DOLAR 33,0273 0%
EURO 36,1053 -0.01%
ALTIN 2.623,402,10
BITCOIN 21407151.78653%
İzmir
38°

AÇIK

SABAHA KALAN SÜRE

121 okunma

Balkan felaketinin sosyal röntgeni

ABONE OL
05/04/2011 22:00
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Balkan Harbi esnasında yazılmış “İstanbul Mektupları” isimli parlak bir beyin ve sağlam bir vicdan mahsulü gözlem ve değerlendirme eserini okuduktan sonra kitabın etkisinden uzun bir süre kurtulamamıştım. Merhum yazarı ve eşsiz kitabını elimden geldiğince, dilimin döndüğünce bu yazıda anlatmaya çalışacağım. Kitabı bana tavsiye eden Harp Tarihi öğretim elemanı ağabeyim, eserin Büyük Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı eserler kıvamında olduğunu, belki de emsali onlarca kitaba bedel olduğunu söylemiş. Fatih Kerimî ve “İstanbul Mektupları” hakkında şu güzel tespiti yapmıştı: …500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına inandığım eser” Kitabı okuyanların ezici çoğunluğunun bu tespite katılacağını tahmin ediyorum. Kitap yalnız bir edebî kategoriye sığmayacak kadar büyüktür. Bu eserde birbirinden farklı alanların her birinin bir ya da birçok parçası bulunmaktadır. Kitabın ismine baktığınızda “Eser mektuplardan oluşmuş bir kitaptır.” dersiniz. Çağrı Yayınevi’nin sınıflandırmasına göre “Seyahatname”dir. Balkan Savaşı ile ilgili sıcak gelişmelerin değerlendirmelerinin olduğu bir dönemde yazıldığı için “ardı ardına yazılmış güzel makalelerdir” denilebilir. Birçok yazar, siyasetçi, bürokrat, devlet adamı, gazeteci, komutan ve vatandaş ile birebir görüşmeler yapıp, merak ettiği soru(n)ların cevabını aradığı için eserde birbirinden güzel mülakat örnekleri vardır. Yazar günü gününe veya birer gün arayla bu yazdıklarını gazetesine göndermiştir. Bunun için “Usta bir gazeteci nasıl olunur?” sorusunun cevabını da özelde Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları çok güzel vermiştir. Yazmış olduğu yazılar bir milletin bir döneminin kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasî fotoğrafını gösterdiği için bu kitaba çok iyi bir tarih ve hatıra kitabı da diyebiliriz. Kerimî, gördükleri, duydukları, hissettikleri, gözlemleri ve tespitlerini istisnalar dışında günü gününe, sistemli bir şekilde kâğıda döktüğü için ‘bunlar Kerimî’nin günlükleridir’ de diyebiliriz.

 

İSTANBUL’A SAVAŞ MUHABİRİ

 

Balkan Savaşları çıkınca Rusya’daki Tatarların çıkarmış olduğu Vakit Gazetesi savaş muhabiri olarak Fatih Kerimî’yi İstanbul’a gönderir. Kerimî, daha önce İstanbul’da okuduğu, İstanbul’u yakından tanıdığı, Türkçe ve Fransızcası çok iyi olduğu için bu göreve seçilmiştir. Memleketi Orenburg’den çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. Burada yaklaşık 4 ay kalır. Orenburg’dan ayrıldığı 1 Kasım 1912’den, İstanbul’dan görevi bitip memleketine döndüğü gün 9 Mart 1913’e kadar gazeteye 70 yazı (mektup)  gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit,  “İstanbul Teessüratı I, II, III” başlıklı üç yazısı da yine Orenburg’da çıkan Şura gazetesinde yayınlanır. 1913’de Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” isimli kitap halinde Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır. Rusya’da 1913’te basılan eser Türk okuyucusunun karşısına maalesef 88 yıl sonra keşfedilerek 2001’de çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları” isimli takdim yazısı, Rahmetli Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz, Kerimî’nin Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikâte Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.

 

DİRENEN ŞEHİRLER VE KAHRAMANLAR

 

Balkan Savaşları’nda birbirinden ilginç olayların yaşandığı, özellikle bizler için büyük derslerin çıkarılmak zorunda olduğu çok geniş bir laboratuar olduğunu düşünüyorum. Kerimî, Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğunu, subaylar arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğu gibi sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu da güvenilir kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır. Yazar, Türk ordusunun başta Edirne Kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa’nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın[1] maiyetindeki asker, subayla göstermiş oldukları mukavemeti, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak’alar olarak görür. Kırkkilise(Kırklareli) Muharebesi’nde subayların yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler.(s.68) Bu şehirlerden Edirne dışındakilerin düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı sefir tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu belirtir. Kerimî, elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik’i teslim eden Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimi’ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlılar bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının mükemmel ve yeterli olduğunu, sadece ekmek değil hatta et ve pilavın dahi olduğunu söyler. (s. 68/9)

Meclis ve Hükümet Edirne’nin Bulgaristan’da kalmasını ve Adaların Avrupa devletlerinin kararına bırakılmasını resmen onaylayınca halkın büyük bir çoğunluğunun böyle bir karara hazır olduğunu belirterek payitahtlık yapmış şehrin elden gitmesine fevkalade üzülenleri hüngür hüngür ağlayanları gözleriyle gördüğünü de vurgular. Hükümetin kararını okuyan bir büyük zatın durumunu şöyle anlatır: “’Bunun böyle olacağını ve başka çare kalmadığını önceden de biliyordum. Lâkin böyle resmî karar suretinde ilan edilmesi insana o kadar ağır geliyor ki tarifi mümkün değil’ dedi gözlerinden yaşlar boşandı, sustu.” (s.182) Yazar, şehir hayatının iktisadi boyutunda Türklerin istenilen düzeyde olamadığını bunun sonucunda da doğal olarak Türklerin söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini desteklemediğinden, azınlıkların ise buna karşın birbirlerini kolladığından bahseder. Avrupa devletleri ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş “Hasta adam”a borç para vermekten çekinmeye başladığını, savaşın pahalıya patlamaya başlaması, kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve muhacirlerin istihdam sıkıntısı, memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün bir araya gelmesi hükümetin savaşı göze alamaması gibi bir sonucu doğurduğunu belirtir.

