16 Temmuz 2024 Salı
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Herkes hayatında en az bir kez kendi başına çözmesi zor olan psikolojik problemlerle karşı karşıya kalır. Hangi uzmanla iletişime geçmelisiniz – bir psikolog, psikiyatrist, psikoterapist ve aralarındaki fark nedir? Genel olarak ruh sağlığına nasıl bakılır?
Akıl sağlığı terimi ve eş anlamlı psikolojik sağlık kavramı, kelimenin geniş anlamıyla bir kişinin zihinsel iyilik halini ifade eder. Bir insan psikolojik olarak sağlıklıysa, hayattan tam anlamıyla zevk alabilir, varlığının anlamını hissedebilir, profesyonel ve diğer görevlerle başa çıkabilir, sevebilir, çalışabilir ve başkalarıyla ilişkiler kurabilir. Ve eğer bu yapılamıyorsa, o zaman kişinin psikolojik olarak sağlıksız olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, büyük psikiyatri alanından ciddi koşullara sahip olduğu anlamına gelmez: bölünmüş kişilik, paranoya ve benzeri sorunlar. Ruh sağlığı çeşitli nedenlerle bozulabilir: uzun süreli stres, aile sorunları, kişisel keder, hatta travmatik bir beyin hasarı bile bu tür sorunlara yol açabilir. Kendilerini farklı şekillerde gösterirler – benlik saygısında basit bir azalma ve uzun bir kötü ruh hali döneminden nevrozlara ve hatta akıl hastalıklarına kadar. Tüm hoş olmayan duygu ve duyguların hastalığın bir belirtisi olmadığını anlamak önemlidir. Korku, öfke, üzüntü zaman zaman herhangi bir kişi tarafından yaşanır. Ancak bu durumlar yaşama engel teşkil ediyorsa psikolojik bir sorunun belirtisi olabilir. Örneğin, iki haftadan fazla bir süredir depresif bir ruh hali fark ederseniz, bu hiçbir şeyden kaynaklanmıyor gibi görünüyor. Ya da metroda öyle bir korku var ki, gideceğiniz yere bir saat daha uzun süre gitmeyi tercih ediyorsunuz, ama sadece yerde. Arka arkaya birkaç gece uyuyamadığınızda.
Dolu bir yaşam sürmenizi engelleyen sorunlar fark ederseniz, uzmanlara başvurmalısınız. Spesifik soruna bağlı olarak, bir psikolog, psikoterapist veya psikiyatriste gitmek daha iyidir. Yaşam problemleriyle başa çıkmak mümkün olmadığında bir psikoloğa başvurmak daha iyidir, ancak klinik belirtiler yoktur. Örneğin, kendinizi, duygularınızı ve deneyimlerinizi anlamadığınızda, hayatta anlam bulamazsınız. Kederiniz olduğunda, çalışma, iş ile ilgili sorunlar, sevdiklerinizle ilişkilerde zorluklar yaşadığınızda. Uzun süreli psikotravmatik bir durum, kalıcı uyku bozuklukları, iştahsızlık, kalp ritmi bozuklukları, baş ağrıları, kan basıncı yükselmeleri, ciltte kızarıklık veya solukluk gibi belirgin psikosomatik semptomların ortaya çıkmasına yol açtığında bir psikoterapiste başvurmaya değer. Tüm bu semptomlar, bir kişinin kendi başına başa çıkmak için yeterli kaynağa sahip olmadığını ve sadece bir doktor tarafından reçete edilen hafif ilaç desteğine ihtiyaç duyabileceğini gösterir. Sokak korkusu, panik atak, mantıksız saldırganlık patlamaları, halüsinasyonlar, sanrıların varlığı, intihar düşünceleri gibi belirtiler gösterenler için bir psikiyatriste danışmak gerekir. Özellikle kendine veya başkalarına karşı şiddet vakaları olmuşsa, alkol veya uyuşturucu için güçlü bir özlem.
Ya doktora gidersem ve herkes bunu bilirse? Bir psikiyatri hastanesine götürülürsem ne olur? Psikologların, psikoterapistlerin ve psikiyatristlerin yardımı, anonim olmasa da her zaman gizlidir. Bir kişi bir randevuya gelirse, o zaman yardım isteme gerçeği bile tıbbi gizliliğin bir parçasıdır, teşhisten bahsetmiyorum bile.
