Karadağ Balkan Yarımadası’nın batı kesiminde Adriyatik Denizi’ne kıyısı olan küçük bir ülke. Küçük bir ülke diyoruz zira yüzölçümü 13 bin 812 kilometrekare. Bu küçük ülkeyi adım adım gezerek Osmanlı izlerini sizler için araştırdım…
Yrd. Doç. Dr. Süleyman SÖNMEZ
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi
Karadağ Balkan Yarımadası’nın batı kesiminde Adriyatik denizine kıyısı olan küçük bir ülke. Küçük bir ülke diyoruz zira yüzölçümü 13 bin 812 kilometrekare. Bu büyüklük bizim bazı vilayetlerimiz kadar. Mesela Balıkesir ili 14 bin 300 kilometrekaredir. Karadağ ve Karadağlıların tarihi de pek eskilere uzanmıyor. Batı dillerinde bu ülkeye Montenegro adı veriliyor. Bu ad Latince veya İtalyanca kökenli. Bu dillerde “Monte” dağ, “negro” ise kara, siyah demek. Karadağlılar ise bu adı kendi dillerinde Crna Gora kelimeleri ile ifade ediyorlar. “crna” kelimesinin bu dildeki karşılığı kara, “gora” ise dağ demek. Yani anlam aynı sadece dil değişik. Osmanlı tarihinde de bu ülke Karadağ olarak geçiyor. Uçağımız Karadağ’ın başkenti Podgorica Havaalanı’na bulutlu, kapalı ve yağmurlu bir günde öğleden sonra indi. Hâlbuki aynı gün İstanbul’da pırıl pırıl güneşli bir hava vardı. Saat dilimimiz de değiştiği için saatlerimiz bir saat geriye aldık. Yolculuğumuz 1 saat 15 dakika kadar sürdü. Havaalanı Podgorica’nın bağlı bahçeli seyrek küçük evlerden oluşan dış mahallerinden birindeydi. Yüksek binaların gökleri tırmaladığı Yeşilköy’ü ve hınca hınç dolu, arı kovanı gibi kaynayan havaalanını gördükten sonra burası bize mütevazı ve asude bir muhit gibi gelmişti. Uçaktan inip rutin kontrollerden geçtikten sonra terminalde bizi bekleyen otobüsümüze binerek kalacağımız beş yıldızlı otelimize yerleştirildik. Bizi Karadağ’da Osmanlı Mirası ile ilgili olarak düzenlenmiş olan sempozyuma çağıranlar güzel bir hüsnü kabul gösteriyorlardı. Bir ara terasa çıkıp üzerine bulutların toplandığı yağmurlu ve gri bir gök altındaki Podgorica şehrini seyrettim. Etrafı ağaçlıklı tepelerle çevrili bir ovada kurulmuş orta büyüklükte bir şehirdi. Yüksek binalar azdı. Uzaklara bakınca koyu kara renklere bürünmüş dağlar dikkati çekiyordu. Trafik sıkışık değil rahattı. Ana caddeler düzgün ve genişti. Podgorica hakkındaki ilk intibaım, sakin, mütevazı ve düzenli bir şehir olduğu idi. Merkezi kısmında rakım 45 metre civarındaydı. Nüfusu ise 150 bin idi. Podgorica dikine yükselen değil, ovaya genişçe yayılmış bir şehir durumdaydı. Gözü tırmalayan yapılar pek yoktu. Yeşil alanları çok, etrafındaki tepeler de servi ve çam cinsinden ağaçlarla örtülüydü. Servilerin bolluğu dikkat çekiyordu. Türkiye’nin Akdeniz iklimi etkisindeki bölgelerinde yayılış gösteren ve Müslüman mezarlıklarının sembol ağacı olan bu bitkinin Karadağ’da bu derece yayılış göstermesini Osmanlı etkisine bağladım. Bu durum şehre daha bir canlılık ve güzellik katıyordu. Kısacası belki de nüfusun az sayıda olması nedeniyle şehrin her bir ünitesine geniş ve rahat mekânlar ayrılmıştı. Şehir insanı sıkmıyor aksine ferahlatıyordu. Balkan savaşlarının sonuna kadar, yani Balkanlar resmen elden çıkıncaya kadar Podgorica tam bir Osmanlı şehriydi. Camileri, saat kulesi, hamamları, türbeleri, köprüleri çeşmeleri, kalesi, servili mezarlıkları ve tepeleri ile