 

SAVAŞTA GELEN İÇ VE DIŞ YARDIMLAR

 

Yazar, Balkan Savaşları’na ülke içinden ve dışından insanların cepheye gönüllü bir şekilde gittiğinden ve savaş yardımı olarak para, altın, yiyecek, giyecek ve sağlık malzemelerinin geldiğinden bahseder. Hilal-i Ahmer’in Japonya, Hint Müslümanları, Mısır, İngiltere, Hollanda şubelerinden çeşitli heyetler gelerek hasta ve yaralıların tedavilerine yardımcı olduğunu bildirir. Hint Müslümanlarının çok fedakârlık yaptığından kurban kesmeyip paralarını İstanbul’a gönderdiğinden, Kanadalı, Kaşgarlı, Kırımlı, Yalta, Kafkas Müslümanların nakdi yardımlarından özellikle bahseder. Kafkaslardan hem nakdi yardımın, hem muharip gönüllülerin hem de en fazla gönüllü sağlık ekibinin geldiğini belirtir. Özellikle Bakülü milyonerlerden Şemsi Esedullayef Efendinin küçük oğlu Ali Beyin ve yazarın kardeşi Arif Kerimî’nin cephede savaştığını anlatır. Arif Beyin Çatalca Savaşı’nda dört defa çatışmaya girdiğini, elinden yaralandığını belirtir. İstanbul’da kendisiyle birlikte de az da olsa zaman geçirdiğini kitaptan öğreniyoruz. Kitabın yan kapağında Arif Kerimî’nin yaralı halde bir fotoğrafı bulunmaktadır. İstanbul’daki özellikle de İngiltere ve Rusya’nın sefirleri ve eşlerinin nakdi, hediye, yiyecek ve içecek yardımlarını muhacirlere dağıttığından bahseder. Almanya’da çıkmakta olan Frankfurter Zeitung gazetesi ile Hollanda’daki Tiyu de Curient gazetesinin kampanya açarak bir miktar para yardımında bulunduğundan bahseder. Hint Müslümanlarının gönderdiği yardımların içinde Mecusilerin de katkısının olduğunu vurgular.

Kerimî, Harbiye Nezareti’ne gittiğinde bahçede, Anadolu’dan gelen takviye birlikler ile gönüllü askerlerin talim yapmaya çalıştığını bu gönüllülerinin kollarında “Kürt Gönüllüleri”, “Dağıstan Gönüllüleri”, “Erzurum Gönüllüleri” yazdığını belirtir. Darülfünun gönüllerinin burada yaptığı talimden bahseder. Kürtlerden birçok kadın ve erkeklerin gönüllü olarak geldiğini, bütün binanın içinin karınca gibi olduğunu söyler. Giyim kuşamlarının tarif edilemeyecek kadar farklı olduğunu kimisinin fesli, kimisinin kalpaklı, kimisinin sarıklı olduğunu, kimisinin alelade başlık, kimisinin kahverengi fes gibi püskülsüz şeyler giydiğini belirtir.(s..22)

Yazar, -günümüzde olduğu gibi- bir dönem kahramanca mücadele ederek devletin, milletin ve vatanın âli bekası için çırpınan insanların, kahramanlığını yaşatamadığını, kahramanlığını gölgeleyecek hal, tavır ve davranışlarda bulunanlara ya da aynı anda hem kahraman hem de ahlaksız olabilecek kişiliklere İstanbul’dan bir örnek gösterir. Savaşın başlayacağı hesap edilerek Anadolu’daki Kürt Hamidiye Alayı’ndan birkaç bin askerin İstanbul’a getirilip Haydarpaşa’daki Selimiye Kışlası’na yerleştirildiğini, bunların şehre dolaşmaya çıktıkları zaman bazı uygunsuzluklar göstermeye başladıklarını, meselâ dükkânlardan bazı şeyler alıp parasını ödemediklerini veya lokantalarda yiyip içip ücretini vermediklerini, bu sebeple kışladan çıkmalarına yasak getirildiğinden bahseder.(s.180)

 

TÜRKLERİN TEMBELLİK VE MİSKİNLİĞİ HAKKINDAKİ TESPİTLER

 

Kerimî’yi ve diğer yolcuları getiren vapur, Kurban Bayramı’nın dördüncü günü İstanbul’a ulaşır. Birbiri ardına gelen top sesleri kendileri ve vapurdakileri tedirgin eder. Vapurda İstanbul’u tanıyan Rum ve Ermeni vatandaşları: “Korkmayınız efendiler Müslümanların Kurban Bayramı’dır. Bayram günü her namaz vaktinde top atarlar.” deyince endişe duyanlar biraz sakinleşir. Kerimî, “Hilâl-i Ahmer” de yaralı Türk askerlerini tedavi etmek amacıyla İstanbul’a gelen hemşehrisi, hemşire Rukiye, Gülsüm ve iki Meryem ile birlikte sohbet eder: “İstanbul’da hiç kimsenin kalmadığı, yediden yetmişe herkesin cepheye gittiğini, vatan savunmasında herkesin malını, mülkünü ve ailesini hiçe sayacak durumda olduğunu, herkesin ‘ya namus ya ölüm” parolasını şiar eylediğini tahmin ederler. Vapurdan inip, iskeleye yanaştıklarında, -Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin kahramanı Turhan’a dönerler. Hayallerindeki İstanbul, Türk, Osmanlı ve İslam âleminden esintilerin dahi olmadığını görünce tahmin ettikleri İstanbul’dan çok farklı bir İstanbul bulurlar. Yazar, bu manzarayı şöyle anlatır: “İstanbul gümrüğünden çıkıp Sirkeci ve Babıâli caddeleri boyunca yürüyerek Meserret Oteli’ne giderken caddenin iki yanındaki sayısız kahvehanelerde o kadar çok insan oturmakta idi ki- hiç birisinde ayak basacak yer yok. Kahvehanelerin sadece içleri değil, önleri de dolu. Kaldırımlara iskemleler koyup oturmuşlar, adeta geçilemiyor. Hepsi de gayet sağlıklı, genç, zinde Türkler. Gayet düzgün giyinmişler. Hepsi de gayet mütekebbirane oturuyorlar. İhtimal ki bugün bayramdır da onun için böyle oturuyorlar dedik. Lâkin her gün ve İstanbul’un her yerinde durumun böyle olduğunu gördük. Bunun sebebini sorduk: ‘Ne olacak efendim, Elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, eğer erzak yetiştirilirse onlar da iyi savaşabilirler’ dediler. (s.14) Yazar, İstanbul’da çıkan bir yangında Sultan Ahmet ile Ayasofya arasında birkaç yüz ev ve dükkânın yandığından bahseder. Bunların hepsinin Müslümanlara ait olduğunu belirtir. Türk toplumunun ne kadar kaderci, miskin olduğunu istihza sanatına başvurarak şöyle anlatır: “…Bunların tamamı sigortalı olduğu söylenebilir, lakin bilinen sigorta şirketlerine değil, Cenabı hakka sigorta edilmişti ve sigorta şirketlerinin bakır levhaları yerine bu evlerin tamamının üzerinde “Ya Hafız!”, “Ya Malike’l Mülk!”, “La havle vela kuvvete illa billah” yazılı ağaç levhalar vardı. Binaenaleyh evlerin bedellerini de doğrudan doğruya Cenabı Hakk’ tan dua ederek istemek gerekecektir.”(s.253)

