeyen ve ümitsizliğe ve teslimiyete kapılan kim olursa olsun şiddetle karşı çıkan bir yapıda olmuştur. Teslim olma ve anlaşma yapma tekliflerine kırbaç cezası veren komutan, halkın annesine giderek anlaşma yapması için ricada bulunmaları üzerine, aynı cezayı annesine de vermiş, ancak cezayı çekemeyecek derece yaşlı olduğu için, cezayı oğluna verdirterek kırbaç cezasını kendisi çekmiştir. 1859 Gunip kuşatmasıyla silah bırakmış ve yaklaşık 10 yıl esaret ve sürgün hayatı başlamıştır. Rus ordusunda dahi kahramanlığı ve yiğitliğiyle hayranlık toplayan İmam Şamil tutsak olarak bulunduğu bölgede, Rus Çarı tarafından ziyaret edilmiş, hatta çokça anlatılan bir hikaye odur ki; Çar’ın bir yemekli ziyaretin de, yiğit liderin iştahlı bir şekilde yemek yemesi üzerine, “Bu adam bizi de yer korkarım’’ diyen Çar’a, “Biz Müslümanlar domuz eti yemeyiz” diyerek karşılık verdiği, sıkça aktarılan bir diyalogdur. Arap edebiyatına hakim olan Şamil, sadece askeri alanda destanlaşan bir isim değil; karşılaştırmalı ilimlerde donanımlı, adli ve idari teşkilatların Kafkasya’da oluşturularak devletleştirilmesinde etkili bir isim olmuştur. Kaluga’da ki 10 yıllık sürgün hayatı sonunda, Ruslar tarafından oğlu Muhammed’in rehin tutulması şartıyla Hac yapmasına izin verilmiştir. 1870’de İstanbul’a gelen ve devrin padişahı Abdülaziz tarafından özel olarak karşılanan İmam Şamil, buradan Mekke’ye gitmiş ve 1871 de Hac için bulunduğu Mekke’de vefat etmiştir. Cenaze namazı Rufai tarikatının lideri Seyyid Rufai tarafından kılınmış ve türbesi Medine’de Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmiştir. Kafkasya ve Çeçenistan’a girerek güney denizlerine ve petrol havzalarına ulaşmanın ön adımını gerçekleştirmek isteyen Rus yayılmacılığına, ilk ve en sert tokadı vuran Şeyh Şamil’dir. Bir avuç mücahidiyle koca Çar Rusya’sına kök söktüren Kafkas kartalının iman ve inanmışlığı umarım tüm İslam coğrafyasına rehber olur. Rabbim Şamil yürekli yiğitleri eksik etmesin. Kabri nur mekanı cennet olsun….
Irak savaşından sonra Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, bir oldubittiye getirerek Irak’ın kuzeyine; Güney Kürdistan, Kürdistan Özerk Bölgesi gibi, ne ilmi nede ahlaki hiçbir değere sığmayan isimlendirmelerle, bölgenin hem Arap yapısını hem de yüzlerce yıldır var olan eserlerle ve tarihi kayıtlarla kanıtlanmış Türkmen kimliğini, deforme etmiştir. Ne acı ki Türk milletinin dimağına ve hafızasına malum isimlendirmelerle uzun zamandır yapıldığı gibi, bir alıştırma ve orta vadede kabullendirme gibi iğrenç bir kurgu sergilenmektedir.