Türk-İslȃm kültürünü yansıtan bir mekândı. Son gün Karadağ’dan ayrılmadan önce birkaç arkadaş şehrin tarihi sit alanını dolaşarak Osmanlı’dan kalan izleri görmek ve onları hissetmek istedik. Otelimizden ayrılarak geniş ve düzgün Bratstva i Jedinstva adlı cadde boyunca kuzeye doğru biraz yürüdük. Sonra bu caddeyi dikine kesen Oktobarske Revolucije’ye gelince sola yani batıya doğru saptık. Bir müddet bu caddeyi takib ettik. Bu cadde de yine düzgün bir cadde olan Kralje Nikole caddesi ile keşisti. Karşıda küçük bir meydanda Osmanlı eseri saat kulesini görünce neşemiz yerine geldi, yüzümüz güldü. Karadağlılar kendi dillerinde bu yapıya “Sahat Kula” diyorlar. Biraz değişmiş olsa bile bu kelimelerin her ikisinin de Türkçeden geldiği açıkça belli oluyor. Karadağ dilinde pek çok Türkçe kelime var. Meselâ bazıları: “Kafa” kahve, “Sokak” sokak, “Dzamija” cami “Çay” çay, “Kula” kule, “Sahat” saat, “Kajmak” kaymak, “Jogurt” ayran, “Yorgan” yorgan, “Peşkir” peşkir, “Baklava” baklava, “Bademi” badem gibi. Karadağ dili Sırpça, Hırvatça, Boşnakça ve Makedonca ile çok yakın bir dil olduğundan, söz konusu ülkelerin halkları birbirlerini anlayabiliyorlardı. Yakın zamana kadar Kiril alfabesi kullanan Karadağ Latin alfabesi kullanmaya başlamıştı. Bu dillerde 4 bin kadar Osmanlıca kökenli kelime olduğu belirtiliyordu. Saat kuleleri Osmanlı şehirlerinin adeta bir sembolü gibidir. Osmanlı topraklarında halen ayakta kalan ve varlığını devam ettiren 150 kadar saat kulesinin bulunduğu tahmin edilmektedir. Saat kulelerinin en başta gelen görevi şehir halkına vakti bildirmekti. Osmanlı şehirlerinde hayat namaz vakitlerine göre tanzim edilmişti. Saat başlarında kuvvetli bir gong vururdu.
OSMANLILAR’DAN KALAN KÜLTÜR MİRASI OBJELER
Podgorica saat kulesi şehrin Osmanlılar’dan kalan kültür mirası objelerinin en önemlileri arasındadır. Yüksekliği 16 metredir. Günümüz Karadağ Devleti de bu kültür mirasına sahip çıkarak onu eski Podgorica’nın bir sembolü olarak görmektedir. Kulenin yapılış tarihi ve yaptıranına ait sağlıklı bilgiler yoktur. Bazı kaynaklarda Osmanagiç Hacı Paşa tarafından 1667 yılında yaptırıldığı yazılmışken bazı kaynaklarda Hacı Hafız Paşa tarafından XVIII. Yüzyılda yaptırıldığı belirtilmektedir. Osmanlı yapılarının tümü “Stara Varosi” adı verilen eski yerleşmenin olduğu mevkide bulunmaktadır. Saat kulesini inceleyip birkaç poz çektikten sonra eski mahallenin dar sokaklarına daldık. Dört kişi idik. Eski Osmanlı evlerinden hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı fakat yüksek yapılara izin vermeyerek en azından mahallenin dokusunu korumuşlardı. Birden bire alçak evlerin çatıları üzerinde yükselen beyaz ve şirin bir minare gözümüze çarptı. İçimizi bir sevinç ve heyecan kapladı. Oraya doğru hızla yürüdük. Burası Podgorica şehrinin camilerinden Osmanağa Camisi idi (Osmanagica dzamija). XVIII. Yüzyılda inşa edildiğine dair bazı bilgiler vardı. Caminin taş duvarlarla çevrili bir avluya sahipti. Bitişiğinde bir de türbe mevcuttu. Avlu kapısının dış cephesinde TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) tarafından 2011 yılında restore ettirildiğine dair bir levha asılıydı. Hem zamanımız kısıtlı ve hem de avlu kapısı kilitli olduğundan içeriye giremedik. Fakat cami ibadete