02 Temmuz 2013 Salı
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu zamanlarda adı Cuma-i Bala (Bâlâ) idi. Bugünkü Türkçe ile Yukarı Cuma. Bulgar Komünist Partisi’nin kurucusu Dimitar Blagoev’in anısına adı Blagoevgrad yapılmış. Ama orası bizim için hala Cuma-i Bala. Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya’yı fethi ile Anadolu’dan getirilen Atalarımızın yerleştirildiği ve şimdi Bulgaristan Devleti’nin sınırları içinde kalan bir Balkan şehrimiz.
SAYISIZ KAHRAMANLAR
Diğer tüm Balkan Şehirleri gibi sayısız kahramanlar, devlet adamları yetiştirmiştir Cuma-i Bala. Bu şehir aynı zamanda Sultan 2.Abdülhamit Han devrinde en uzun süre valilik yapmış bir insanın doğup büyüdüğü bir şehirdir. Buna tarih kitaplarında pek yer verilmemiştir. Verilmesi de gerekmemektedir. Çünkü Balkan tarihi, isimsiz hizmet insanları ile doludur ve onlar hizmetleri ile var olmuştur. Sözünü ettiğim kişi Cuma-i Bala’nın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından Müşir Arif Paşa. Kayıtlara geçen son adıyla “Edirne Vali Vekili ve 2.Ordu-yu Hümayun Müşiri Arif Paşa Hazretleri”. Arif Paşa, 1848 yılında Cuma-i Bala’da doğmuş ve Sultan 2.Abdülhamit Han zamanında (Asr-ı Hamidi) ordu kumandanlığı ve en uzun süre Müşirlik (Mareşal),Valilik ve Ordu Kumandanlığı yapmıştır. Adı tarihte çok yer almaz Arif Paşa’nın. Osmanlı İmparatorluğu’nun isimsiz kahramanları ve devlet adamları arasındadır. Sultan 2. Mahmud devrinde başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nu modern ve merkezi bir devlete dönüştürmek için çok iyi eğitilmiş ve güvenilir memurlardan oluşan yönetici kadrosu oluşturulmaya başlanmasının meyvelerinden birisidir Arif Paşa. Bir hizmet adamı olduğu 61 yaşında teftiş için gittiği Hicaz’da görevi başında vefat etmesinden dahi anlaşılabilir. Arif Paşa, 1868 yılında Harbiye’den erkânı harp yüzbaşısı olarak mezun olmuş aynı okulda muallim muavini, İstanbul Öğretmen Okulu’nda Coğrafya muallimi, Erzincan ve Rumeli vilayetlerinde müfettişlik, İkinci Ordu Müşiri (Mareşal) ve Yaveri Ekrem tayin edilmiş uzun yıllar Edirne Valiliği yapmıştır. 1909 yılında Hicaz demiryollarını teftişe gittiği sırada vefat etmiştir. 1909 yılında Hicaz demiryollarını teftişe gittiği sırada görevi başında 61 yaşında iken vefat etmiştir. Sultan 2.Abdülhamit Han zamanında Arif Paşa kadar uzun süre Valilik yapan bir paşa çok azdır. Zamanında bazen yılda birkaç valinin değiştiği bir dönemde bu kadar uzun süre Valilik yapan bir insanın adının pek bilinmemesinin nedeni zamanın birçok valisi gibi sık sık Sadaret Kethüdası’na giderek boy göstermemesi, sadece işini yapması, hizmet etmekten adını duyurmaya vakti kalmamış olması olabilir mi?
GERİYE KALAN
Şimdi kendisinden geriye kalan hizmetleri, yetiştirdiği evlatları, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtları ve bir de Edirne’de bir sokaktaki 300 yıllık Amcazade Çeşmesi üzerindeki onarım kitabesinde yazanlardır. “Binüçyüz Yirmibir Seneyi Hicriyesinde Yaver-i Ekrem Hazret-i Şehriyarı Edirne Vali Vekili ve İkinci Orduyu Hümayun Müşiri Devletlu Arif Paşa Hazretleri tarafından tamir ve suyu isale ettirilmiştir.1321“ Ruhu şadolsun.