Bu tür bilgiler ne işte, ne okulda ne de akrabalara açıklanmaz. Doktor, bu verileri yalnızca mahkemenin resmi talebi üzerine ifşa etme hakkına sahiptir. Hastaneye yatış söz konusu olduğunda, bu yalnızca bir kişinin davranışının hayatını ve sağlığını veya başkalarının güvenliğini gerçekten tehdit ettiği durumlarda mümkündür. Evet elbette. Akıl hijyeni diye bir şey var. Mümkünse bir uzmana başvurmaktan kaçınmaya yardımcı olacak çok sayıda önlem içerir. Hayata ve bizi etkileyen olaylara bilinçli bir şekilde yaklaşmamız gerekir. Kişisel olarak size uygun stresi önlemenin yollarını seçin: hobiler, yürüyüşler, tiyatro ziyaretleri, spor etkinlikleri – sizin için doğru olan. Günlük bir rejim uygulayın. Tabii ki, travmatik beyin yaralanmalarından kaçının. Bununla birlikte, psikotravmatik bir durum ortaya çıkarsa, zamanla sorun daha akut hale gelebileceğinden, bir uzmana ziyareti ertelememelisiniz. Ve ne demiş Adam Karınca ‘AKIL SAĞLIĞI BÜYÜK BİR İLGİYE İHTİYAÇ DUYAR. BU SON TABU VE BUNUNLA YÜZLEŞMESİ VE ELE ALINMASI GEREKİYOR’.
Öz farkındalık, iç dünyanızın, düşüncelerinizin, duygularınızın ve inançlarınızın anlaşılması ve tanınmasıdır. Tüm duygularınızın, düşüncelerinizin ve inançlarınızın farkında olmak, gerçekte kim olduğunuzu anlamak anlamına gelir. Bu kişisel gelişiminiz için çok önemlidir. Üstelik kim olduğunuzu genç yaşta anlamak, kurduğumuz hayatların daha mutlu ve daha tatmin edici olmasını sağlar. Kendine güvenen insanlar güçlü ve zayıf yönlerini bilirler. Bunun yanı sıra bu kişiler düşüncelerini, duygularını ve motivasyonlarını arzuladıkları sonuçları üretmek için yönetebilirler. Bir kişinin öz farkındalığı ne kadar yüksekse, düşüncelerini ve inançlarını olumlu yönde değiştirme olasılığı o kadar yüksektir. Çünkü insanlar duygu ve düşüncelerinin kendilerini nereye yönlendirdiğini anlayabilir ve duruma müdahale edebilirler.
Öz farkındalık, kişiliğiniz ve kişilik deneyiminizdir. Ancak öz farkındalık ve farkındalık genel olarak karıştırılır. Bu açıdan farkındalık, kişinin çevresinin, bedeninin ve yaşam tarzının farkındalığıdır ve öz farkındalık, bu farkındalığın farkındalığıdır. Onun kim olduğunu belirleyen onun özelliklerinin, yeteneklerinin ve niteliklerinin algılanmasıdır. Bu açıdan öz farkındalık, iç gözlem yoluyla kendini net ve nesnel olarak görme yeteneğidir.
Sağlıklı öz farkındalık, insana birçok alanda fayda sağlar. İş dünyasından sosyal hayata, kişisel hedeflerden sosyal hedeflere kadar kişi kendini ve kim olduğunu fark ederek başarıya ulaşabilir. Özellikle liderlerin en büyük özelliklerinden biri, güçlü ve zayıf yönlerini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmesidir. Kendinizi ve ekibinizi bu şekilde değerlendirmek kendinize güvenmenize yardımcı olur. Liderler, öğretmenler, eğitimciler, danışmanlar ve sağlık sektöründeki kişiler gibi sosyal sektörde çalışan kişilerin yüksek öz farkındalıkları, onları mesleki başarıya götürürken aynı zamanda hizmetlerinde fark yaratır.
Öz farkındalık, duygularınızı, yeteneklerinizi ve tercihlerinizi tanımanıza olanak tanır. Ayrıca düşüncelerinizin davranışınızı nasıl etkilediğini ve davranışınızın başkalarını nasıl etkilediğini de anlayabilirsiniz. Basitçe söylemek gerekirse; öz farkındalık, duygularınızın çevrenizdeki insanları etkileyen belirli davranışları nasıl üretebileceğini anlamak anlamına gelir. Duyguları ve tepkileri tanıyıp öğrendiğinizde, olumsuz olduğunu düşündüğünüz her şey üzerinde çalışabilir ve iyileştirmeye başlayabilirsiniz.
Toplumsal Farkındalık
Toplumsal farkındalık diğer insanlara nasıl göründüğünüzün bilincinde olmanızdır. Bu bilinç nedeniyle sosyal normlara bağlı kalmak ve diğer insanlar tarafından ‘sosyal’ olarak nitelendirilmek istemeniz olasıdır.
Bu tür farkındalığın faydaları olsa da benlik bilinci ile karıştırmamakta fayda var. Benlik bilinci çok fazla olan insanlar dış görünüşüne ve davranışlarına aşırı derecede duyarlı olurlar ve başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğü konusunda gereksiz endişeler duyabilirler. Bu durumda da öz bilinçten uzak davranışlar sergileyebilirler.