açıktı ve kullanılıyordu. Podgorica’da ayakta kalan ve kullanılan 2 cami mevcuttu. Bunlardan birisi bahse konu olan Osmanağa Camisi idi. 150 bin kadar bir nüfusa sahip olan Podgoricada 20 bin kadar Müslüman yaşadığını öğrendik. Daha sonra başka bir dar sokağa saptık. Evler yine alçak ve bahçe içindeydi. Fakat otantik mimari özelliklerinden hiçbir şey kalmamıştı. Sokak tenha ve sessizdi. Aşina simalar arıyorduk. Fakat boşuna. Bir ara ilerde bir avlu kapısı açıldı, içerden sevimli bir ihtiyar çıktı ayaklarının dibinde de bir kedicik dolaşıp duruyordu. Yanına gidip durduk. El kol işaretiyle Türkçe bilip bilmediğini sorduk. “İtaliano” diyerek cevap verdi. Sonra yolumuza devam ettik. Çatıların üzerinde tekrar bir beyaz minare belirdi. Aradığımızı bulmuştuk. Hızla oraya doğru yürüdük. Bu sırada bir köşede penceresi kafesli iki katlı küçük bir kâgir ev gördük. “Arkadaşın biri bu kesinlikle bir Müslüman evi, Hıristiyan evlerinde kafes olmaz” dedi. Bir fotoğraf çekerek camiye doğru yollandık. Küçük beyaz minaresi, sivri çatısı ile bu yeni inşa edilmiş gibiydi. Osmanlı bu topraklardan çekildikten sonra bıraktığı eserler bilhassa camiler çok büyük tahribata uğramıştı. Bu yapı büyük bir ihtimalle, orijinal caminin yerinde yükselen kim bilir kaçıncı yapıydı. Zaten bu durum ad karışıklığından da anlaşılıyordu. Bu caminin birkaç ismi vardı. En yaygın olanı “Starodoganjska Dzamija” adıydı. Karadağ diline uyarlanmış bu adın manası Eskidoğan Camisi’ydi. Bazen de Gradska Dzamija (Yani Büyük Cami) olarak yazılmaktadır. Bu caminin eski adı, Karadağ Camileri üzerine bir kitap yazmış olan Bayro Agoviç’e göre “Skender Çauşeva”ydı. Yani “İskender Çavuş” camisi. Aynı yazar bu caminin 1582 yapılmış olduğunu ifade ediyor. Cami uzaktan şirin görünüyordu ama doğu duvarı dışında garip bir çeşme dikkat çekiyordu. Şekli bana nahoş şeyler hatırlattı. Halbuki buraya çok estetik ve çok güzel bir çeşme yapılabilirdi. Karadağ’da Müslümanlar sessiz ve çok çekingen. Adeta bir gölge gibiler. Kendilerini belli etmemeye çalışıyorlar. Ülkenin Hıristiyan halkı normal davranışlar sergiliyor ama Müslümanlar hakkındaki düşüncelerinin müspet olmadığından kuşku duymamak gerekir. Daha yakın zamanda Yugoslavya iç savaşında Karadağ’ın bazı şehirlerinde Müslümanlara yapılanlar hafızalardan silinmedi. Ayrıca ülkenin her yerinde ve her vesile ile Osmanlılara karşı yapılan savaşlar, Karadağlı kahramanlar ve ünlü Kralları Nikola vurgulanıyor, ön plana çıkarılıyor. Karadağ devleti son zamanlarda halkının Müslüman olanlarına karşı yumuşamış gibi görünmekle beraber halkının Hıristiyan kesiminin bu konuda henüz fikri olgunluğa ulaşmadığını düşünmek fazla kötümserlik addedilmemelidir. Günümüzde Karadağ’da 110 bin kadar Müslüman nüfus yaşamaktadır. Bu sayının ülkenin tüm nüfusuna oranı yüzde 17,7’dir. İskender Çavuş Camisi’nin dışından birkaç fotoğraf çektikten sonra açık olan avlu kapısından içeri girdik. O sırada kapıya yapıştırılmış bir vefat ilânı dikkatimizi çekti. Ayyıldız altına mevtanın adı yazılmıştı (Hazra Babaçiç Toskiç) . Daha alt satırlarda da bazı yazılar vardı. Tüm yazılarda ve şekilde yeşil renk kullanılmıştı. Ayyıldız, Balkanlar’da İslâm’ın sembolüydü. Avludan içerde solda küçük bir binaya ait odada birkaç kişi