20 Temmuz 2020 Pazartesi
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
İşveren: İş çok, çalışan yok.
Personel: İş yok, maaş az.
Yüksek maaş ödemek ne yazık ki bir işe yaramıyor. ‘Bu kadar bol para veriyorlarsa, ben önemli biriyim’ diye düşünüyor çalışanlar. Muhasebecisi doktoru, çaycısı, kapıcısı, hemşiresi, sekreteri, müdürü günün akışına uygun çalışıyor mu? İşletmelerde her sektörde kişiye ortalamanın üstünde ödenen maaş ve korunan haklara rağmen çalışanın işinin hakkını yerine getirmemesinden dolayı bedeli ödenemeyecek maddi ve manevi kayıplar yaşandığına tanık olunur hep. Eğer küçük dağları ben yaptım havası ile davranılmaya devam edilir ve verilen iş hakkı ile yapılmaz ise tabii ki bir şirket yavaşlayacak ve sonunda duracaktır.
Bir işçi ve memur çocuğu olarak anne ve babamın işlerine gösterdikleri özene ve saygıya tanıklık ederek büyüdüm.
Temizlik personeli toz beziyle buzdolabının içini silebilir, evinizde veya ofisinizdeki dolabın üzerinden diğer çalışanın, çocuklarınızın başına iki kiloluk bir malzeme düşmesinden son anda kurtulabilmeniz büyük şans. İşletmenin çıkarlarını verimli şekliyle sahip çıkmayan bir çalışan sürekli güdülmek zorunda kalınıyorsa bilin ki o personel kendi çıkarları için o işletmede bulunuyor ve işverenin sorumluluklarını, çıkarlarını önemsemiyor ve gereken özeni göstermiyordur.
İşverenin hak gözeten tarafı görülmez hiçbir zaman. Hak ve adaletin işveren için yokmuş gibi düşünülmesi ise yanlış bir tutumdur.
Kaytaranlara bir şey sorarsın, ezberlemiş gibi ‘ bunun benimle ilgisi yok, ben duymadım, hayır söylenmedi, ama, vs.. ‘ … Şirketin ve işe yarayan diğer personelin huzurunu bozmak için moral bozma şurubu olurlar. ‘Çalışanın işi var ama işverenin çalışanı yok’. Kişi sanki sadece kendisi için işe girmiş ve tanrı edasıyla çalışıyor. Onun işe ihtiyacı varmış gibi düşünüyor. Kurumun işlerinin önemi yok gibi davranmalarının ne kendilerine ne de başkalarına bir yararı olmadığı ile ilgilenmiyor bile. Üreten, istihdam eden, ülke ekonomisine katkı sağlayan, işveren olmanın zorluklarını ve sorumluluklarını tabii ki görmek bile istemiyor. Kişi işi kusursuz yapmıyor ise bıraksın o işi yapmasın. Çünkü ne eğlenceli olacak ki? Eğlenceli değilse orada ne aradığını sormak gerekmez mi?
Çalışanlar gelenekleri ve objektif bir şekilde iyi niyet kurallarını da göz önünde bulundurmalı.
Çeyrek asrı aşan iş hayatımda ve binlerce gözlemimden süzülen tecrübelerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkiye’nin en önemli, belki de en acil ihtiyaçların biri mutlu ve verimli çalışmanın öğrenilmesi, eğitimlerin düzenlenmesidir. Bu yönde çalışma yapılması mutlu aile, mutlu toplum, mutlu birey ve sağlıklı nesiller yetiştirme bakımından önemlidir. Gelecek her yerde inşa edilir.
İşçi ve memur bir olan bir ailede anne ve babamın işlerine gösterdikleri özene ve saygıya tanıklık ederek büyüdüm..
Verimlilik ne güzelliğe ne yakışıklı olmaya bakar.