Yazar, Türk ve İslâm âleminin üzerine serpilmiş ölü topraktan; yaşadığı, atalet ve tembellikten oldukça huzursuzdur. Bu huzursuzluğunu yer yer üzülerek, zaman zaman da umutsuzluğa kapılarak şöyle tasvir eder: “İstanbul’un beş yüz kahvehanesinde vasatî olarak ellişer kişiden yirmi beş bin kişinin ve bunlar cümlesinde sarıklı, cüppeli hoca efendilerin sabahtan akşama kadar kâğıt, dama, tavla oynayıp tembel tembel oturmaları, sokakta yürüyen erkeklerin rastladıkları Müslüman kadınlara laf atmaları…”(s.161) Bazen de huzursuzluğunu yukarıda belirtilen paragraftaki gibi istihza sanatıyla anlatmaya devam eder: “İstanbul’un içi rahat, son günlerde havalar güzel, parlak ve güneşli pencereleri gündüzleri açarak güzel havadan istifade etmek mümkün olduğu gibi kahvehane müdavimleri de kahvelerini kaldırımlarda içiyorlar ve nargileyi de burada çekip beşer altışar saat yerlerinden kalmaksızın huzur ve sükûnet içinde oturuyorlar. Bu da şarkın bir safası, bir rahatıdır ki Avrupa halkı bu lezzetten mahrumdur(!)”(s.88) Başka bir bölümde de bu kahvehane müdavimlerinin içtiği nargilelerinin dumanlarının camilerin ulu minareleri ile yarıştığından bahseder. Kerimî, 10 Ocak 1913 günü İstanbul’da yaşadığı bir zelzeleyi anlatır. Zelzele sonrası halkın bir kısmı, zelzelenin olmasını İttihat ve Terâkki Hükümeti’nin işbaşına gelmesine gazaplanan Allah’ın bir ikazı olduğunu söyler. Halk arasında birçok kişiden “Daha önce de bunlar işbaşına geldiğinde yangınlar çıkar, zelzeleler olurdu.” cümlelerini duyduğunu belirtir.(s.191)  Günümüzde de “Ecevit ve Demirel ne zaman iktidara gelse ya kıtlık olur ya deprem ya sel olur” kanaatinin yaygın olduğunu gördükçe milletimizin kurmuş olduğu komploların bile yaklaşık bir asra yakın zaman geçmesine rağmen hiçbir değişikliğe uğramamış olması insanı üzüyor olsa gerek.

 

TÜRKLERİN AHLAKÎ DURUMU HAKKINDAKİ GÖZLEMLER

 

Kerimî, Türk toplumundaki ahlaksızlıklar hakkında da istemediğimiz kadar örnekler verir. Bu örnekler karşısında şaşırmamanız elde değil. Bugünkü yaşadığımız ahlak bunalımının köklerinin bu kadar derinde olduğunu bu eserle öğrendiğimde -dönemi çok iyi bilen ve kitabı okuyanları bilmem ama- açıkçası çok şaşırdığımı ifade etmek durumundayım. Kitabın birkaç yerinde İstanbul’da yolda giden kadınlara laf atanların, tacizde bulunanların azınlık vatandaşları değil de Türkler olduğundan bahseder. Kerimî, Sebilürreşat Mecmuası’nın yönetici ve yazarlardan Babanzâde Ahmet Naim Bey’in evinde bir akşam yemeğine katılır. Bu davette mecmuanın müdürü Eşref Bey, Naim Beyin Paris’te okuyan kardeşi Şükrü bey ve müstakbel İstiklâl marşı şairimiz Mehmet Akif Bey de bulunur. Birbirinden ilginç konulara değinerek sohbet ederler. Kadınların tesettürü meselesine gelince Akif Beyin Türk erkekleri hakkında düşünceleriyle Kerimî’nin gözlemleri ve düşünceleri çakışmaktadır. Kerimî, Mehmet Akif beyin bu konu hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “O, (Mehmet Akif’i kastediyor O.S.), kadınların cemiyete karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.” (s. 305) Kerimî, İstanbul’daki esnafımızın ne kadar namuslu(!), düzenbaz, üçkâğıtçı olduğunun tespiti ve gözlemlerini memleketine gönderip Vakit Gazetesi’nde yayınlattığında bu yazıları okuyanlar yazara inanmak istemez, kendisine ağır eleştiriler getirerek, Türklerin böyle ahlaksız olamayacağını söylerler. Hatta kendisini yalancılıkla itham edenler bile olur. Günümüzde dahi Kerimî’nin yazdıklarına ülkemizde inan(a)mayacakların olabileceğini tahmin ediyorum. Yazarın İstanbul esnafı hakkındaki tespitlerinden bir kısmı şöyledir: “Buradaki tüccarlar arasında sahtekârlık ve hıyanetin çokluğu da diğer bir can sıkıcı durumdur. Ticarette aldatmak denilen şey, burada çok alelâde ve meşru bir iş sayılıyor. Piyasayı bilmeyenden üç kat fiyat istiyorlar. Ne kadar pazarlık edersen o kadar düşürüyorlar. Bilmiyorsan malın mutlaka sahtesini veriyorlar. Yağ alıyorsun, katkılı oluyor, süt alıyorsun yarısı su çıkıyor. Ekmek alıyorsun, gramajı azalıyor. Bez, mendil, alıyorsun ağarmış oluyor, bir kere yıkandığında dokumaları açılıp balık ağına dönüyor. Sokakta bağırarak koşan çocuktan gazete alıyorsun, eve gittiğinde bakıyorsun, dünkü veya eksik basılmış hatalı gazete olduğunu görüyorsun. Her şey böyledir. Sözünde durmak denilen şey hiç yok. Hülasa aldatmaktan hiç çekinmiyor ve hiç korkmadan buna devam ediyorlar. Emniyet hâsıl ederek müşteri kazanmayı düşünmüyorlar.” (s. 324)

 

KERİMÎ’NİN DEVRİN AYDINLARI İLE GÖRÜŞMELERİ

 

Kitabın cezbedici yanlarından birisi de birbirinden farklı cenahlarda olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, ulema, paşa, bürokrat, nazır, sadrazam, müderris, mebus, diplomat ve doktor gibi aydın ve mütefekkirlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir[2] Yazar, Akçuraoğlu Yusuf Bey ve meşhur Tatar seyyahı Abdürreşit İbrahim’in yardımcı olmasıyla onlarca aydınla görüşür. Kerimî’nin satırlarından Enver Bey’e ve İttihat ve Terakki Fırkası’na sempatisi olduğu hemen göze çarpmakla birlikte İttihatçıları eleştirmekten de geri kalmayan bir üslubu dikkat çekiyor. Kitabı hazırlayan Fazıl Gökçek’e göre yazarın -İttihatçıların ileriki yıllardaki yanlışlarından- eleştiri oklarını daha da keskinleştirdiğinden bahseder. Hakikati öğrenmek için kafasındaki soru(n)lara cevap almak için neredeyse görev yaptığı süre zarfında İstanbul’da ulaşabildiği aydınların büyük kısmına ulaşır. Kimisiyle bir dost meclisinde, kimisiyle bir otelde, kimisiyle cezaevinde, kimisiyle bir toplantıda, kimisiyle makamında, kimisiyle köşkünde görüşmeler yapar. Duruma, zamana, görüştüğü kişilerin makam ve statüsünü de göz önünde bulundurarak bir kısmına daha önce hazırlamış olduğu çeşitli soruları yönetir. Bu soruların bir kısmı şunlardır:

 

1. İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir vakitler dâhilde o kadar kuvvet ve nüfuza, hariçte o kadar hüsn-i teveccüh ve hayırhahlığa sahip olduğu halde bu mevkiini niçin koruyamadı?