kendi aralarında Karadağ lisanında konuşuyorlardı. En yakındakine “Selâmun Aleyküm” diyerek selam verdim. O kişi selâmımı “Ve Aleyküm Selâm “ diyerek aldı. Dillerimiz farklı fakat kalplerimiz birbirine bağlıydı. Avlu içinde, caminin yan tarafında bulunan hazireye bir göz atınca, Osmanlı üslubunda yapılmış kitabeli bazı mezar taşları gördük. Ecdat yadigârıydı bunlar. Fotoğraflarını çektik. İçimizden, tarihçi olan arkadaş bunların bazılarını okudu. Ben de bilhassa tarihlerine dikkat edip not aldım. Birisinin üzerinde “3. Ordunun Mirlivası Mustafa eşi Münire Hanım, ١٢٨١“ yazısını okudu. Bu Rumi tarihle 1281 yılı oluyordu. Milâdi karşılığı ise 1865 yılı idi. Bu tarihlerde Osmanlı Padişahı Abdülaziz idi. Karadağ henüz Osmanlı devletine bağlı bir prenslikti. Podgoriçe de bir Osmanlı şehriydi. Caminin haziresindeki bu mezar taşlarının buraya mı ait, yoksa dışarıdan mı getirilmiş olduğunu anlayamadık. Zaten hepsi 3–5 mezar taşı ve birkaç kitâbe idi. Buradan ayrılmadan önce arkadaşlar caminin içine girip baktılar. Tertemiz düzgün ve sade bir cami idi. Ahşap minberi yepyeni, mihrabı ise çok sadeydi. Zeminde yekpare bir halı vardı. Sol köşeye de iki basamakla çıkılan alçak bir vaiz kürsüsü yerleştirilmişti. Daha sonra Podgoriçe kalesi harabelerine doğru yürüdük. Bu kale İşkodra’nın fethinden sonra (1479) Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştı. Şehri de bu şekilde Türkler kurmuştu. Kalenin zamanımıza ancak bazı bazı duvarları gelebilmiş. Bu havalide esas şehir Medun idi. Günümüz Podgoriçesi’nin 10 kilometre kadar kuzeydoğusunda sarp bir tepenin üzerinde bir kale şehirdi. Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi almış ve aşağıda Zeta ovası adı verilen yöreye hâkim olmuştu. Karadağ’da İşkodra Gölü’nü ve Podgoriça ovasını kapsayan düz alana Zeta ovası adı verilir. Kale sit olarak bu ovada ve iki akarsuyun kavşak noktasında yüksekçe ve sağlam bir zeminde kurulmuştur. Bu iki akarsudan biri gür akışlı ve İşkodra Gölü’ne dökülen Morace suyu, diğeride ona doğudan gelerek karışan mevsimlik akışlı Ribnica çayıdır. Kalenin yapı ve plan özelliklerine dair bilgilerimiz çok azdır. Kalenin yıkık surlarını geçerek ırmağa doğru ilerledik. Önümüze güzel ve hakim bir manzara açıldı. Bir tarafta yeşil rengiyle gürül gürül akan çoşkun ve geniş Morace suyu, onun gerisinde şehrin ovaya doğru yayılan mahalleleri, çelikten sağlam ve estetik bir köprü (Most Blaza Jovanovica), doğudan gelen Ribnicanın üstünde de taş bir Osmanlı köprüsü (Stari Most). katmer katmer kayalar, çiçekler, ağaçlar nemli ve yumuşak bir iklim, kıyıda balık tutan insanlar ve sezon sona erdiği için kapatılmış çay bahçeleri. Yavaş yavaş Ribnice çayına ve üzerindeki tarihi Osmanlı köprüsüne doğru indik. İki akarsuyun kavşak noktası şehir halkının bir nevi tenezzüh yeri olup etrafı tanzim edilmişti. Akarsular da oldukça temiz ve berraktı. Tek gözlü geniş, taş bir kemer köprüydü. XV. yüzyıl eseri olduğu tahmin ediliyordu. Hayran olunacak güzellikte bir sanat eseriydi. Morace ve Ribnice akarsularının gürlüğü ve yeşil rengi beni hayretler içinde bıraktı. Hiç çamur taşımıyorlardı. Halbuki Türkiye akarsuları genelde boz bulanık ve çamur yüklüdür. Köprünün üzerinden heyecanla geçtik, çevrenin fotoğraflarını çektik. Hava