Velhasıl işi kökünden halletmek için ister büyük ister küçük olsun işleri sürekli denetleyip işini yerine getirmeyenlerden ayrılmak gerekiyor. İşverenin haklarını da gözetmeyi de bilmeli çalışan. Ve ne yazık bunu öğrenebilmenin bir okulu yok. Ne var ki ‘insanoğlu kendi benliğini ve kendi gelişme ihtiyacını doyurabildiği oranda kendini işe adar.’ Demek yerinde olur.
Bir işverenden bir ağaca tünen baykuşlar gibi beklemesinin beklentisi olabilir mi?
Keşke cennet bahçesinde salına salına gezilseydi hep.
KGK Sektörler Arası Komite Üyesi
İster büyük şirket olsun, ister küçük idarecileri küçük adamlar olursa sonu hüsrandır.
Çeyrek asrı aşan kariyerim ve binlerce gözlemden süzülen tecrübelerime dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkiye’nin en önemli, belki de en acil ihtiyaçlarından biri liyakattır. Yani işi, emaneti sahibine vermek…
Boşuna söylememiş atalarımız; at binenin, kılıç kuşananındır diye…
Şube müdürü, daire başkanı, sorumlu müdür, koordinatör, kısım amiri, şef… kamu ya da özel sektörde adı her ne olursa olsun, bir idareci taşıdığı sıfatların hakkını mutlaka vermeli.
Hakkını vermezse ne mi olur? Tereddütsüz iflas…
İdareci işini iyi yapmalı, performansı iyi yönetmeli. İdareci işini yapmazsa teknisyen de yapmaz, temizlikçi de yapmaz. Başhekim işini iyi yapmazsa hemşire de, hasta bakıcı da yapmaz. Bir gazetede yazı işleri müdürü işini iyi yapmazsa muhabir de, editör de yapmaz… Varın o kurumların, kuruluşların sonunu siz düşünün!
Organizasyon şemasının en üstünde olmak idareciyi ‘üstün’ yapmaz. Hele bir de yönetsel yetenekleri zayıf ise elindeki tek kozu ‘korku’ ile yönetmeye başruvur ki, o daha vahimidir…
Özgüveni zayıf idarecilerin ulaşılmaz rolüne bürünmesi ise ayrı bir açmaz…
Bu tip idarecileri tanımak oldukça kolaydır: Bir hata veya sorunla karşılaştıklarında suçlayacak birini hemen buluverirler. Ya da ortada bir başarı varsa bu kesinlikle idarecinin eseridir yaklaşımı ile karizmaları için çırpınır dururlar…
Bu da ‘Hatalar hataları doğurur’ sözünün ne kadar gerçek olduğunun kanıtıdır aslında…
İdareci olmak kolay değildir. Emek ister, sabır ister, zaman ister, öngörü ister…
Örnekler hep kötülerden mi olmalı? Tabii ki hayır!
Küçük bir dükkan ile başlayıp Türkiye’nin sayılı varsılları arasında yer alan Sabancı Ailesi buna en iyi emsallerinden biridir.
Tartışmasız başarısı ve pozitif enerjisiyle milletimizin kalbini fetheden Sakıp Sabancı’nın iş disiplini, yaşam felsefesi, hayata karşı duruşu yeterli bir örnek değil midir?
İş disiplini dedik…
Çünkü Sakıp Sabancı’nın babası Hacı Ömer oğlunu henüz 15 yaşındayken disiplinli bir yöneticinin eline vererek ona genç yaşta iş disiplinini aşıladı.
Şirketin büyük ya da küçük olmasına önem vermeden, işini önemseyen, taş üstüne taş koyan, başarısını katlayan Sakıp Sabancı’nın hayatı tüm girişimcilere ve idarecilere örnek olmalı…
Herkes işini iyi yapmalı…
Şirketler, devletler, platformlar, kolektif bilincin var olduğu tüm oluşumlarda herkes işini iyi yapmalı. Bunun anahtarı da iş disiplinidir. Etrafımızda işini iye yapan biyeler görmek istiyorsak yarının büyüklerine iş disiplinini öğretmeliyiz.