Geriye yetiştirdiği evlatlar bıraktı demişken, Gazetemiz yazarı ağabeyimiz Sayın Prof. Dr. Koray Başol’un, Müşir Arif Paşa’nın yeğeni olan İstiklal Madalyası sahibi Gazi Binbaşı Faik Başol’un oğlu Mülkiye Mezunu İzmir Belediye Başkanı, Vali ve Kaymakam Merhum Rebii Başol’un oğlu olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Balkan Türkleri Ülkesine “sessiz hizmet”e devam ediyor.
Türkiye’de nüfusun yaklaşık yüzde 76’sı şehirlerde yaşamakta ve bu oran her geçen gün artmaktadır. 1950’lerden itibaren kentlere göçün hız kazanması ile çarpık kentleşme de hız kazanmıştır. Bunun sonucu olarak kentlerin etrafındaki dere yataklarında, havzalarda, heyelan bölgelerinde neredeyse tamamı ruhsatsız olan yapılar yapılmıştır. 1999 depreminden sonra hız kesen çarpık kentleşme 2004 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nun 184. maddesindeki imar kirliliği suçunun yürürlüğe girmesi ile durma noktasına gelmiştir. Son olarak Kentsel Dönüşüm Kanunu, yani resmi adıyla “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” 16.05.2012 tarihinde yürürlüğe girmişti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Alt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü’nün açıkladığı verilere göre İstanbul’da 2 milyon binanın, içlerinde 94.416 vatandaşın yaşadığı 11.932 tanesi yıkılma riski olduğundan derhal yıkılması gerekmektedir. Türkiye genelinde 20 milyon civarında konut bulunduğu tespit edilmiştir. Şu anda yapıların yüzde 40’ı ömrünü tamamlamış durumdadır.
OLASI BİR DEPREM
Bilimsel verilere göre olası bir depremde 70 ila 90 bin vatandaşın ölebileceği, 120 ila 130 bin vatandaşın yaralanabileceği, 50 ila 60 bin konutun yıkılabileceği, 500 bin konutun hasar göreceği öngörülmektedir. Türkiye genelinde ise 6,5 milyon konutun 24.500 kilometrelik faylar hattı üzerinde bulunmakta. Bu veriler “can kaybını önlemek” için yapılması gerekenleri anlatmakta. Bunun dışında kentlerin altyapılarının yetersiz ve eski olması, Türkiye genelinde ise 14 milyon yapının ısı yalıtımı olmaması ve enerji sertifikası alma yeterliliğine sahip bulunmaması, 6,5 milyon konutun faylar üzerinde bulunması nedeniyle 2013’ün sonuna kadar 200 bin, 2014 yılı sonuna kadar da 400 bin yapının dönüşümünün başlatılmasını hedeflenmektedir. Bu kanunun öncelikli amacı, deprem, sel ve su baskını bölgesinde bulunan yapıların devlet eliyle ve “derhal” sağlıklı ve güvenli hale getirilerek mevcut imar planlarına uygun olarak sağlıklı ve güvenli yaşama çevresi oluşturulmasıdır. İkinci öncelik ise bu bölgelerin dışında bulunan riskli yapıların (ekonomik ömrünü tamamlamış olan ya da yıkılma veya ağır hasar görme riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen) mevcut imar planlarına uygun olarak sağlıklı ve güvenli hale getirilerek sağlıklı ve güvenli yaşama çevresi oluşturulmasını sağlamaktır.