2. Türk askeri Balkan Savaşı’nda niçin bu kadar kolay yenildi? Türkiye’nin devlet adamları bunun böyle olacağını önceden niçin kestiremedi?

3. Türkiye’nin, elinde kalan toprakları koruyabilmesi umudu var mıdır?  Bundan sonra nasıl bir siyaset takip edilmelidir?

 

Görüştüğü kişilerin entelektüel birikimini göre ve uzmanlık alanına göre birbirinden farklı konularda birbirinden ilginç soruları muhatabına yöneltiyor. Örneğin Babanzâde Ahmet Naim Bey’e bir hasbıhalde şu güzel soruyu soruyor: “İslâmiyet, medeniyete müsaittir diye her zaman söylüyoruz. Buna delil olarak eski Müslümanların terakki ve temeddünlerini misal gösteriyoruz. Lâkin bugün dünyanın neresine bakılsa Müslümanlar maarif ve medeniyetçe en gerideler. Hatta bir şehirde bile Müslüman Mahallesi diğer milletlerin mahallelerinden fakir, pis ve kötü durumdadır. Bu hal Kazan’da da, Fas’ta da, İran’da da, İstanbul’da da böyledir. Acaba sizce bunun sebebi nedir?”

 

AHMET MİTHAT EFENDİ’NİN ÖLÜMÜ

 

Kerimî, 4 aylık görev süresince bahsettiğimiz aydınların dışında gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi ve gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey ile bu dönem vefat ettikleri için görüşemez. Özellikle de Ahmet Mithat Efendi ile görüşmeyi çok istemesine rağmen görüşemediği için çok üzülür. Efendi Baba’nın cenaze ve taziyesine katılır. 1910’da Rusya’da ölen Profesör Murmusof’un cenaze törenini ve daha sonraki günlerde Rusya kamuoyunu nasıl işgal ettiğini, ülke olarak yazarlarına nasıl sahip çıktığını ayrıntılarıyla anlatır. Buna karşılık İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi’nin son yolculuğuna kamuoyunun, hükümet ve devletin ilgisizliğine adeta kahrolur. Cenazede Cemalettin Afgani’nin bir zamanlar kendisine söylediği: “İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletlerin akıbeti hüsrandır. O, millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya lâyık değildir.” sözünü hatırlayarak efkârlanır. Ahmet Mithat Efendi’nin vefatından sonra hakkında yazılan, basında çıkan yazılardan teker teker bahseder. Bu arada kendisi de devrin önemli mecmualarından Türk Yurdu’nda Ahmet Mithat Efendi üzerine bir yazı kaleme alır. Kendisi İstanbul Mektuplarında – mütevazılığından olsa gerek- bu yazıdan bahsetmez. Bu incelemeyi hazırlarken tesadüfen okuduğum bir kitaptan Türk Yurdu mecmuasında bir makalesinin yayınlandığını öğrendim.[3]

 

YAZARIN KADINLARIN EĞİTİMİ VE MODERNLEŞME HAKKINDAKİ TESPİTLERİ

 

Yazar kadınların eğitimsizliği, tesettür, giyim-kuşamı ve bunlarla ilgili sorunların çözümü ve entelektüel merakını gidermek için aydınların bir kısmıyla özellikle de kadın yazarlardan Fatma Aliye, Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım ile yaptığı görüşmelerde kadınların sosyal hayattaki etkinliklerinin artırılması için neler yapılabileceği gibi konularda fikir teatilerinde bulunur. Hürriyetin ilanından sonra kadınların mektep, okuma, davranış ve giyim-kuşam konusunda hemen hemen hiçbir değişikliğin olmadığını belirtir. Hatta kapalılık ve giyim kuşam konusunda eskisinden daha yumuşak olması gerekirken daha katı hale geldiğini söyler. Sultan Hamid zamanında kadınların hiç olmazsa gözlerini açık bırakarak yüzlerine beyaz bir peçe örttüklerini şimdi ise sıkı kontrol altında olduklarını, Türk kadınlarının İran kadınları gibi oyalı bir kara çarşaf ile örtündüklerini, yüzleri ve gözlerinin görünmediğini belirtir. Meşrutiyetle birlikte alt ve orta tabakadan Türklerden bazılarının sokaklarda çok seyrek olarak karılarıyla birlikte dolaştığını belirtir. (s.156)

 

Yazar, Meclisi Mebusan Reislerinden Ahmet Rıza Beyin İstanbul’da bir kız sultanisi mektebi açmak istediğini, bir takım ham softaların buna karşı çıktığını belirterek Adile Sultan tarafından hediye edilen binanın ilerleyen dönemlerde kız sultanisi olarak açılacağını belirtir. Kerimî, bu binayı görmek ister. Askeri okul olarak kullanılan bu binanın müdürü ile görüşür. Kadınların okullu, eğitimli olması gerektiğiyle ilgili fikirlerini buradaki okul müdürüne bahseder. Buradaki müdür kız çocuklarının okumasıyla ahlakının bozulacağı fikrini savunan tipik mutaassıplardan biridir. Burada ve -bu konuyla ilgili konuştuğu birkaç yerde- kadın hemşire, hasta bakıcı, doktor sıkıntısı yaşandığını dolayısıyla yurt dışından gelen özellikle de Müslüman olanların yetersiz olduğunu, bunun için bile kadınların okuması gerektiğini ısrarla vurgular. Kerimî, burada kadınların eğitimsizliğinin ne kadar acı, ağır, katlanılmaz faturalar çıkardığıyla ilgili fikrini beyan eder. Çok güzel bir tespitte bulunur. Türk paşaları, Türk sefirleri ve aydınları arasında Fransız, Alman, Rus, Yahudi ve Rum kızlarıyla evlenenlerin sayısının günden güne arttığını belirterek Türk kızlarının gayrimüslimler seviyesinde okutulmadığı için bu durumun ileride önlemi alınmadığı takdirde korkunç sonuçlar doğuracağını söyler. Yazar, görüştüğü ama ismini açıklamadığı bir kişinin, aşağıda anlatılan fikrini mantıklı ve tutarlı bulur. Balkan Savaşı’nda Türklerin yenilgisinin sebeplerini irdelerken, idealizm eksikliğinin ve askerlerin gözünün evinde olduğu için kaybettiğini buna karşın Bulgar askerlerinin nasıl daha başarılı olduğunu anlatır: “Bulgar askerleri rahatça savaşıyor, evi, ailesi, dükkânı, ticareti konusunda gönlü rahat. Kendisi savaşta ölüp gitse çocukları için o kadar kaygı duymayacak. Çünkü onun karısı gerektiğinde çift sürebilir, ekin ekebilir, ürünü toplayabilir veya ektirir, toplattırır. Dükkânı varsa eşinin yerine bunu kendisi çalıştırabilir. Çocuklarına bakar, onları okutur. Mekteplerin usullerini bilir, nizamlarından faydalanabilir. Hâsılı erkek gibi işini yürütebilir. Hâlbuki Türk askerlerinin bütün kaygıları evlerinde, köylerinde. Onların karıları çift sürmeyi de bilmiyor, ekin ekmeyi de, ürün toplamayı da. Ticaret de elinden gelemiyor. Gelse de Müslüman kadınına böyle işler uygun görülmüyor. Devletin kanun ve nizamlarından da yararlanamıyor. Çocuklarını yetiştiremiyor. Kocasız kaldı mı Müslüman ailesi perişan oluyor. İşte bu yüzden Türk askerleri ailelerini, köylerini düşünmekten savaşası gelmiyor, ölümü göze alamıyor. Binaenaleyh savaşta yenme ve yenilmenin sebepleri arasında sadece top ve tüfek değil kadınlar ve aile meselesi, kadınların yüzlerine örtülen çarşaflar da çok büyük rol oynamaktadır.”(s.216)