Öz Farkındalık
İçsel öz farkındalık kişinin iç dünyasının ve içsel durumunun bilincinde olarak bunu yansıtabilmesidir. İçsel benlik bilincine sahip olan bireyler içe dönüktür ve içeride neler olup bittiğini anlamak ister, kendi duygu ve tepkilerine merakla yaklaşır.
Bunu basit bir örnekle açıklayalım. Önemli bir toplantınız var ve çok gergin olduğunuzu fark ettiniz. Bu noktada fiziksel tepkilerinizin farkına varmak ve bu endişenizin toplantıyla olan ilişkisini çözümlemek içsel öz farkındalık için bir örnek olacaktır.
Öz farkındalığın öz bilinç haline gelmediğinin farkında olmak oldukça önemli. Öz bilinç kaygı veya içe dönüklük noktasından kendine yüksek bir odaklanmadır. Öz bilinç çok arttığında özgünlükten yoksun bir kişilik oluşturabilirsiniz. Bu durum kendinizin bazı yönlerini gösterirken utangaç davranma eğiliminde olmanıza sebep olabilir.
Öz farkındalık, duygusal zekanın temelidir. Zaman zaman duygu ve düşünceleri gözlemleyebilme yeteneği, kim olduğumuzu daha iyi anlamak, kendinizle barışık olmak ve düşünce, duygu ve davranışların etkin yönetimi için de önemlidir. Ayrıca kendine güvenen insanlar bilinçli davranmaya, zihinsel olarak sağlıklı olmaya ve hayata olumlu bakma eğilimindedirler. Ayrıca daha derin bir yaşam deneyimine sahip olmaları muhtemeldir ve çok daha şefkatlidirler. Üstelik pek çok araştırma, öz farkındalığın başarılı liderliğin temel bir özelliği olduğunu göstermektedir. Bu yüzden özellikle liderler için öz farkındalığın önemi büyüktür.
Öz farkındalık, bilinçli bir noktada kişinin hayatında sürdürülebilir bir noktaya geldiğinde daha bilinçli ve anlayışlı bir hale gelinir. Bireyler, yaşamlarında etkili ve kalıcı değişiklikler yapabilmek için bu iç ortamı görebilmeli ve bunlara alışabilmelidir. Bir kişiyi daha olumlu, daha alıcı yapabilir ve olumlu kişisel gelişimi teşvik edebilir. Öz farkındalık, olayları başkalarının bakış açısından görmemize, özdenetim uygulamamıza, yaratıcı ve üretken bir şekilde çalışmanıza ve kendinize ve işinize genel bir güven ve gurur duymanıza olanak tanır. Daha iyi karar vermeye yol açar ve insanların işte daha iyi olmalarını, daha iyi iletişim kurmalarını ve özgüvenlerini ve işle ilgili refahı artırmalarını sağlar.
Öz farkındalık, son dönemlerde liderlik jargonunda temel unsurlardan biri olmuş durumda. Pek çok lider kendisinin farkında olduğunu söylese ve bununla övünse de insanların yalnızca küçük bir kısmı bu tanımlamaya uyuyor.
Birçok insan duygularını göstermemesi gerektiği öğütleriyle büyümüştür. Bunun üstesinden görmezden gelerek veya bastırmaya çalışarak gelmiştir. Özellikle yoğun ve hoşumuza gitmeyen duygular baş gösterdiğinde bunlarla başa çıkmak zordur. Böyle durumlarda onları ya içselleştiririz (öfke, küskünlük, depresyon) ya da onları başkalarını suçlayarak, küçümseyerek ya da zorbalık ederek dışa vururuz.
Öz farkındalık eksikliği, liderlikte önemli bir handikaptır. Araştırmalara göre kurumsal firmalardaki yöneticilerin kariyer basamaklarını tırmanırken daha özgüvenli bir görünüm elde etmelerine karşın başkalarının bakış açılarını dikkate almama eğiliminde olduğu görülmüştür.
Bir başka çalışmada ise araştırmacılar, yöneticilerin beyin aktivitesine incelediler ve liderlerin hiyerarşiden kaynaklı gücü arttıkça başkalarıyla empati kurma yeteneğinin azaldığı sonucuna varmalarını sağlayan fizyolojik kanıtlar buldular. Bu da öz farkındalığın pozisyon arttıkça daha da önemli hale geldiğini gösteriyor.
Öz farkındalık eksikliği olan liderlerin en belirgin özelliklerinden birisi de değişmeleri gerektiğini düşünmemeleri ve bunu kabul etmemeleridir. Bunun yerine diğer insanların değişmesini talep ederler.
