DOLAR 34,5467 0.18%
EURO 36,0147 -0.62%
ALTIN 3.005,411,48
BITCOIN 34058180.1254%
İzmir
20°

HAFİF YAĞMUR

06:24

SABAHA KALAN SÜRE

Necati BAHÇECİ

Necati BAHÇECİ

02 Temmuz 2014 Çarşamba

    Osmanlı’da Ramazan Ayı

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Din alimleri ve tarihçilere göre Osmanlı’da Ramazan ayının bir kurala ve düzene göre idrak edildiği görülüyor. Oysa günümüzde bazı hususların hala tartışıldığı dikkat çekiyor. Mesela; Ramazan ne zaman, nasıl başlar? Hesabın, teleskopun, takvimin faydası inkar edilemez ancak, kaçırılan husus şu; Hadis-i Şerif diyor ki; – Hilali görünce oruç tutun, tekrar görünce bırakın.-  Osmanlı’da bu iş için halk yüksek bir yere çıkar hilali takip ederdi. Bazı yazarlar, o dönemde astronomi gelişmediği için bunun yapıldığını ileri sürerek Osmanlı’yı küçümserken aslında cahilliğini ortaya koyuyor. Yüzyıl sonra teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, Müslüman şuna dikkat eder; Hadis-i Şerif’e uyalım. Peygamberi unutturmayalım. Bir modadır gidiyor; Ben Kuran-ı bilirim. Başka bir şey tanımam. İyi de kardeşim, bu kitap Muhammed Aleyhisselam’a indi. Sana değil. Peygamberi niye devre dışı bırakalım? Aman etraf, reformist, mezhepsizlerle doldu dikkat. Din nakildir. Yoksa çoktan İslamiyet de, Hristiyanlık gibi bozulmuştu.

    1983 YILINA KADAR

    Bakın 1983’e kadar Diyanet, kullandığı namaz vakitlerinden vazgeçince şimdi ortaya, imsak, ikindi ve yatsı vakitleri farklı takvimler çıktı. İnsanların kafası karıştı. Zaten istenen de bu. Dejenere etmek. Kusura bakmayın Osmanlı, sade ülke idaresini değil, dini de şuurlu olarak biliyor ve tatbik ediyordu. Doksan yıldır hala tartışıyoruz! Ramazan tenbihnamelerinde toplum düzenine ilişkin kurallar hatırlatılırken, fırsatçı tacirden istismarcı dilenciye kadar kolluk güçleri tedbirlerini alır ve gereğini yapardı. Bugün her Ramazanda nedense ekmek gramajlı pideler neden ekmekten pahalıya satılır anlamış değilim. Amaan, piyasayı kontrol eden mi kaldı?  Ha bir de şatafatlı, gösterişli Ramazan sofraları kurulur ama benim Afrikalım açlık çekerken, zenginim de iftar sevabıyla avunur! Bugünün iftarları, eleştirilmeyi hak eden iftarlardır. Ramazan ayında Ayasofya’da 100 bin kişi aynı anda teravih kılardı. Hoparlör mü vardı? Şimdi küçücük mescide ekolu sistem kuruldu ama cemaat iki saf! Ezanı her yere duyurdun da camilerde yer mi kalmadı? Peki Osmanlı 100 bin kişiyle hoparlörsüz bu işi nasıl yaparmış? Hem de kandillerle aydınlanarak. Dedik ya; yenilik diye dejenerasyon. Maksat orijinalden uzaklaştırmak.

    SANKİ NOEL YORTUSU

    Tabii ki; o günler, Ramazan aylarının ne kadar muhabbetli, samimi ve kardeş ortamında geçtiğini gösterirken Osmanlı’dan sonra kapitalist rejimin sömürgesine giren ülkelerde bunların maalesef olmadığını görüyoruz. En özgüründe bile Ramazan’ın anlamı televizyon reklamında kendi içeceklerinin sunumu geliyor. Ramazanın sanki sırf eğlence ayı olduğu, macun ve festen ibaret olduğu, meydanlarda Hacivat-Karagöz gösterileri ile idrak edildiği filan algısı yerleşti. Adama demezler mi; şu Osmanlı hangi aralık vakit buldu da ibadet yaptı? Baksanıza onlara göre Ramazan hep şenlik, hep festival. Dedik ya, dejenerasyon. Kendine benzetme. Sanki Noel yortusu! Ah Osmanlı ah. Mümkün müydü, senin döneminde, Ramazan ayında savaş olsun, Müslüman kanı dökülsün? Oysa şimdi, Mısır, Suriye, Irak  gibi ülkelerde Müslümanlar, Ramazanda hedef tahtası, bedenleri kurşun yağmuruna tutuluyor. Her Ramazan da olduğu gibi; gücümüz, – Ya Rab, Müslümanlara zulüm yapanları kahr-ı perişan eyle.-  diye dua etmekten öte geçemiyor.