Yazar, Amerikan Kız Koleji’nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder. Bununla ilgili şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan değil midir?”(s.14)

Yazar, kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemde bulunduğunu belirterek kadınların okutulmasının ne kadar elzem olduğunu bakın ne güzel anlatır: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket halinde ve hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor, sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç. Bir erkeğin kazancın beş on kişiden meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor. Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli vermiyorlar. Bin türlü tezellül ile hükümet memuriyetinde çalışan eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete mahkûm oluyor.” (s.216)

 

İSTANBUL’DA MEŞRUTİYET’İN İSTİSMARI

II. Meşrutiyet’ in ilanından sonra devrimin sloganlarından “Hürriyet, Müsavat, Adalet” kavramlarının çoğunluğunun gayrimüslimler ve bir kısım Türkler tarafından nasıl istismar edildiğinden ve popüler hale getirildiğinden Kerimî, şöyle bahseder: “Bu parlak ve güzel sözler burada o kadar çok istimal edildi ve edilmektedir ki, nereye baksanız bu sözler gözünüze ilişir. Sokağa çıkmanla birlikte karşına çıkar. Lokantaya gidersin, “Meşruiyet yemeği” var. Rum dükkânına “Adalet Bakkaliyesi” adını verilmiştir. Ermeni, “Uhuvvet-i Osmaniye Berberi”nde Türklerin sakallarını keser. Bulgar sütçünün dükkânının kapısı üzerine “İttihad-ı Anasır Sütçüsü” diye yazılmıştır. Tepebaşı’nda “Bristol Oteli”nin altında “Kanun-i Esasi Birahanesi”, Galata’ da “Adalet Oteli”, yanında “Adalet Lokantası” ve “Hürriyet Birahanesi”nin tabelaları yan yana dizilmişlerdir. Nikelden yeni basılan Türk paralarının bir yüzüne de “ Hürriyet, Müsavat, Adalet” yazılmıştır. Sandalye, porselen eşya ve tabaklara kadar her şeyin üzerine bu sözler nakşedilmiştir. Şişli Caddesi’nden Kâğıthane yoluyla İstanbul’ un dışına çıkınca gayet büyük ve güzel bir yerde Bulgar Papaz Okulu ve hastanesinin yanında Hürriyet-i Ebediye Tepesi de var. Güzel bir bahçe yapılıp etrafı çevrilmiş. Bunun ortasında 31 Mart Vak’ası’ndan sonra İstanbul’a gelip hürriyeti yeniden kazandıkları sırada şehit olan fedakâr subayların kabirleri var. Bunun üzerince mermer taştan güzel ve büyük bir kaide ve onun üzerine de yine mermerden top gibi büyük bir şey yapılmış. Bu mermer sütunun dört yanına Türkiye’de hürriyetin ilan edildiği tarih ve Sultan Mehmet Reşat Han hazretlerinin ismi nakşolunmuş. (s. 152)

Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından çekilir. Kerimî, bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan hiçbir kişiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. Bu konu hakkında şu gözlem ve değerlendirmelerde bulunur: “Trablus Müsalahası, yani Trablus’un Türkiye’nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç tesir etmedi.  Bunu düşünen de, konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış, Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar yaptılar, bunlarda İtalya Kralı ile Padişahın resmini yan yana koydular. Bir Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya Kralına baş eğip temenna etmektedir. İtalya Kralı ile Padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç dalları konulmuş ve altına da “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için Trablus Müsalahası akdedilmiştir.” diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı olmayacaktır. “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için” diye yazıp asarlar.”(s.37)

 

 

SAVAŞIN DİNAMOSU OLAN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

 

Savaşta halkın milli bilincini yükseltmek, savaştaki yaralı ve hastaların tedavisine yardımcı olmak, cepheye gönüllü asker sevkiyatına yardım etmek, Balkanlardan gelen muhacirlerin sıkıntılarına yardım etmek, bütün bunları aşmak için gerekli finansmanı sağlamaya çalışmak amacıyla birçok kurum ve kuruluşlar hükümete yardımcı olmuştur. Eserde Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye cemiyetlerinin yaptığı hizmetlerden bahseder. Yazar, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye’nin etkinliklerine katılarak yakından müşahede fırsatı bulur.  Türk Ocağı’nın nizamnamesine uygun olarak çeşitli toplantılar, konferanslar yapıldığını Darülfünun müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi(Tanrıöver), Ağayef Ahmet, Selim Sırrı, Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey gibi aydınların konferansına iştirak edip, sohbetlerde bulunduğunu, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan) ‘ın burada şiirler okuduğunu belirtir. Kerimî, Müdafaa-i Milliye’nin düzenlemiş olduğu konferanslara değinir. Yusuf Akçura’nın vermiş olduğu bir konferansından bahsederken çok önemli bir tespitini bizlere anlatır. Bu tespit aradan 96 yıl geçmesine rağmen hâlâ geçerliliğini koruyor. Çok uzun bir dönem de koruyacak gibi görünüyor. Akçura şöyle konuşur: Günümüzde savaş sadece iki ordu arasında değil, iki millet arasında ve iki milletin tacirleri, muallimleri, mektepleri, talebeleri, kadınları, fikirleri, at ve arabaları, yolları, sabanları arasında olmaktadır. Bunların hepsi de, maatteessüf, bizde, düşmanlarımıza nispetle zayıf ve kötüdür. Bu yüzden yenildik. Şayet bunlara ehemmiyet vermezsek, bunları düzeltmek için köylere dağılıp halka yardım etmezsek yine yeniliriz. Rumeli gibi Anadolu da elimizden gider.” (s.209-210)