Öz farkındalık, kişilerin birçok konuda daha iyi karar vermesine yardımcı olur. Bu sadece iş dünyası için değil, günlük yaşam için de geçerlidir. Öz farkındalık, kişinin kendisini pozitif ve negatif yönleri ile tanımasını sağladığı için hayatın her alanında performans artışı söz konusu olur. İş hayatında öz farkındalığa sahip olmayan kişilerin pek çok sorunu olur ve maalesef düşük performans ve başarısızlık sıklıkla yaşadıkları durumlar arasındadır. Üstelik bu insanlar, istemeden bile olsa takım arkadaşlarına da zarar verir. Tüm bunları özetlemek gerekirse; öz farkındalığı olan kişiler kendilerine objektif bir noktadan bakabiliyor olduklarından artı yönlerini geliştirmeye ve eksi yönlerini de azaltmaya başlayacağından direkt olarak çalıştığı ortama maksimum fayda sağlayan kişiler olmaya başlayacaklardır. Söz konusu objektiflik zaman içerisinde kişinin kendisine ve çevresine güven sağlar. Haliyle kendine güvenen insanlar işlerinde, ekiplerinde ya da iş yönetiminde daha başarılıdır. Bunun en önemli nedeni sistemli hareket etmek ve iş planını uzun vadeye yaymaktır. Kişi doğru ekip ve strateji ile kendini ve şirketi kabul ettikten sonra çalışmalarına başarıyı yansıtır.
“Türkiye üretim ekonomisine geçmeli” doğru bir tespit fakat üretim ekonomisine geçmek ne yazık ki çok zor…
Türkiye’nin ekonomik düzeni ne yazık ki devamlı enflasyon üreten bir sistem; enflasyon, piyasada ürünlerden daha fazla para olmasını ifade eder, bu sorun iki şekilde çözülür ya piyasadaki fazla para piyasadan çekilir/çektirilir ya da piyasadaki fazla paranın karşılığı olacak kadar piyasaya ürün sürülür. Üretim ekonomisine geçmek ikinci yöntemdir.
Peki, Türkiye’de enflasyonun devamlı sorun olmasını engelleyecek kadar üretimin rakamsal kaşlığı nedir? yüzlerce milyar dolarlık ürün! bu kadar büyük bir meblağın üretimi için gereken yatırım nedir? en azından trilyon dolar!
1. doğrudan yatırım: Türkiye’ye en iyi zamanında yıllık 25-30 milyar dolar doğrudan yatırım geldi, şu an ise bu oran yarı yarıya düşmüş durumda. Bizim en iyi zamanımızdaki rakamlarla bile bu sorunu doğrudan dış yatırımlar ile çözmek mümkün değil.
2. yerli finansman: Türkiye’de tasarruf oranları %12-13(yakın zamanda değişmişse bankacı arkadaşlar bilgi versin düzelteyim.) bizden zengin ya da fakir ülkelere göre çok çok az, bu rakamlarla çok daha küçük ihtiyaçlar bile karşılanamaz, trilyon dolarlık yatırım ise sadece hayal… bizim tasarrufumuzun az olmasıyla beraber ,tasarruf alışkanlığımız yüzünden yerli sermaye ile yatırım yapma ihtimali tasarruf oranımıza göre bile az çünkü yerli yatırımcı uzun vadeli tasarruf yapmıyor, aylık yatırım yapıyor, bir yatırımı finanse edebilmek için 10 yıl gibi vadeli kredilere ihtiyaç vardır. Geriye kalıyor yabancı finansman (dış borç)
3. dış borç: Türkiye’de uzun vadeli krediler ne yazık ki hep yabancı finansman (yerli banka ile olsa bile banka yabancıdan borçlanmak zorunda kalıyor) ile sağlanıyor, Türk ekonomisinin dış borç kapasitesi yıllık milli hasılanın %50’si civarında bu oranın ne zaman üzerine çıkarsak ekonomide sorunlar baş gösteriyor ve bu borçlanma kapasitesi de ne yazık ki üretim ekonomisine geçmemiz için gereken sermayeye göre çok az.
Bunlar olmayınca da enflasyon sorunu para politikası ile çözülmeye çalışıyor ama onun da önünde demografi problemi var.
Hayır, mümkün değil çünkü Türkiye’nin üretmeme kadar üretememe problemi de var yani para olsa her şeyi üretebilecek kapasitemiz yok, bu da ancak eğitim ile sağlanır o konuda da iyi değiliz. Peki, eğitim sorunu da çözüldü (5-10 senelik bir süreç ve çok çetrefilli, girdi çok uzun olmasın diye ayrıntıya girmiyorum) o zaman üretim ekonomisine geçer miyiz? hayır çünkü üretim ekonomisine geçmenin birinci adımı bunu istemektir, bizim iş dünyasında “bir şeyler üretmek isteyen yok”.
İSO 500 (Türkiye’nin en büyük 500 şirketi) içinde geçen sene araştırma ve geliştirmeye harcanan para %0,5 idi (daha önceki senelere göre düşmüş) biz her şeyi bulduğumuz için arama derdimiz yok 🙂 bir de yanlış anlaşılma olmasın İSO 500 içinde araştırma ve geliştirmeye para harcayan 254 şirketin ortalama harcaması bu, 246 adet şirketimizin zaten çöpe atacak parası yok. Peki bu büyük çabanın sonucu ne? teknoloji yoğunluğuna göre üretilen katma değerin sadece %3-4’ü yüksek teknoloji, (bence fazla bile) düşük teknoloji %60 civarında.