    Bir tesellim manilerde. İyi ki varlar. Belki ironime fayda olur;

    Akşamdan pilavı pişirdim,

    Gene karnımı şişirdim,

    Ben çok şey diyecektim ama,

    Biraz daha yutkunmayı düşündüm!

    Efendim tüm İslam âleminin mübarek Ramazan ayını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim. Huzurla da bayramı görürüz inşAllah.

     

     

    Devamını Oku

    5 Haziran’ı da unutmayalım

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Darbeler ve idamlar..

    27 Mayıs darbesi sonrası, 16 Eylül 1961’de Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, bir gün sonra da Adnan Menderes idam edildiler.

    12 Mart darbesi sonrasında, 6 Mayıs 1972 tarihinde, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildiler.

    12 Eylül darbesinden sonra da, birçok sağcı ve solcu genç ipe gönderilirken, bunların arasında 5 Haziran 1983’te de, İzmir- Buca’da Halil Esendağ ve Selçuk Duracık isimli iki ülkücü de idam edilmişlerdi. Esendağ ve Duracık gibi, Mustafa Pehlivanoğlu, Ali Bülent Orkan, Fikri Arıkan, Cevdet Karakaş, Ahmet Kerse, Cengiz Baktemur ve İsmet Şahin de aynı sonu yaşayan ülkücülerdi.

    Şimdilerde ise, Mısır’da yüzlerce Müslüman’ın idam edileceği duyuruldu. Hakkında ölüm emri verilen hamile kadın da var. Bunlar hep birer darbenin eseri.. Sağcı, solcu, Müslüman bakmıyor, çeşitli bahanelerle insan hayatına son veriliyor. Darbeler,  bazı yaşamların yitirildiği zulüm gerçekleridir. Yakın tarihimizin bu örnekleri fikir, hürriyet ve inançlara tahammülsüzlüğün belgeleridir. Ama yıllar sonra, bu yanlışların farkına varıp, iade-i itibarlar yapılıyor olsa da giden canları getirmeye yetmiyor. Oysa dinimizde de bulunan; – senin dinin sana, benim dinim bana.- anlayışı ve hoş görüsünün maalesef bazı kesimlerce uygulanmadığı görülüyor. Karşıt görüşlerin insan yaşamı üzerinde baskıya yol açmadığı sürece, var olmasından korkmak niye? Mozaik bir toplum içinde yaşam ortamı, her birey için yetecek imkânlara müsaitken, kabullendirme güdüsü, çatışmacı grupların güç gösterisine dönüşünce, onca canın ve kıymetin yitirilmesine değer mi? Darbelerle bunu daha bariz görebiliyoruz.

    Lakin yaşanan olayları ve sonrasını tartışırken, haksızlıklar yapıldığının da farkında mıyız? Birini sahiplenirken, diğerine insafsızlık yaptığımızın şuurunda mıyız?

     

    DARBELER OLMASIN, İNSANLAR ASILMASIN

     

    Evet, bu ülke insanı Başbakanını asanları affetmeyecek. Hala Menderes’in yasını tutuyoruz. Yetmez ama deyip, iade- itibarlarının yapılmasına, mezarlarına sahip çıkılmasına, fikirlerinin hala yaşatılıyor olmasına çok iyi diyorum. Havaalanlarına, yollara, parklara, caddelere isimlerinin verilmesine de evet diyorum. Hatta unutulmuş ne varsa yapılmasına varım. Yeter ki, ders alalım, darbeler olmasın, insanlar asılmasın. Her ne kadar bir partinin bazı vekillerinin zamanında asılmalarına – evet – dediği, Gezmiş, Aslan ve İnan için üç fidan anıtları dikmelerine de bir sözüm yok. Bugün, özür dilemese de o partinin ileri gelenleri tarafından yâd edilmesini de bir gelişme olarak görüyorum. Umarım bir daha darbe özlemi içinde olmazlar.

    Ama şu var ki; İzmir’de hayatlarına kıyılan, gencecik yaşta fidanları soldurulan Esendağ ve Duracık için de benzer yaklaşımları beklemek, görmek, en azından aileleri için bunu istemek yanlış olmaz. Hatta çok doğru bir hareket olur. 31 yıl önce 5 Haziran günü bu iki gencin nasıl idam sehpasına götürüldüklerini öğrenmek istiyorsanız, olayın şahitleri ağzından yazılmış, Sevgili Mehmet Karanfil’e ait Gül Hüznü kitabını okumalarını tavsiye ederim. Gözyaşı dökmemeniz mümkün değil. Çok değil, onlar için de bir işaret, bir abide, bir parka isim ya da bilemiyorum, 5 Haziran’da Pınarbaşı’nda mezarı başında bir Fatiha ile anma olabilir. Hele buna, partilerin yanı sıra, STK veya yerel yöneticiler de iştirak ederse, daha bir anlam katılmış olur. Yeter ki, bir daha darbeler olmasın, kimse ölmesin.