 

KADINLAR MİTİNGİ[4]

Hilal-i Ahmer hastanesinde görevli Rusyalı dört Müslüman hemşire Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne kadınlar arasında yardım toplamak, kadınlardan fırkalar teşkil ederek savaşa göndermek, kadınları aydınlatmak, kadınlardan bir heyet göndererek Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemek amacıyla bir dizi etkinlik yapmak ister. Bu isteklerini Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kabul eder. Ayasofya Camii’nde kadınlara yönelik bir vaaz verilir. Darülfünunda kadınlara yönelik bir toplantı daha doğrusu miting tertip edilir. Yazar, bu mitingin içeriği hakkında geniş izahatlı bilgiler verir. Tamamı kadın olmak üzere binlerce vatansever kadın bu etkinliğe katılır. Gazi Muhtar Paşa’nın hanımı Prenses Nimet Hanım açılış konuşması yaptıktan sonra Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye, Petersburg’daki yüksek mekteplerden riyazet fakültesi talebelerinden, Hilal-i Ahmer’de görev yapan Gülsüm Kemalova Hanım, Fehime Nüzhet Hanım, İdadi Kız Mektebinin Müdiresi Nakiye Hanım ve son olarak da Halide Edip(Adıvar) kürsüde duygu yüklü milli bilinci zirveye tırmandıran konuşmalar yapar. Daha sonra müzakereler yapılarak şu kararlar alınır:

 

1. Türk kadınları adına savaş meydanındaki askere telgraf çekilecek.

2. Hindistan, Mısır, Fas, Tunus ve diğer yerlerdeki Müslüman kadınlarını Rumeli’nde Balkanlılar tarafından işlenen cinayet ve zulümlere karşı izhar-ı nefret ve müdafaa-i milliye ianesi iştirake davet eden telgraflar çekilecek.

3. Avrupa kraliçelerine telgraf çekilerek Balkanlıların Müslümanlara yaptığı cebir ve zulümler protesto edilecek ve bu zulümlerin önlenmesi için yardımlar istenecek. Bu kararlar alındıktan sonra yardım toplanmaya başlanır. Kadınlar küpe, bilezik, yüzük, kolye, saat, para ve kıymetli eşyalarını burada bir kutuya koyar.  Bu değerli eşyalar paraya çevrilir. Daha sonra Müdafaa-i Milliye merkezine teslim edilir. Burada Hilal-i Ahmer Başkanı Besim Ömer Paşa Petersburg’dan bir Müslüman kızının gönderdiği bileziği toplantıya katılanlara gösterir. Burada satır arasında ilginç bir bilgi aktarır yazar. Orsk şehrinde Trablusgarp Savaşı’nda Müslüman bir kadın Türklerin yenilgisine duyduğu üzüntüden intihar ettiğini söyler. Yukarıda bahsettiğim miting ve toplantıyı tertip edenlerin amaçlarından birisi de kadınlardan bir heyet oluşturularak Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemekti. Bu amacın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini bilmiyoruz. Ama bu dönemlerde Halide Edip (Adıvar) Hanım Padişah’a (Sultan Reşat ve şehzadelere) açık bir mektup yazar. Bu mektup Türk Yurdu Mecmuası’nda yayınlanır. Mektubu okuyan vicdan sahibi beyinlerin takdir edebileceği gibi o dönem itibariyle Padişah ve şehzadelere böyle hakikati haykırmak yürek ister. Mektubun edebi dilinin de estetik içerik taşıdığını okuyanların kolaylıkla görebileceğini söyleyebilirim. Türk’ün Ateşle İmtihanında varını-yoğunu, mal varlığını, yüreğini, beynini, kalbini ve kanını ortaya koyan bu kalemimizi rahmetle anarken mektubun biraz makaslanmış halini yazar, kitapta sunar.

 

ERMENİ SORUNU HAKKINDA YAZARIN ÖNGÖRÜSÜ

 