Gelecek yeni nesiller ile şekillenecek…
İşte bu sebeple yeni nesli ne kadar doğru ve iş disiplini almış bireyler olarak yetiştirirsek geleceğimiz de o kadar sağlam temellere kurulur.
TOBB İzmir Kadın Girişimciler Kurulu
İcra Kurulu Üyesi
‘Kim demiş bir kadın küçük şeydir; bir kadın belki en büyük şeydir.’
Cumhuriyet Halk Partisi, felsefesi, duruşu ve değerleriyle çocukluğumdan bu yana benimsediğim bir parti olarak beynime kazındı. Ulu önder Atatürk’ün ‘Fazilet” olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin kurucu partisi olması ve yine Atatürk’ün şaşmaz ilkelerine bağlılığımdan dolayı; çocuk yaşta tercihimi yapmıştım. Oldum olası kendimi refakatçısı olarak hissettim, gönül verdim, neferi olmaktan gurur duydum Cumhuriyet Halk Partisi’nden.
Parti içinde ilçe ve il kadın kolları kongrelerini mart başında tamamlayan Kadın Kolları Genel Başkanlığı, 14’üncü Olağan Kadın Kolları Kurultayı’nı
11 Temmuz’da yapmaya hazırlanıyor. Kurultayın ‘eşitlik gelecek’ temasıyla yapılacağını söyleyen CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Fatma Köse’nin fedakarlıklarla yüklü mücadelesine birden fazla tanıklık ettim. Öncelikle şunu belirtmek isterim; bugün de aktif olarak bulunduğum partimde Olağan Kadın Kolları Kurultayı’nın hayırlı olmasını diliyorum.
Kadın Kolları Genel Başkanımız Sayın Fatma Köse’nin kadınların yaşadığı sorunlara gerçekçi ve rasyonel yaklaşması, Türkiye’nin en ücra köşelerinde azimle yaptığı çalışmalar çok ulvi ve kıymetlidir. İl başkanından mahalle temsilcilerine, parti delegesinden çaycısına kadar etrafındaki insanlara gösterdiği nezaketi ve ilgiyi kimse inkar edemez.
Öyle ki, yüreği vatan sevgisiyle dolu Halide Edip Adıvarlar, Nezahat Onbaşılar, Şerife Bacılar, Erzurumlu Kara Fatmalar milli mücadele döneminde nasıl ki yurdunu ve bağımsızlığını savunmuş ise Sayın Fatma Köse’nin de kadınlara ve yurduna sıkı sıkıya sarıldığını gördüm. Türk kadınının sahiplenici yanını dünden bugüne çok iyi temsil etti. Milli mücadele döneminde cepheye silah taşıyan, Mehmetçiğin yaralarını saran Türk kadınlarını hiç unutmadan ülke meselelerinden kadın sorunlarına kadar omuz omuza, insanımıza dokunuşuyla o ruhu bugünlere aktarmış olması gurur verici bir tablodur.
Bulunduğu görev süresi boyunca 81 ilin tamamını sadece 1 yılda 5-6 kez dolaştığına, her sektör ve sosyal çevreden kadınların sorunlarının üzerine titizlikle ilgilendiğine tanıklık ettim. Çalışan, üreten, buna rağmen fiziki ve psikolojik şiddet gören, tacize uğrayan, itilen, ikinci sınıf insan statüsüne koyulan kadınlarımızın sorunlarının yasal takipçisi olduğunu da biliyorum.
Güzel şeyler mutlaka sahibini bulur, niyeti destekler.
‘Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır’ diyerek bundan sonra da güzel ve kalıcı projelere imza atacağına inancım tam. Kendisini tanıdığım için kendimi çok mutlu hissediyorum. Bir kadın, bir anne ve bir iş insanı olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu kadar değerli bir Türk kadın siyasetçinin olması onur verici diyorum.