DÜNYANIN EN ZOR İŞİ
Kentsel dönüşümün dünyanın en zor işi olduğu aşikârdır. Kanunun amacına ulaşması için çok büyük ekonomik kaynak gerektiren bu dönüşümün özellikle riskli 6,5 milyon konutun bir an önce yenilenmesi ile başlanması gerekmektedir. Bunun dışında bu dönüşümün vatandaşla el ele verilerek ve rızalarıyla yapılması şarttır. Aksi halde rant aracı haline dönüşebilir. Bunun yanında kentlerin kendine özgü tarihi dokularının korunması şartıyla hak sahibi vatandaşlara emsal artışı verilmesi vatandaşları kentsel dönüşüme katılmaya teşvik edecek ve ayrıca avantajlı kredilerden yararlanarak bile olsa yeniden yapım ve inşa bedeli ödemekten kurtulabilecektir. Ancak bu yapılırken modern şehircilik anlayışı bakımından yeni yapılacak bölgeler, yıkılan bölgeleri aratmamalıdır. Çalışmaların başlangıcında Sayın Başbakanımız “Asıl amaçlarının, afetler karşısında can ve mal güvenliğini sağlayacak bir dönüşümü gerçekleştirmek olduğunu vurgulamıştı. Rant odaklı değil, insan odaklı bir projeler yürütüleceğini” belirtmişti. Sayın Bakanımız ise “Bu konuda vatandaşla el ele vererek bu dönüşüme rant gözüyle bakanları saf dışı etmek için ellerinden geleni yapacaklarını” eklemiş ve söz vermişti. Bunun gerçekleşmesi ümidimiz, bu yapılırken kentlerin kendine özgü tarihi dokularının korunması şartıyla, her şeyin en iyisine layık halkımıza sağlıklı ve güvenli yaşam alanları oluşturulması milletçe hedefimiz olsun. Çünkü Türkiye buna layık bir ülke.
Haberlerde, trafik ihlalini fotoğraf ya da görüntüyle belgeleyen vatandaşların da kusurlu sürücüye ceza yazılmasını sağlayabilecek yasal düzenleme hazırlığı yapıldığını duyunca içimden “nihayet” dedim. Tasarı şu an İçişleri Bakanı Muammer Güler’in masasındaymış. Umarım tasarı bir an evvel yasalaşır.
Bilindiği gibi trafik ihlalini tespit ettiğinizde trafik ekiplerine ihbarınız ceza verilmesi için yetmemekte, ayrıca trafik polisleri tarafından veya MOBESE kamerası tarafından tespiti yapılması gerekmekteydi. Şu an Türkiye’de motorlu araç sayısı 17 milyon adedi geçti. Yüzde 9 oranındaki traktörleri hariç tutarsak ortalama 15,5 milyon adet otomobil, kamyonet, motosiklet, minibüs ve otobüsten oluşan motorlu araç ordusuna sahibiz yollarımızda. Bu sayı da her ay 80–90 bin arasında artmakta. 2000 yılındaki motorlu araç sayısı bugün iki katına çıkmış durumda.
YÜZDE 60 HIZ KAYNAKLI KAZALAR
Ve maalesef her yıl ortalama 4 bin 500 vatandaşımız ölmekte ve 200 bin vatandaşımız yaralanmakta, ölümlü kazaların üçte biri, yaralamalı kazaların ise yarısı şehir içinde meydana gelmekte. Her yıl meydana gelen trafik kazalarının yüzde 90’ı sürücülerden, yüzde 9’u yayalardan ve sadece yüzde 1’i yol ve araçlardan kaynaklanmaktadır. Kazaların yüzde 60’ı hız, geçiş önceliğine uymama ve hatalı şerit değiştirmekten kaynaklanmakta. 2011 verilerine göre Almanya’da 1000 kişiye düşen araç sayısı, 611, 100 bin araca düşen ölü sayısı 8 iken Türkiye’de 1000 kişiye düşen araç sayısı 215, 100 bin araca düşen ölü sayısı ise 24… Demek ki Almanya’daki araç sayısı Türkiye’de olsa 1.000 araca düşen ölü sayısı 72 olacak. Almanya’da Türkiye’nin 3 katı araç varken, Türkiye’de Almanya’ya oranla 3 katı sayıda insan ölmekte trafik kazalarında… Eğitim ve insan faktörünün rolü yeterince açıklığa kavuştu sanıyorum. Yazıyı istatistiklerle boğmak istemiyorum ama son olarak şu istatistikî bilgiyi de vermek istiyorum. Trafik Terör Örgütü’nün (TTÖ) yüzde 99’unun örgüt üyesi ve yöneticisi insan… Konuyu biraz dağıttığımın farkındayım. Gelelim İçişleri Bakanı Muammer Güler’in masasında bulunan kanun tasarısına. Tasarı bir an önce son şekli verilip TBMM’de yasalaşırsa;
Artık;