Ermeni sorununda tehcire giden sürecin son aşamalarında malumunuz Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu Vilâyetlerinde yapılması gereken ıslahatların bir karara bağlanması için Büyük Devletleri temsilen Rusya‘nın İstanbul Büyükelçiliği ile Osmanlı hükümeti arasında 1913 Eylülünden 1914 Şubatına kadar devam eden temaslar sonucunda 8 Şubat 1914’de Sadrazam Said Halim Paşa ile Rusya’nın İstanbul büyükelçisi Gulkevic, Yeniköy Antlaşması’nı imzalar. Bu antlaşmaya göre Doğu Anadolu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Van; Bitlis, Harput ve Diyarbakır olmak üzere iki bölgeye ayrılacak, her birinin başına bir yabancı genel müfettiş atanacak. Genel müfettişler kendi bölgelerindeki idaresini, adliye ve jandarmasını denetleyecek, emniyet kuvvetlerinin yetmediği yerlerde askerî kuvvetler de genel müfettişlerin emrine tahsis edileceklerdi. Genel müfettişler gerektiğinde valiler ve memurlar hakkında takibat yapabilecek, toprak meselelerini bir çözüme kavuşturabilecekler. Kanun, nizamname ve resmî bildiriler bölgelerde mahallî dillerde de yayınlanacak, herkes askerlik hizmetini kendi müfettişlik sınırları içerisinde yapacaktı. Mahkemelerde ve devlet dairelerinde herkes kendi dilini kullanabilecek, Hamidiye Alayları, yedek süvari birliklerine dönüştürülecek. Vilayet meclisleri için yapılacak seçimlerde azınlıklar da temsil edilecekler ve genel müfettişlerin uygun görüp görmemelerine bağlı olarak zabıta ve jandarmaya eleman almada Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik ilkesi uygulanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Norveçli Binbaşı Nicolas Hoff ve Hollandalı Westenenk genel müfettiş olarak seçildi. Bu müfettişlerle birlikte çalışacak elemanlar belirlendi. 1914 yazında söz konusu bu müfettişler Türkiye’ye geldi. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bir ıslahat hareketine girişilmeden vazifelerini bırakmak zorunda kaldılar.[5] Kerimî, bu müfettişlerin gelmesinden yaklaşık bir buçuk yıl önce 21 Aralık 1912’de, Balkan Savaşları’ndan sonra Türkiye’nin başını ağrıtacak en önemli iki sorun olduğunu vurgular. Bunlardan birisinin Cebel-i Lübnan diğerinin de Ermeni meselesi olduğunu söyler. Bu sorunun baş ağrısından kangren haline nasıl geleceğini, yukarıda bahsettiğimiz olayların kahir ekseriyetinin nasıl gerçekleşeceğini, nasıl basiretli bir aydın olduğunu, adeta gözümüzün içine sokarak gösterir: “Anadolu’nun altı vilayetindeki Ermenilere “ıslahat” uygulanması, otonom Ermenistan’a yol açılması demektir. Çünkü bugünkü ıslahat layihasına binaen oraya tayin edilecek umumi bir müfettiş, Türkiye tarafından değiştirilemeyecek bir zat olacak. İhtimal ki bunun Hristiyan olması şartı da getirilecek. Yanındaki müşavirler de ecnebi Hristiyanlardan (İngiliz) olacak. Ermenistan’da görevlendirecek memurları onlar tayin edecekler. Ermenistan’dan toplanan vergilerin çoğu bu vilayetlerin kendi ihtiyaçlarına ayrılacak. Mahkemelerde mahallî dil geçerli olacak. Jandarma ve polis tedricen mahallî halktan teşkil edilecek… vs. “(s.129-130) Kerimî’nin, aşağıda bahsettiği kallavi değerlendirmelerin uzun cümlelerden oluşması da kendisinin büyük bir edebiyatçı olduğunun emarelerinden biridir dersek herhalde yanlış olmaz: “Bir milletin aydınları, kendilerine köpek diyerek söven ahmak ve edepsiz bir Fransız profesörüne “doğru söylüyor, böyledir” derler, askerleri “Bizim vatanımız Edirne, Selânik, Manastır vilayetleri değil, biz Konyalıyız, Diyarbakırlıyız, o vilayetlerin insanları kendi vatanlarını kendileri korusunlar” derlerse ve Lüleburgaz’dan Çatalca’ya kadar geri çekilmek emredilince sevinçlerinden, “Şayet daha fazla burada bırakmayıp Çatalca’ ya gönderilirse üç dört gün aç kalsak da tahammül ederiz.” derlerse; subayları hükümete kendilerinin istemediği fırka geçince ağırdan alarak veya istifa ederek görevlerini yapmazlarsa; Paris’lerde, Londra’larda okuyan milyoner Mısır prensleri veyahut Rus Darülfünun talebeleri kendi ihtiyarlarıyla gelerek ve her tehlikeyi göze alarak savaş meydanına atılırken o ülkenin askere çağrılan gençleri askerlik hizmetinden kurtulmak için her türlü çareye başvurur ve kurtulunca “Elhamdülillah, bir yıl da olsa geciktirdik” derlerse; o milletin kadınları hukuk ve hürriyete kendileri karşı dururlarsa ve ecnebi dört Müslüman’ın teşvikiyle harekete geçip iki kez toplandıktan sonra dağılıp birbirini çekiştirmeye başlarlarsa; “Aman böyle havada açık arabayla sokakta nasıl dolaşmalı?” diyecek derecede nazik ve kibar olurlarsa; o milletin zenginleri hükümete böyle zor zamanlarda dilenci sadakası kadar da yardım etmeyerek paralarını ve bütün kıymetli şeylerini yabancı bankalara,  yabancı tahvillere yatırırlarsa; vatanın böyle tehlikeli zamanında o milletin en büyüklerinden olan Kamil Paşalar, Sabık Şeyhülislam Cemalettin, Nuradungyan Efendiler, Şerif, Reşit, Abdurrahman Paşalar, yabancı memleketlere kaçarlarsa ve Mısır’ da toplanıp Arap Halifeliği tesis etmeye çalışır. Suriye, Yemen, Bağdat, Mekke ve Medine’yi buna katarak İngiltere’nin ekmeğine yağ sürerlerse nasıl edip de gönül ferahlığını korumalı, nasıl edip de mutlu olmalı?”(s.280)

BA’SÜ BA’DELMEVT(ÖLDÜKTEN SONRA YENİDEN DİRİLME)

 

Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır.  9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü Ba’delmevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Balkan Savaşları’nın sonucu sayılabilecek antlaşma imzalamadan önce yazar şu öngörülerde bulunur: Edirne’nin elden çıkacağını, Adalar Denizi’ndeki adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakılacağını, şayet Türkiye harp tazminatı ödemek mecburiyetinde kalmazsa, Bulgarlar Marmara sahillerine inmezse yukarıdaki bahsedilen şartlarla kurtulursa iki tarafında bunu başarı olarak addedeceğini söyler. Bundan sonra Türkiye’nin bir Avrupa devleti değil bir Asya ülkesi sayılacağını söylemekle birlikte Osmanlıcılık, İslamcılık fikrinin resmen çürüdüğünü milliyetçilik ipine sarılmaktan başka kurtuluşun olmayacağını belirtir. Eski imtiyazlarla siyasî ve iktisadî cihetlerden Türkiye’nin Avrupa devletlerinin elinde esir oluşu, umum Türk halkında uyanış ve maarif bulunmayışı, dini taassubun güçlü olması, Türklerin kendi ellerinde ticaret, sanat bulunmayışı, ziraat işlerinde çok geride kalmaları, Avrupa’daki manasıyla milli hissiyata sahip olmamaları ve yabancı devletlerin menfaatlerinin Türkiye’nin istiklâl ve kuvvetini yok etmekte olması gibi faktörleri dikkate alarak Osmanlı Devleti’nin müstakil olarak yaşamasını ve istiklâlini korumasını imkânsız olarak görür. Balkan Savaşları’ndan gerekli derslerin çıkartılmadığını, muhtemel sorunlara karşı soğukkanlı hareket edilmediğini ve sorunu yok farz ederek yaklaşıldığını, Arnavut ve Makedonya meselelerinin yerine Ermeni, Kürt, Arap, Yemen ve Boğazlar meselesinin çıkacağını bunda da aynı metotların izleneceğini bunun sonucunda Avrupa devletlerinin müdahale edeceğini söyler. Fransa Suriye bölgesinden, İngiltere Basra Körfezi ve Mezopotamya civarından kendilerine hisse alacağını, İtalya Trablusgarp’ın üzerine Adalar Denizi’nde birçok adayı alacağını, Haydarpaşa- Bağdat Demiryolu’na ve muhtemelen Boğazlara da Almanların hâkim olacağını Belirtir. Son olarak şunu söyler: “İşte bunları düşününce “ba’sü ba’delmevt” akla geliyor. Hint, Mısır, Rusya Müslümanlarının dirilmeye başlamaları kendi devletleri yıkıldıktan ve yabancı devletlerin idaresine düşerek bir müddet ezildikten sonra başladığı gibi Osmanlı Türklerinin de bu halden müstesna olmamaları büyük ihtimaldir ve benim hususi fikrim de budur.” (s. 354-5)

 

DEĞERLENDİRME

 

Yazar, İstanbul’da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh halini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etmek fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili  –kendisini çok rahatsız eden- soru(n)lara cevaplar almaya çırpınır. Yabancı uyruklu,  Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır. İstanbul Mektupları, bir savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de Balkanların elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan askerlerinin top seslerinin İzmir’den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde, milletimizin gerek cephede gerek cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık, ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik olayı bizlere anlatmaya çalışır. Bu yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımızı -soğukkanlı biçimde, korkmadan, üzerine giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır diye düşünüyorum. Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayabileceğimiz – şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170)