Sayın Köse’nin dünden bugüne Türk kadını misyonuna kılavuz olduğuna ve bu başarıyı daha da ileriye taşıyacağına inancım tam…
İzmir Ticaret Odası
Sağlık Grubu Meslek Komitesi Üyesi
Kimi, dinin öğrettiği ahlak temeline dayandırıyor saygıyı, kimi de ideolojik temellere… Bireyler, uluslar, kültürler madem kendine göre yorumluyor saygı göstermeyi, o zaman gerçekten saygı nedir?
Terminoloji saygıyı, bireylerin veya kurumların birbirlerinin ilgi ve tutumlarının farkında oldukları, yapıcı bir davranış tarzını benimsedikleri olumlu bir duygu olarak tanımlıyor. Saygı göstermek bir başka deyişle ilişki ve iletişim kurulan bir oluşumun hak, değer, inanç ve her türlü özelliğini göz önünde tutarak, bu kavramlara önyargısız yaklaşmayı kapsıyor. Değeri, üstünlüğü, kutsallığı nedeniyle dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan, hürmet ve sevgi barındıran bir duygu…
Yaşadığı topluma saygılı, başkalarını rahatsız etmekten sakınan iki evlat yetiştirmiş bir anne olarak, çeyrek asrı geçen sürede saygı göstermeyi kendine ilke edinmiş çalışanlar yetiştirmiş bir işveren olarak, saygının önemini vurgulamak istiyorum.
Sağlıklı iletişimin ilk şartı karşımızdakine saygı göstermektir. Yukarıdaki tanımda olduğu gibi karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmekten söz ediyorum. Siyasi görüşü, inancı, mezhebi, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun, bu saydıklarımın hepsini, tıpkı bir mozaik gibi o insanın bir özelliği olarak görmek ve bunu kabullenmek…
Davranışsal açıdan konuya yaklaştığımızda, bunun kültür ve inançlar bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Görgü kurallarını bilmesine rağmen -ki bana göre bilinmesi ve özenli olunması gerekir- restoranda yüksek sesle konuşan bir vatandaşımızı örnek verelim. İçinde bulunduğumuz şehrin aşırı sosyal örgüsü içinde bu manzaralar oldukça itici gelir. Kınamak, dışlamak, yakınmak yerine saygının olmazsa olmazı sabır kalkanıyla bu durumu her zaman karşılıyoruz. O kişinin duygularını ve heyecanlarını kontrol edemeyen biri olduğunu düşünerek empati kurmalıyız ve sabırlı olmalıyız. Ona da bir alan açmalıyız.
Ama tabii ki nereye kadar?
Tabii ki bu ‘saygısızlığa’ göz yummak, kulak tıkamak demek değildir.
Saygılı olmalıyız ve saygıyı doğru bir dille anlatmalıyız. Ailede alamadığı eğitimi okulda, okulda alamadığı eğitimi toplumda, tam kıvamında hazırlanmış görgü reçeteleriyle anlatabiliriz.
Kabul diyorum; kendilerine doğallık zırhı altında ‘Ben olduğum gibiyim’ yaftası yapıştırmış, nezaketsizliği adeta iletişim biçimi olarak benimseyen bazı insanlarla mücadele etmekten yorulduk. Ekranlar denetimsiz yayınlarla, kitaplardaki müfredat korkunç yanlışlarla dolu. Ancak yine de insanların birbirine saygılı olmasını öğretebiliriz. Başkalarının haklarına saygı göstermeyi anlatabiliriz. Trafikte ya da kaldırımda yürürken yol vermeyi, sıra beklemeyi, “Günaydın” demeyi, beşeri münasebetleri, aynı fikirde olmadan da kibarca düşüncelerin savunulabileceğini hatırlatabiliriz. Türk toplumunun dünyaya örnek davranışlarını, büyüğe saygıyı küçüğe sevgiyi anlatabiliriz.
Sözün özü; saygının ve sağlıklı iletişimin olmazsa olmazı nezaket. Ve nezaket her şartta öğrenilebilir, öğretilebilir.
Saygı kayığına binmeden sevgi denizi geçilmez…
Saygılarımla…
TOBB İzmir Kadın Girişimciler Kurulu
İcra Kurulu Üyesi
Yeni tip korona virüs (Kovid-19) dünyada ve ülkemizde birçok açıdan yaralar açtı. Virüs, neredeyse her sektörde olduğu gibi turizmi de vurdu.