    ( İdamdan kurtuluş bekleyen Mısır Müslümanları için duaya devam)

     

     

     

    Devamını Oku

    Yabancı Hayranlığı

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Medeniyet, insan hayatını kolaylaştıran şehirler kurmak, yani insana hizmettir. Onların fende, sanatta ve ahlakta ileri olmasına ortam hazırlamak medeni ülkelerin yöneticilerine düşer. Tersi bir durum vahşettir. Medeni insan, dürüst ve çalışkan olur. Bildiklerini, imkânlarını insanların hizmetinde kullanır. Tarihte inananların ortaya koyduğu bir medeniyet ve bir de inançsızların uygarlığı vardır. Eski Hint, Asur, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıkları putperest toplumların dünya hayat anlayışlarını ortaya koymaktadır. Firavun, Promethe ve Afrodit gibi, tanrılaştırılmış krallar vardır. O günlük hayatta ise, asiller, aristokratlar, köylüler ve köleler gibi sınıflandırılmış insanlar vardır. Hâkim olan sınıflar, diğerlerini, dini, ekonomik ve beşeri açıdan sömürür, zulmeder. Köleler arenalarda aç bırakılmış aslanlara yem edilerek vahşet sergilenirdi.

    Batının medeniyetinde bozulan Hıristiyanlıkla, inançsızların uygarlığı karışmış, Orta Çağ Avrupa’sında da vahşet hüküm sürmüştür. Müslümanların İspanya’ya uzanan fethinden sonra, Avrupalılar uyanarak Endülüs üniversitelerinde ilim tahsil etmiş ve gördükleri teknikleri uygulayarak medeniyeti yakalarken, kilisenin aforoz baskısı devam etmiş ancak, Hıristiyan dininde reformlar ve Rönesans’la yeni bir yol tutturmuşlardır. Zamanla, süs haline gelen bir kilisenin ruhi açlık boşluğu resim, heykel ve müzikle doldurulmaya çalışılmış, ama sanayi ve teknolojide ilerleme devam etmiştir. O zamanlarda Fransızların övündükleri Versailles sarayında bir hamam dahi yoktu. Su ve temizlik hayatlarında önemli bir yer tutmuyordu. Özellikle Osmanlılar’dan görüp ve öğrendikleri ile bilim ve teknolojiye, ihtilallerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Ama ahlaki çöküntüye hala çözüm bulamamaktan yakınıyorlar. Uyuşturucunun bu kadar yaygınlaşması buna örnektir.

     

    İLİM VE TEKNOLOJİ İTHALİ

     

    Bugün bizim insanımızın, Batı’nın batıl inanışlarını, moda ve ahlaksızlıklarını taklit etmesi bir medeniyet değildir. Onun, insan hayatını kolaylaştıran ilmini, teknolojisini alması için de çok çalışması, tembel oturmaması lazımdır.

    Zamanında, Engizisyon zulümleri ve Sent Bartelemi faciaları ile vahşetin en çirkin örneklerini sergileyen Batı, bugün fendeki medeniyetleri ile değişik yöntemlerle zulümlerini devam ettirmektedirler. Dünyanın değişik yörelerinde, özellikle Müslümanlara yapılanlara sessiz kalmakta ya da el altından teşvik ederek kan ve gözyaşı dökülmesine sebep olmaktadırlar.

    Mısır’da idamlara sessiz kalan, Somali’de açlara yardım eli uzatmayan ama ülkemizde Soma ve gezi olayları üzerinden zulüm devşirmeye çalışan Batı, Türkiye’nin uyanışı karşısında paniğe kapılmıştır. Bir ülkenin Başbakanı’na ‘Katil, diktatör, cehenneme git’ başlıkları atan içerdeki yandaşlarının manşetlerini gazetelerinde sergileyerek, ‘ Erdoğan seni istemiyoruz’ diyen Batı medyası, Türkiye’nin bu coğrafyada yer almasından rahatsız olmaktadır. IMF’ ye olan borcunu ödeyen değil, borç altında ezilen bir Türkiye görmekten hoşlanan Batı, ülkesinde polisini korurken, bizim polisimiz üzerinden demokrasi, özgürlük, hukuk diyemez. Benim ülkemin insanı demokrasi ile bu iktidarı işbaşına getirmiştir. İsterse sandıkla gönderir. Geçmişin çok iyi bildiğimiz ve hala bilinç altında haçlı zihniyetini taşıyan bu Batı’dan demokrasi öğrenecek değiliz. Bir taraftan teröre destek verecekler öte taraftan, özgürlük diyecekler. Yok öyle. Onlar havaalanı istemez, üçüncü köprü istemez. Dertleri bu. Bıraksınlar biz kendi içimizde doğruları buluruz. Süratle da yaparız. Fakat, şu yabancı hayranlığı olmasa!..

     

     

     

    Devamını Oku