Türkiye’deki mevcut güçlü şirketler bu kafa ile giderse üretim ekonomisine geçmek bir yana mevcut durumumuzu korumak bile bence son derece iyimser.
1990’dan beri, tam 1 trilyon dolarlık birikim yarattılar ve Dünya’daki tüm borsalarda işlem gören hisselerin %1.4’üne sahipler. Sadece 2017 yılında bu fonun getirisi 131 milyar dolardı. Norveç 5 milyonluk bir ülke, Ankara kadar hepi topu. Neredeyse hiç çalışmadan, sırf bu fonla geçinebilirler. Birleşik Arap Emirlikleri ve katar gibi ufak ülkelerin de yüz milyarlarca dolarlık fonları var.
Chavez de bunu yapabilirdi, Dünya’nın en büyük petrol rezervlerinden birine sahipti. Ama onun kurduğu fonun asıl amacı, özel sermayeyi devleştirmek ve denetimsiz biçimde devşirmekti. Petrol parasını akılcı yatırımlara değil, yandaş beslemeye ve popülist projelere kullandılar.
Örneğin 2015’te iç piyasada petrolün fiyatı, galon başına (3.78 litre) sadece 6 sentti. Bunu “halk hizmeti” sananlar şunu anlamıyor: sudan ucuza petrol satan ülke vatandaşına kötülük yapıyor demektir. Devlet bütçesinin çeyreğini bu şekilde heba ettiler. Sübvansiyonların gerçek maliyetini kavrayamayan ahmaklar için kahraman oldu Chavez.
Zaten ABD ile olan sürtüşmeden de puan kazanıyordu (en büyük ticaret ortağı ABD olmaya devam etti gerçi). Bu sayede, ülke batarken bile kötü yönetimi değil, dış güçleri suçlayan milyonlar oluştu. Tanıdık geldi mi?
Kısa süre önce tamamen petrole bağlı bir ülkenin 2020 hedefi ne biliyor musunuz? petrol dışı gelirlerini %80’e çıkarmak.
Hele Dubai iyice ilerde: petrol ve gaz GSMH’nin sadece %5’ini oluşturuyor. Bugün petrol bitse, bu herifler tık demeyecekler. Türkiye’deki muhalif kesimin pek beğenmediği Arapların kafası, Chavez ve benzerlerinden daha iyi çalışıyor…
Türkiye’nin Venezuela’dan farkı
Merkeziyetçilik, popülizm, yandaşlar, zenofobi, ideolojik parasal yönetim, kuvvetler ayrılığı, denetimsiz fonlar… hepsi tanıdık geliyordur. Mesela varlık fonu içinde bugün THY, Halkbank, ziraat, PTT, BOTAŞ, borsa, ne ararsan var. Bizdeki yeni zenginlik yaratmak için kurulmuş bir düzen değil maalesef…
Türkiye, turizmde olduğu gibi dört beş saatlik mesafede erişilebilen, 365 derecedeki bütün komşularına, Afrika ülkelerine, Avrupa Birliği’nin tamamına ve Amerika Birleşik Devletleri’ne ihracat yapma kabiliyeti yüksek bir ülke. Bu fırsat yerli yerinde değerlendirilip, kitlesel bir motivasyona dönüştüğünde, önümüzdeki yıllarda Güney Kore ve Almanya modeli bir üretim tipi karşımıza çıkmış olacaktır. Zaman zaman Çin modeli benzetmeleri yapılsa dahi, Türkiye’nin ne demokratik tutumu ne sanayi altyapısı ne de ölçeği Çin ile benzer değildir. Türkiye daha çok Japonya, Güney Kore ve Almanya modelinde bir ülke olma yolunda yürümelidir.
Aslında bir ülkede üretimin devrime dönüşmesi, teker teker başlıklar ile ilgili değil, toplumsal ruh ile ilgilidir. Türk milleti mücadele etmeyi, krizle baş etmeyi, devrim yapmayı sever. Teyakkuz, cesaret, baş etme ve devlerle yarışma, bu milletin mayasında var. Yeter ki milletin azmine rehberlik edecek bir devlet mekanizması bu işin bayraktarlığını yapsın.
Tüm Hristiyanlar tarafından kutlanan en önemli ve en eski bayramlardan biri olan Paskalya’da aslında iki önemli olay kutlanır. Hz. İsa’nın yeniden dirilişi (Paskalya Bayramı) ve Yahudilerin Mısır egemenliğinde köle olarak yaşamasından sonra Hz. Musa önderliğinde çıkışı.