Ancak son gelişmeler yüzümüzü güldürecek türden…
Korona sürecinin yaz tatiliyle birleştiği şu günlerde İzmir’deki tüm otel, apart, pansiyon gibi konaklama merkezlerinin dolu olduğunu gözlemledim. Türkiye’nin birçok noktasında hizmet veren turizmci dostlarıma da konuyu açtım ve aynı cevabı aldım:
Evet, her yer hareketli…
Bu gerçekten çok sevindirici bir gelişme.
Bu durum, insanlarımızın tedbiri elden bırakmadığının, sahip oldukları değerlerle kendi önlemlerini aldıklarının, olması gereken bilinç düzeyine ulaştığının da göstergesi aslında. Normalleşme kararları kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayımladığı hijyen genelgesinin de bunda büyük payı olduğunu düşünüyorum. En küçüğünden en büyüğüne tüm işletmelerde konukların ve mekandaki görevlilerin aynı titiz yaklaşımı söz konusu…
Pideciler mesela… Evimizin mutfağı kadar tertemiz mekanlar… Pırıl pırıl, ışıl ışıl…
Evlerinde maddi durumu elverişli olmasına rağmen virüsten korkan ya da durumu tatile elverişli olmayan, hatta çarşıya, pazara gidip alışveriş yapamayacak kadar korkan vatandaşlar var.
Onlara diyeceğim şu ki; korkmasınlar…
Gereken önlemler alınmış durumda.
Hak veriyorum, kolay değil; 3-4 ay evlerimizdeydik. Sıkıldık. Bazılarımızın ruh hali bozulma noktasına ulaştı. Ancak bu şekilde de bir yere varamayız. Ayağa kalkmalıyız. Tedbiri elden bırakmadan dışarı çıkmalıyız…
Ekonomideki çarkların yeniden dönmesi için turizmi hareketlendirmeliyiz.
Havayolu dahil tüm ulaşım ağlarını doğru kullanarak, kurallara uyarak gerçekleştirilen turizm hareketleri yüzümüzü güldürecek sonuçlar doğuracaktır.
Kurallara uymak diyorum; çünkü hijyen korona virüsten korunmanın ve tüm dünyada müşteri memnuniyetinin ön koşulu.
30 yıllık iş hayatımda pek çok toplumsal soruna şahit oldum. Buna rağmen ekonomik ve sağlık açısından ilk kez bu kadar ciddi bir kriz gördüm. Son yaşananlar elbette beni de ürküttü.
Ancak şu bir gerçek ki; asla yılmadık. İnsanlık için, güçlü ekonomimiz için yılmadık… Sendelesek de kalkmayı bildik…
Tıp dünyasının çare bulmak için canla başla mücadele ettiği bu salgın dönemi elbette bitecek ve hayat devam edecek.
Korkuyla bir yere varılmaz. Sahada hareket halinde olmalıyız.
Süreç devam ederken İzmir’in büyük potansiyele sahip sağlık turizmini güçlendirelim.
İspanya’dan İtalya’ya, Karayipler’den Bahamalar’a kadar dünya turizminin zor durumda olduğu bir gerçek. Hal böyleyken, sektörde hizmet veren bireysel firmalar olarak sağlık turizmi konusunda hem Hükümet, hem de uluslararası bağlantılarla istişarelerimiz devam ediyor. Uluslararası sağlık turizmini kalkındırmamız gerekiyor. Ülkesini seven, memleketinin çıkarlarını korumak için elini her zaman taşın altına koyan bir işveren olarak üstüme düşen görevleri yapıyorum. Yapmaya da devam edeceğim…
Sağlık turizmi dahil sektörün doğru adımlarını yakında göreceğimize hiç şüphem yok.
Sağlıkla kalın…
TOBB İzmir Kadın Girişimciler Kurulu
İcra Kurulu Üyesi