Tüm bu gelişmelerden dolayı bin yıldan fazla bir zamandır bu coğrafyaya, hem kendi öz kültürünü hem de dini İslam’ı getiren Türk milletinin bir ferdi olarak, bu yazımızı bu konuya ayırdık. En azından şimdilik dillerde beslenmeye çalışılan, ayrılma ve farklılık oluşturup mozaikleştirme gayretine de bir tepki olarak kalemlendik. Ülkemizin 7 bölgesinden 2 si olan Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgelerimizin kültürel, tarihi ve filolojik değerler çerçevesinde, siyasetten uzak olan tüm ilmi çevrenin kabul ettiği, “Türk kimliği” hakkında konuşmak ve yazmak zaruri olmuştur. Anadolu hepimizce malum olduğu gibi, doğusundan başlayarak Türkleşmiştir ve bu süreç aralıklarla – en yoğunu Selçuklu ve Osmanlı olmak üzere – 1000 yılı aşkın devam etmiştir. Anadolu’nun özellikle doğu ve güneydoğusunda ki Türk izleri, insanoğlunun ilk eserlerinde yaptığı gibi taşlar ve kayalar üzerine bırakılmıştır. Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Gevaruk yaylasındaki resimlerin, Kırgızistan da ki Tanrı Dağları’nın kollarından Aladağlar’ın zirvesindeki, Saymalı Taşa benzemesi büyük bir yapbozun parçalarının oturması anlamına gelmektedir. Orta Asya da ki farklı bölgelere ait bu benzerlik, genel tarihi bilgiyle bizi şaşırtmasa da, bu bölgelerdeki kaya resimlerinin benzerlerinin Anadolu da görülmesi, Anadolu Türk tarihinin ve kültürünün en açık ve eski kanıtlarıdır. Kütahya Çavdarhisar da ki Aizonai antik kenti kalıntıları, Hakkari Gevaruk yaylasındaki taş resimleri ve Kars Kağızman’a bağlı Camuşlu Köyünde ki kaya resimleri, bu açıdan en zengin bölgelerdir. Yine Saymalı Taş (Kırgızistan) da ki figürler ile İzmir Ödemiş’de ki Konaklı Beldesi’ndeki resimler oldukça benzerlik göstermektedir. Kütahya Çavdarhisar Aizonai Tapınağı’nın doğu yüzüne bakan duvarında yer alan resimde at üzerindeki süvarinin elinde taşıdığı sancağın üstündeki kurt başı, ok, yay çizimlerinin Anadolu’’ya gelen Türkler tarafından yapıldığı aşikârdır. Zira bu simgeler Göktürk Devleti’nde hükümdar ailesinin simgeleridir.
Hakkari’de 1998 de bulunan heykel (şu an Van Müzesi’ndedir) Orta Asya’daki mezar taşlarına(balballara) olağan üstü derecede benzemektedir. Bu benzerlikte, iki eserin aynı topluma ait olduğunu düşündürmektedir.(Atlas Dergisi, 2007 Aralık) Tevrat’ta Yahve’nin (Allah’ın), itaat etmeyen İbranileri cezalandırmak için, iç Asya’dan gelen, ateşten okları olan bir toplumdan ve onların göçlerinden bahsedilmektedir.
SAKA TÜRKLERİ
Bahsi geçen topluluk İskit (Saka) Türkleri’dir. İskitler M.Ö. 7-8 .yy da Hazar üzerinden geçerek Doğu Anadolu’ya gelmiş ve ayrılıkçıların ataları olarak gördükleri MED’leri hakimiyet altına almışlardır. Suriye-Irak sınırında bulunan DURA-EUROPOS yazıtında, Hun Türkleri’nin, Kapgan, Topçak, Tarkan Bey, Kurtak ve Kubrat gibi isimlere sahip komutanlarla Doğu Anadolu’ya girdikleri belirtilir. Hunlar bu bölgeye M.S. 395’de tekrar gelmiştir. (Köy adları buna kanıttır; Erzincan-Lardusu’daki Hunlar, Bingöl-Solhan’da ki Hun, Muş merkezde ki Hunan, Elazığı-Palu’da ki Huin köyleri….)