Tüm Hristiyanlar tarafından kutlanan en önemli ve en eski bayramlardan biri olan Paskalya’da Hz. İsa’nın yeniden dirilişi (Paskalya Bayramı) kutlanıyor.
Katolik ve Ortodoks kiliselerinde tıpkı Noel Bayramı gibi farklı dönemlerde kutlansa da Paskalya, yaklaşık olarak mart ile nisan sonuna kadar olan dönemi kapsıyor.
Paskalya Bayramı için modern dünyada belirli bir tarih belirlenmeye çalışıldı. Nisan ayının ikinci pazar günü üzerinde durulsa da uygulamaya geçilmedi. Bazı kiliselerde pazar günü kutlanan Paskalya Günü, Kıyam Yortusu ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.
Yahudilerin 500 yılı aşkın bir süre Mısır egemenliğinde köle olarak yaşamasından sonra Hz. Musa önderliğinde bu ülkeden çıkmasını temsil eden Pesah Günü (Fısıh Bayramı) var. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın Fısıh Bayramı’nın hemen öncesinde çarmıhta can verdiğine ve bittikten sonra da dirildiğine inanırlar. Bu hafta Hristiyanlar tarafından ‘Kutsal Hafta’ olarak adlandırılmış olup Paskalya ve Fısıh Bayramı peşpeşe gelir.
Yahudiler ise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği günü Pesah yani ‘Hamursuz Bayramı’ adıyla baharın ilk dolunayından sonraki 14’üncü günde kutluyor.
Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları Meryem Ana Paskalyası adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.
İngilizce’de Easter olarak bilinen Paskalya diğer Batılı dillerde de Eastre, Ostern ya da Pasen, Paskar gibi isimlerle anılır. Türkçe’ye Rumca Pashalia sözcüğünden türeyerek girmiştir. Kelime anlamı ‘geçiş, geçmek’ demektir.
Hz. İsa’nın milattan sonra (M.S.) 29–33 yılları arasında çarmıha gerildiği belirtilse de Paskalya bayramına dair en eski kayıtlar 2. yüzyıla aittir. Bununla birlikte Hz. İsa’nın dirilişinin anılması muhtemelen daha eski tarihlere dayanıyor.
Paskalya döneminin kutlanışı ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Kilisede yapılan ayinler dışında en yaygın kutlama şekli Hristiyanlığa inananların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve farklı renklere boyanan ve haşlanan Paskalya yumurtası hediye etmesidir. Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (Paskalya çöreği) yapılır, mumlar yakılır ve dualar okunur.
Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz veya Lent) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsar. Paskalya Günü’nde (Diriliş Günü) sona erer. Hristiyanlar bu ‘Lent’ döneminde 40 gün boyunca hayvansal gıda tüketmezler.
II. yüzyılda yazılan Didakte kitabına göre Hz. İsa inananlarına çarşamba ve cuma günü oruç tutmalarını buyurmuştur. II. yüzyıldaki kiliselerin bu orucu Diriliş Bayramı’ndan önce (Paskalya) tuttukları bilinmektedir.
Paskalya gecesinde ayin düzenleme ve vaftiz törenleri yapmak hem Katolik hem de Ortodoks kiliselerince uygulanır. Rum ve Rus Ortodoks kiliselerinde kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alaya katılanlar kiliseden çıkarken hiç ışık yakmaz ancak Hz. İsa’nın dirilişini simgelemek için dönüşte yüzlerce mum yakılır.
Noel, St. Patrick’s Day ya da Sevgililer Günü’nün aksine Paskalya, her yıl aynı tarihte kutlanmıyor. Ancak İlkbahar ekinoksu, Ay’ın evreleri ve Gregoryen takvim hesabıyla Paskalya, Mart ayının son haftasından Nisan ayının son haftasına kadar süren bir zamanı içeriyor. Kesin tarihi, her yıl değişse de Paskalya, her zaman Pazar gününe denk gelir ve hemen öncesinde Kutsal Cuma günü kutlanır.
Polonya
Eğer Paskalya zamanı Polonya’da bulunuyorsanız, en ilginç etkinlikler sizi bekliyor olacaktır. Paskalya Pazartesi’si, Polonya’da sokaklarda yürürken dikkat etmenizde fayda var. Zira sokaklarda su dolu kovalar, balonlar ve tabancalarla size saldırmaya hazırlananlar olabilir. Eski günlerde bekar kızların erkekler tarafından kovalandığı bu gelenek, günümüzde su savaşlarına dönüşmüştür. Size önerimiz, dünyanın en güzel ülkelerinden biri olan Polonya’da Paskalya Pazartesi’si, su geçirmez giysilerinizi giyip dolaşmanız olacaktır.