-Engelliler ve bebek arabaları için yapılan rampalara araç parkeden düşünce engelliyi,
-Kırmızı ışıkta geçen renk engelliyi,
-Duraktan başka her yerde duran durma engelliyi,
-5 kişilik araca 10 kişi bindiren istihap engelliyi,
-Trafikte “makas atma”yı erkeklikten sayan cinsel engelliyi,
-Geçiş önceliğine uymayan geçme engelliyi,
-Araç kullanırken mesaj okuyan sosyal engelliyi,
-Çimlere araç park eden doğa engelliyi, … artık vatandaş “görüntülü tedavi” ile sağlıklarına kavuşturacak!…
Balkanlar, adını sarp ve ormanlık sıra dağlarlardan alır. İtalya’daki Trieste Körfezi’nden Tuna Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü nokta ile Mora Yarımadası arasındaki üçgen. Makedonya, Kosova, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna Hersek… Selanik, Saraybosna, Üsküp, Gümülcine, Karabağ, Dedeağaç, Cumai Bala, Drama, Piriştine, İskeçe, Kavala, Serez…
Mustafa Kemal Atatürk, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Dr. Sadık Ahmet…Ve bu topraklarda yetişen adını sayamadığımız devlet adamı, şair, yazar ve bilim adamı…Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Roma İmparatorluğu’ndan fethettiği topraklara sınır politikası olarak göç ettirdiği Anadolu Yörükleri’nden ibaret midir Balkan Türkleri? Sadece Rumeli denilebilir mi bu göç politikasıyla. Aradan geçen yüzyıllar buraları Rumeli olmaktan çıkarmıştır. Buraları Balkanlardır… Bu üçgende yer alan topraklarda anılar, tarihler, acılar, sevinçler, göçler ve hüzünler var.
93 HARBİ VE BALKAN SAVAŞLARI
Bu toprakların insanları çıkarmadı 93 Harbi’ni, Balkan Savaşları’nı… Bu toprakların insanları yüzyıllarca barış içinde yaşadılar, kaynaştılar dünür oldular, kirve oldular her dinden, her dilden, her ırktan komşularıyla aynı mahallede…
Bu toprakların insanlarını komşuları değil, savaş heveslisi siyasetçiler topraklarından kopardı, o toprakta kalanları da hüzne boğdu… Ama ümitlerini buradakiler gibi hiç yitirmediler… Buradaki insanlara Anadolu gibi, Trakya gibi, kısaca Türkiye gibi sahip çıkabilmek… Günümüzün günlük siyasetinde fırsat bulunursa sahip çıkılacak… Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle “Son Büyük Makedonyalı” olan Mustafa Kemal Atatürk, bugünlerimizi Balkan kültürüyle yetiştiği o topraklarda düşünmüştü. O bir “Evlad-ı Fatihan”dı. Makedonyalıydı.
Bir kimse ölmedikçe daima vakti vardır. Atatürk’ün deyişiyle “Ama mesele ölmekte değil, ölmeden ideali gerçekleştirmektir.” Orası Rumeli değildir, orası Balkanlardır… Toprakları devletlerindir ama insanları bizimdir…
Türkiye Milletler Cemiyeti’ne katıldığı zaman, Balkan Devletleri arasında da büyük bir yakınlaşma ve işbirliği başlamış ve Balkan Birliği konusundaki ilk adımlar Balkan hükümetleri tarafından değil, gayri resmi çabalarla atılmıştı. 1929 Ekiminde Dünya Barış Kongresi Derneği’nin Atina’da yaptığı toplantıda kongre başkanı ve eski Yunan başbakanlarından Aleksandr Papanastasiyu’nun devamlı bir Balkan Antantı kurulması fikri Türkiye dâhil Balkanlı delegasyonlarca kabul görmüştü. 1930 yılında Atina’da toplanan Birinci Balkan Konferansı’nı İstanbul, Bükreş ve Selanik konferansları izlemiş ve sonunda Balkan Ticaret ve Sanayi Odası, Balkan Denizcilik Bürosu, Balkan Ziraat Odası, Balkan Turist Federasyonu, Balkan Hukukçular Federasyonu, Balkan Tıp Federasyonu gibi teşekküller ortaya çıkmıştı. Ama bir türlü siyasal işbirliği gerçekleştirilememekteydi. (1) O günlerde Almanya’da iktidara Nazi Partisi gelmişti. İtalya, Akdeniz ve Balkanlarda genişlemek istemekte ve Avrupa da bir silahlanma yarışı başlamıştı. Arnavutluk İtalya’nın etkisindeydi ve Bulgaristan komşu Makedon topraklarında hak iddia etmekteydi.