M.S. 466 da Hun kolu olan Ağaçeri Türkleri Doğu Anadolu’ya gelmiştir. Hazar Türkleri( Sabir, Suvar kolu) 6. yy’da Doğu Anadolu’ya girmişler hatta o dönem Bizans hükümdarı 2. Jüstinyen Hazar’a iltica etmiş ve akrabalık bağları oluşmuştur. Doğu Anadolu’ya gelerek bölgenin Türk kimliğinin oluşmasında, daha başlangıç rolü oluşturan diğer Türkler; Kuman, Kıpçak, İlan(Yılan), Başkurt Türkleridir. (Bitlis-Suvar köyü, Van-Erciş’te Zuvar, Erzurum- Oltu’da Zuvar, Adıyaman-Besni’de Zuvar, Doğu Beyazıt’ta Kazar, Tunceli-Çemişkezek’te Hazarı, Elazığ-Maden’de Hazarı, Hazar, Diyarbakır-Silvan’da Goman, Erzincan-Kığı’da Kuman köyleri…) Yine Anadolu’nun Orta Çağda Türkleşmesi, 1071 de değil çok daha önce (7.yy) bizzat Bizans eliyle olmuştur. İslam ordularının ilerlemesi üzerine doğu nüfusunu batıya kaydıran Bizans, bu bölgeye Balkanlardan getirdiği Kuman, Uz ve Peçenek Türklerini yerleştirmiştir. Paris’te ki Coğrafya Enstitüsü’nün milli arşivlerden aldığı ve Jüstinyen dönemini gösteren haritalarında, Kürt adına rastlanmamakta, hatta aynı kurumun ‘’640 yılında Asya’’ haritasında Türk İmparatorluğu, Hazarlar ve Lazkiye adı dahi görünürken yine Kürt adına ve coğrafyasına rastlanmamaktadır. Günümüz de ki tüm bu isimlendirmelerin, Osmanlı’nın son dönemi ve yeni devletimizin daha hazmedilemediği 20. yy da, batının “ Şark Sorunu” dediği Sevr isteği ve iştahında görülmektedir. Bu iddiaların yazının başında da belirttiğim gibi ilmi ve vicdani hiçbir boyutu yoktur. Bölgenin Abbasi hâkimiyetine girmesi ile Türk etkisi ve damgası kesilmemiştir. Halife Memun döneminde, Horasan’dan kitleler halinde Türkler getirilmiş ve Bizans sınırına yani Güneydoğu Anadolu’ya Sugur(uç beyliği) olarak yerleştirilmiştir. O dönem İslam kaynaklarında, ne bir Kürt düşmana, nede siyasi oluşuma rastlandığı belirtilmez.
TÜRK ATABEYLİKLERİ
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya İslam’ın gelmesinden sonra birçok Türk Atabeyliği kurulmuş, yüzlerce eser bırakmış ancak bunların arasında Kürt eseri ve beyliği diyebileceğimiz bir yapıya rastlanmamıştır. Büyük zorlamayla Kürt Tarihi diye aktarılan, Tarih-i Şeref Han ( Şerefname) genel bir tarih kitabıdır ve daha çok Türklerden bahseder. Bölgenin kesintisiz Türkleşmesi ve yoğun şekilde Türk nüfusuyla dolması 13. yy Moğol istilasından kaçan Türkmenlerin, bölgeye gelmesi ile devam etmiştir. Kürdistan kelimesi ilk olarak Selçuklu Sultanı Sancar zamanında kullanılmış ancak siyasi bir anlamdan ziyade “ Zağros Dağları’nın Basra Körfezi’ne uzanan kısmı” için geçen ifadedir. Bölücülerin ve PKK sempatizanlarının zorlama ve dış kaynaklı meşhur haritalarında olduğu gibi, bölgenin tamamı ve İskenderun’a kadar bu haritayı taşımak, akılla ve tarihle izah edilemez. Bölgenin, 623 yıllık Osmanlı döneminde ki Türk tarihi, izi ve kanıtlarının bu yazının kapsamına sığmayıp, yazılmış ve yazılacak kitaplarla aktarılması daha doğrudur. O bakımdan sadece Osmanlı dönemi eserlerini, bölgede gezip görerek dahi bölgenin Türkistan olduğu anlaşılacaktır. Lübnan Kürdoloji temsilcisi Papaz Thomas Bois’in ‘’Alo Kechere du Kurde’’ eserinde de ifade ettiği gibi “kolaylık olsun diye bölgeye Kürdistan diyoruz” dediğinde kastettiği kolaylığın, hangi amaca ve siyasi düşmanlığa hizmet ettiği malumdur. I. Dünya Savaşı ve sonrasında ki Mondros Ateşkesi’yle başlayan işgaller, Batılı emperyalistlerin “Şark Meselesi”ne bakış açısıdır. Sevr Antlaşması ile Türk yurdunu parçalama ve bölme ideallerini kâğıda dökmüşler, ancak Türk Milletini ve İslam’ı bu coğrafyadan atamayacaklarını yüce milletimizin son kurtuluş savaşında görmüşlerdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle bir kez daha haykırarak belirtiyoruz ki, Güneydoğu Anadolu ‘’ Türkeli’’ dir ve sonsuza kadarda öyle kalacaktır. Milli kültürümüzün ve kutsal dinimizin emrettiği gibi kardeşçe ve barış içinde yaşayacak, tüm avuç ovuşturanları bir kez daha tarihle yüzleştireceğiz.