Norveç
Paskekrimmen olarak bilinen Paskalya Bayramı, Norveç’te oldukça ilginç bir şekilde kutlanıyor diyebiliriz. Zira başka ülkelerde karşımıza çıkan Paskalya çöreği ya da Paskalya yumurtası yerine Norveç’te Paskalya zamanı, karlı kış ayları dışarıda devam ederken, insanlar gerilim, gizem, cinayet dolu polisiye romanları okuyup filmler seyrederek kutlama yapar. Hatta ülkedeki çoğu kitabevlerinin vitrinleri bu konudaki kitaplarla süslenir.
Yunanistan
%80’inden fazlası Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olan Yunanistan nüfusu için haliyle Paskalya, hem kutsal hem de en önemli dini bayramdır. Ancak ülkenin her yerinde, neredeyse birbirinden farklı kutlamalara ve geleneklere rastlayabilirsiniz. Örneğin; Korfu Adası’nda 16. yüzyıldan kalma bir gelenek devam ettiriliyor. Paskalya Günü, saat tam 11’de ada sakinleri, kilden yapılmış işe yaramayan çömleklerini camdan fırlatırlar. Böylelikle kötü ruhların uzaklaşacağına ve yeni bir başlangıç getireceğine inanırlar.
İtalya
Dünyanın en iyi festivaller ve etkinliklerine ev sahipliği yapan İtalya, Paskalya ne demek ve nasıl kutlanır merak ediyorsanız kesinlikle doğru yerdir. Katolik olan İtalya nüfusu, Paskalya bayramı süresince renkli etkinlikler, festival alayları, dini törenler ve yemek fuarlarına ev sahipliği yapar. Noel’den sonra ikinci en önemli bayram olarak kutlanan Paskalya’da, Paskalya çöreği ya da Paskalya tavşanı yerine İtalya’da çocuklara büyük ve içinde bir hediye bulunan çikolatan yapılma yumurtalar verilir.
2024 PASKALYA NE ZAMAN?
Paskalya, Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli geleneklerdendir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak mart sonundan nisan sonuna kadar olan dönemdir.
Buna göre; 2024 yılında Paskalya Bayramı 31 Mart Pazar gününe denk geliyor.
İyi Bayramlar!
Altının, elmasın, arabanın, evinin, telefonun ve zümrüdünün bir değeri var ise ya kadının?
Kadın olduğum için değil, Türkiye’de yaşayan yabancı bir kadın olarak yazmak istedim. Özel günümüze özel bir köşem olsun istedim ama sadece 8 Mart’a özel söylemek ya da yazmak değil de bunu aslında yaşadığınız her gün tekrarlamanızı istiyorum: ‘Her kadın özeldir, her vücut değerlidir ve farklılık her zaman güzeldir’ bu benim cümlem ve ben onu dostlarıma, yakınlarıma ve kadın arkadaşlarıma söylerim ve hissettiririm.
Ahh, bir de asla bunu unutmayalım: ‘Çirkin kadın yoktur, bakımsız ya da kendini feda etmiş kadın vardır!’
Böyle bir başlangıçla asıl konuya dönelim.
Kadınlar…
Her kadının içinde dişi ve eril gücü, her erkeğin içinde de eril ve dişi gücü var. Kadının eril gücü bir hareketin başlamasını, ben diyebilmeyi sağlıyor. Dişi gücü ise hareketin katılığını esneterek diğerini de düşünebilmeyi sağlıyor. Kadın gerçek kadın olmayı yaşar ve hem dişi hem eril gücünü doğru kullanabilirse yaşam çok güzel olacak. Çünkü kadında dişi güç daha yoğun, barışların sebebi. Nerede kadın zayıfsa orada herkes birbirinin sınırına zorbalıkla taciz içinde… Erkek yaşamda hareketi başlatıcı, kadın tamamını, devamını sağlayan…
Her erkeğin ve kadının ilk duygusal, algısal öğreniminde kadın başrolde… Böylece kadın başlangıçta ve sonra yaşamın güzelliğini yaşama ve paylaşmada, barış yaşantısında temel rolü oynuyor. Bu çok değerli, büyük bir güç ve güzellik, aynı zamanda sorumluluğu ve bedeli de çok yüksek. Bu yüzden kadın, kadın olmayı yaşamaz, varoluşuyla barışmazsa, yaşamda barış sağlanamaz. Kadın bu zorlukla mücadeleyi iyi yapar ve kadın olmayı yaşarsa, her şey daha güzel olacak…
Peki, Sizce, bütün Dünyada KADINLAR gerçekten kadın gibi yaşıyorlar mı, hissediyorlar mı, davranıyorlar mı? Kadının değeri nedir?
Mesela, Türkiye’de ‘kadın’ olmak… Gerçekten kadın kelimesine yakışır bir şekilde kadınlığımızı yaşayabiliyor muyuz bakalım…
Bir Türk atasözü şöyle der: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi kadındır”.
Türk Kültüründe ailenin temeli kadındır. Türk kadını ailesinde söz sahibi olmuş̧ ve kocasına daima destek olmuştur. Bu milattan önce de böyle idi. Avrupa, Afrika ve Arabistan’daki kadınlar köle olarak satılırken, Türk kadını her zaman hür ve özgür olmuştur.