SINIRLARIN KARŞILIKLI GARANTİSİ
Tüm bu siyasi gelişmeler karşısında, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya (şimdiki Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Bosna Hersek, Slovenya, Kosova, Hırvatistan) siyasal anlamda birlikte hareket etme kararı aldılar. Birbirlerinin sınırlarını karşılıklı olarak garanti etmek, birbirine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle siyasi harekette bulunmamayı, başka devletlerle siyasal harekette bulunmamayı taahhüt etmek için müzakerelere başladılar. Her ne kadar Balkan Antantı’nın ömrü çok kısa olmuşsa da (İtalya’nın Arnavutluğu işgali ve Almanya’nın Tuna bölgesinde doğuya doğru genişlemeye başlaması, Macaristan’ın Anti-Komintern Pakt’a katılması, Yugoslavya’nın Almanya ile iyi geçinme yolunu tercih etmesi gibi nedenlerle Balkan Antantı etkisini kaybetmişti) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Balkan” hassasiyetini bir kez daha göstermek için, bu Antantın müzakereleri sırasında Gazi Mustafa Kemal’in, Başvekil İsmet Paşa’ya gönderdiği şifreli bir telgraftan bahsedilmesi gerekir. Tarih 07.02.1934, Balkan Antantı’nın imzalanmasına 2 gün vardır. Görüşmeler devam ederken, Dahiliye Vekaleti Hususi Kalem Müdürlüğü antetli kağıda basılı bir telgraf gelir. Telgrafın muhatabı olarak “Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine” yazılıdır. Ve “Benim Ankara’ya muvasalatıma (ulaşıncaya) kadar Tevfik Rüştü (Aras) Beyin avdeti (geri gelmesi) hakkında emirlerinizi tehir buyurmanızı (ertelemenizi) rica ederim…” notuyla başlar şifreli telgraf. Hatırlanacağı üzere, Tevfik Rüştü (Aras) Bey en uzun süre (13,5 yıl) Dış İşleri Bakanlığı yanında İzmir Milletvekilliği ve Türkiye-Yunanistan Mübadele Komisyonu Başkanlığı yapmıştır. Şifreli telgrafın altında “Gazi M. Kemal” imzası vardır. (TBMM, O’na Atatürk Soyadını 4 ay sonra verecektir); 3 sayfalık şifreli telgrafta Balkan Paktı’nın önemi ve paktın imzalanmasından geri dönülmemesini içeren düşünceleri vardır Gazi Mustafa Kemal’in.
“Size bütün düşündüklerimi olduğu gibi yazıyorum. Siz ve arkadaşlar bu noktalar üzerinde düşündüğünüz bir sırada benim size kavuşmakla şerefyap (onur ve şeref duyacağımı) olacağımı tahmin eder sevgi ile ve takdir ile gözlerinizden öperim İsmetciğim.”.. cümlesiyle biten şifreli telgrafta geçen şu cümle dikkat çekicidir; “Görülüyor ki parafe edilen hudut formülünde noksan olan bir “Balkan” kelimesidir. Bu noktanın da kendisinden (Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’den) seri vasıta ile istihazı (açıklayıcı bilgi istenilmesi) lazımdır.” …(2) Gazi Mustafa Kemal’in ”Balkan” hassasiyeti…
_____________________________
(1) Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Fahir Armaoğlu 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi C.1 sf 337, İş Bankası Yayınları Ankara 1991
(2) Geniş bilgi için bkz. Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine ait 100 Belge) C.2, sf 246, Belge No: 40, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1994