Kerimî, toplumsal olarak yaşadığımız felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesinin gözyaşı ve acı olduğunu şu cümlelerinden anlıyoruz: “İnsanın yazmaya eli varmıyor. Zihin işlemiyor. Kalem duruyor. Yazılacakların hepsi kara, hepsi kötü, okuyucularımızın zaten yaralı olan yüreklerini daha da yaralayacak haberler. “Yeter, artık, bırak!” deseler hakları var. Onların gönüllerini rahatlatacak surette yazmak istesek mutlaka bir takım hayaller ve faraziyeler yazmak, onları aldatmak gerekecek. Gönül bunu da istemiyor…. Muhterem bir aile babasının zalim düşmanlar tarafından dövülerek öldürüldüğünü görmek ve bin türlü azap içinde can verdiğini tasvir etmek ne kadar zor ve yürek dayanmaz bir şeyse, bir Müslüman ve Türk gazetecisinin de bugünkü Türkiye’nin vaziyetini yazması o kadar zor ve yürek yakıcıdır.”(s.172) Balkanlardan gelen Müslüman muhacirlerin durumunu anlatırken: “Bu muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime kalemi aldığım halde yazmaya kalbim dayanamadı. Gözümden yaşlar boşandı, kalemi bıraktım. Mamafih yazıp gönderiyorum çünkü yüreğimize taş basarak bu acıları soğukkanlılıkla yazmadıkça buradaki durum hakkında doğru bir fikir edinmek mümkün değildir diye düşünüyorum.”(s.51) Eserin dili hakkında şunları söyleyebilirim. Gaziantep Fen Lisesi üçüncü sınıfta öğrenim gören, akranlarına göre Türkiye ortalamasının biraz üzerinde kitap okuduğunu tasavvur ettiğim bir yakınım da bu kitabı okudu. Bilmediği sözcüklerin anlamlarını, sözlükten bulmak için not alıyordu. Anlamını bilmediği sözcük sayısının 133 olduğunu söylemişti. Bu küçücük araştırmaya dayanarak bu eser için, bu dönem ile ilgili tarih ve hatıra kitaplarını okumayı seven kişilerin, rahat anlayabileceği, akıcı bir eserdir diyebilirim. Kerimî, bir dönemi beyni, kalbi ve kalemiyle adeta Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen haritasını, canlı fotoğrafını kamerayla çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli hastalıklarının geçen 90 küsur yıla rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiğini söyleyebilirim. Bu sorunlu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin zaruri olduğuna inanan Türk subaylarının, tarih ve sosyal bilimler kürsüsündeki öğretim üyelerinin ve öğrencilerin,       “Tarih geleceğin aynasıdır” sözünü ciddiye alan, tarih şuurunun ekmek, su kadar doğal ve gerekli olduğuna kanaat getiren öğretmenlerin, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan aydınların bu kitabı hem de özümseyerek, sindirerek, gerekirse tekrar tekrar okuması gerektiğini söylersem, iddialı bir yargıda bulunmuş olmam zannederim. Son olarak merhum Kerimî’yi rahmetle anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri gün yüzüne çıkarıp, Türk okuyucusu ve aydınına tanıtmaya çalışan Doç. Dr. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi’nin yöneticilerine teşekkür ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum.

 

[*]  Eğitimci, Eposta: ikizkuyu@yahoo.com

 

 

 



[1] Dr. Orhan Gedikli, Arnavutluk’taki izlenimlerini aktarırken Hasan Rıza Paşa’nın İşkodra şehir mezarlığındaki mezarının çöpler içinde yüzdüğünden bahsederek Dışişleri yetkililerine gerekli hassasiyeti göstermelerini ister. Bir sevindirici gelişme olarak da Türkiye’den bir grubun Arnavutluk’ta açtığı okula Hasan Rıza Paşa Koleji ismini vererek kahramanımızın isminin yaşatılmasının kendisi bahtiyar ettiğini vurgular. Orhan Gedikli, Arnavutlukta Türk İzleri 1, Ufuk Ötesi Gazetesi, sayı 71, Şubat 2008

[2] Yazarın İstanbul’da görüştüğü aydınların listesi: Doktor Abdullah Cevdet(Karlıdağ), Hikmet Gazetesi’nin muharriri ve Müslüman Terakkiperver Partisi’nin başkanı, Darülfünun Felsefe hocası Hilmi Bey, Trablus Kahramanı Enver Bey(Paşa), Yazar Halide Edip Hanım, İttihat ve Terakkî nin Reisi Prens Sait Halim Paşa, yazar Ahmet Agayef(Ağaoğlu), İstanbul Kız İdadi Mektebi Müdiresi Nakiye Hanım, Maliye Mektebi Müdürü ve birçok mektep de ilm-i İktisat hocası Mustafa Zühtü Bey, Sosyolog Ziya Bey(Gökalp), Türkiye’nin pedegog âlimlerinden Sâtı bey, “Turfanda mı Turfa mı” romanın yazarı Mizancı Murat Bey, Sadrazam Hakkı Paşa, Cevdet Paşa’nın kızı yazar Fatma Aliye Hanım, yazar Ali Faik (Ozansoy), Eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Tanzimat Gazetesi’nin sahibi eski Dersim mebusu Lütfü Fikri(Düşünsel) Hilal-i Ahmer Cemiyetinin Reisi Doktor Besim Ömer Paşa, Hariciye Nazırı Prens Sait Paşa, Dahiliye Nazırı Hacı Adil Bey, Eski Maarif ve Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Hakkı Paşa, Şair Nigar Hanım, Maarif Nazırı Emrullah Efendi, Ulemadan Mardinzâde Ebulula Efendi, Yazar Babanzâde Naim Bey, Milli Şair Mehmet Akif (Ersoy), Sebilürreşat Mecmuasının Müdürü Eşref Bey, Defter-i Hakanî Nazırı Mahmut Esat Efendi, Diplomat ve şair Abdülhak Hamit (Tarhan), Şeyhulislam Esat Efendi, Maarif Nazırı Şükrü Bey, Darülfünun müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi(Tanrıöver), Ağayef Ahmet (Ağaoğlu), Selim Sırrı (Tarcan), Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan)

[3] Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel, III. Baskı, 2003, İstanbul, iletişim Yayınları, s.172 (Türk Yurdu Mecmuası, ‘Merhum Ahmet Midhat Efendi ve Şimal Türkleri’ Fatih Kerimî, 3. yıl, 6. sayı, s.161-163)

[4] Bu konuyla ilgili geniş bilgi sahibi olmak isteyenlerin, şu kaynaktan istifade edebileceklerini düşünüyorum. Şefika Kurnaz, “Balkan Savaşlarında Kadınlarımızın Konuşmaları” I.baskı, 1993, 86 sayfa,  İstanbul, MEB Yayınevi

[5] Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık, Yusuf Halaçoğlu, Ermeniler: Sürgün ve Göç,  s. 65-66., I. Baskı, 2004, Ankara, Türk Tarihi Kurumu Yayınları

 

    En az 10 karakter gerekli