Bir Arap seyyah İbn Batu şu şekilde not almıştır: “Burada öyle ilginç̧ bir duruma şahit oldum ki, o da Türklerin kadınlara gösterdiği saygıdır. Burada kadınların kıymeti ve saygınlığı erkeklerden daha üstündür”. Aynı zamanda bu yazdıklarımı eski Türk destanlarında da açıkça görüyoruz. Destanlarda kadının güç̧ ve ilham kaynağı olduğu bildirilmektedir.
Eski Türklerde kadın, ailede söz sahibi olduğu kadar siyasi ve ekonomik ilişkilerde devlet yönetiminde de söz sahibi olmuştur. Kadınlar kılıcını iyi kullanır, ata biner ve güreşirlerdi. Kadınlar savaşa da katılırlardı. Bir Türk atasözü̈ söyle der: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi kadındır”. Türklerin kadınlara çok değer verdiğini söylemiştik. Bunu eski Türklerin tek eşli oluşlarından da anlayabiliyoruz. Yani Türk erkekleri, bir kadınla evlendiklerinde ikinci bir kadın almazlardı. Hun Türkleri döneminden beri kadın erkek ayrımı yapılmazdı.
Şimdi Türkiye’de kadın olmak, boynunda bir namus yaftasıyla dolaşmak zorunda bırakılmaktır. Türkiye’de kadın olmak, boşanmışsa dul, evlenmemişse evde kalmış, çocuğu yoksa kısır, dekolte giyiniyorsa hafifmeşrep, çok gülüyorsa oynak, çok geziyorsa sürtük diye etiketlenmektir. Türkiye’de kadın olmak, ayıplarla, önyargılarla, geri kafalılıkla savaşmaktır. Fikrini savunamamak, düşünememek, konuşamamak, gülememek, içinden geldiği gibi davranamamak, hakkını arayamamaktır. Türkiye’de kadın olmak, bedeninden, cinselliğinden, kadınlığından utandırılarak eğitilmektir. Sustuğunda, gözlerini yerden kaldırmadığında, başı eğik olduğunda, ‘terbiyeli’ sıfatıyla ödüllendirilirken, tam tersini yaptığında ahlaksız olmaktır. Türkiye’de kadın olmak, ana babaların oğullarının çapkınlıklarından böbürlenerek bahsederken, kızlarının bir erkekle çay içmesinin bile namuslarını iki paralık etmesine tanık olmaktır. Türkiye’de kadın olmak, aynı işi yaptığı halde erkeklerden daha az ücret almak, daha başarılı olduğu halde terfi ettirilmemektir. Türkiye’de kadın olmak, dayak yediğinde hakkettiği, taciz edildiğinde arandığı düşünülmek, tecavüze uğradığında bile suçlanmaktır. Türkiye’de kadın olmak, her türlü şiddete maruz kalıp da polise gidince ciddiye alınmamak, devlet tarafından korunmamaktır. Türkiye’de kadın olmak, baskıcı, ikiyüzlü bir toplumda nefes almaya çalışmaktır!
İstatistiklere göre 2015-2018 yılları arasında Türkiye’de toplam bin 559 kadın öldürüldü. Türkiye’de 2019 yılında 300’ün üzerinde kadın eşleri, eski eşleri, sevgilileri ya da diğer yakınları tarafında öldürüldü. 500’ün üzerinde kadın erkekler tarafından şiddete uğradı, binlercesi sözlü, psikolojik şiddete maruz kaldı. Kadınlar bu şiddet biçimlerine eşleri, eski eşleri, sevgilisi ya da diğer yakınları tarafından uğruyor.
Ben bu satırları yazarken, belki de şu an dünyada ya da ülkemin bir köşesinde bir kadın kocasından şiddet görüyor, başka bir kadın tanımadığı bir erkek tarafından bu saatte sokakta gezdiği için tacize maruz bırakılıyor. Belki de yarın bir kadın, kadın demenin ne demek olduğunu bilmeyen, Dünya Kadınlar Günü olduğundan bile bi haber olan patronu tarafından mobbinge uğratılacak…
Bütün bu yüz kızartıcı gerçeklere rağmen kadın erkek eşitliğinin tam olarak her alanda sağlandığı, kadına yönelik şiddetin ve cinsel istismarın azaldığı değil tamamen bittiği, bir gün değil her gün kadınların değerinin anlaşıldığı, hepsinden ötesi kadınların kendi güçlerinin; inandıkları, istedikleri zaman neler yapabileceklerinin farkına vardığı bir dünya diliyorum.
8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu olsun ve diğer tüm günlerde “Dünya Kadınlarının” olsun…
Sevgi ve saygı ile kalın,
oksana.kozak.author@gmail.com