çok bulutlu çisentili ve ılıktı. Blaza Jovanavica köprüsü tarafına doğru çıktık ve bu köprü üzerinden giden Svetog Petra Çetinjskog Bulvarı’na geldik. İki tarafı ağaçlıklı çok düzgün ve geniş bir caddeydi. Trafiği rahattı. Kenarlarına sıralanmış estetik ve resmi binaları parkları ile ferah bir cadde idi. Ağaçların bizdeki gibi gelişigüzel budanmadığı ve gövdelerinin yamru yumru ve çarpık çurpuk olmadığı dikkatimi çekti. Birbirini dikine kesen tali caddeleri yeşil alanları ile mükemmel bir şehircilik örneği sergileniyordu. Yürüdüğümüz tarafta bulunan parka girip biraz dolaştık. Adı Mali Park olarak geçiyordu. Bakımlı ve güzel ağaçların olduğu bir parktı. Ribnice çayı da parkın kenarından geçiyordu. Mekan çok iyi bir şekilde plânlanmıştı. Parkın içinde bir de heykel bulunduğunu görünce hemen oraya gittik. Küçük, düzgün ve temiz bir meydanda ustaca yapılmış tunç bir heykel vardı. Kaidenin cephesindeki metal plakayı okuyunca bunun Karadağ krallarından I. Nikola’ya ait olduğunu anladık. Hemen aklıma İstanbul’da Fatih Parkı civarındaki Fatih Sultan Mehmet heykeli aklıma geldi. Genç bir delikanlı iken İstanbul’u fetheden Fatihi hantal ve şişman görünüşlü bir adam haline getirmişlerdi. Parktan çıkarak konuşa konuşa etrafa baka baka yürürken ilerde yolun tali bir cadde ile kesiştiği köşede yeralan Büfenin tabelası üzerindeki “sokak” yazısı çok dikkatimizi çekti. İmlâsı ve yazılışı bizim sokak kelimemizle aynı idi fakat Karadağ dilindeki anlamını bilmiyorduk. Günümüz Karadağ halkı, orta gelir seviyesinde sessiz ve sakin bir halk. Herkes kurallara ve kanunlara uyuyor. Bunda sanırım ülkelerini bilinçli bir şekilde sevmelerinin rolü var. Bir gün marketi ve kapalı pazarı dolaşmıştık. Her türlü mal vardı. İnsanlar büyük arabalarla değil küçük sepetlerle alış veriş ediyorlardı. Ülke pek ucuz sayılmazdı. Bizdeki meyva sebze bolluğu pek yoktu. Her şeyin orta kararda olduğu anlaşılıyordu. Et reyonunda vitrinde, kurumuş ve kapkara tütsülenmiş etleri görünce alışık olmadığımız bir manzara ile karşılaştık. Doğrusu pek iç açıcı bir görüntü değildi. Halkın kılığı kıyafeti de aşırı lüks ve göstere kaçmıyordu. Kılık kıyafet bakımından da kendi hallerinde insanlar görüntüsüne sahiptiler. Ülkede bulunduğumuz sürede bir gün özel olarak Adriyatik kıyılarını gezdirdiler. Sabah otobüsümüzle Podgoriçe’den hareket ettik. Hepimiz kıyıların doğal güzelliğini duymuştuk ve göreceğimiz için çok heyecanlıydık. Mihmandarımız bize Karadağ’ın tarih ve coğrafyası hakkında bilgi vermeye başladı. Kulağım orada olmakla beraber ben de pencereden dışarıyı gözlemleyip sürekli not alıyordum. Bir ovayı katederek güneybatıya doğru gidiyorduk. Hava çok bulutlu ve yağmur serpintiliydi. Mihmandarımız ilk hedefimizin Bar, Eski Bar şehri olduğunu söyledi. Bu şehir ülkenin batısında ve Adriyatik kıyısındaydı. Biraz sonra bir kavşağa geldik. Burası Niksiç’e ve Çetine’ye giden yolların ayrımıydı. Onlar sağımızda kaldı. Biz güneybatıya doğru devam ettik. Yol asfalt ve düzgün fakat fazla geniş değildi. Trafikte bir sıkışıklık yoktu. Yol kenarlarına ağaçlandırmalar yapılmış bilhassa servi dikilmişti. Tarım alanları mümkün olduğunca korunuyordu. Çünkü bu ova Karadağ’ın en önemli, en büyük ve neredeyse tek ovası idi. Bunun dışında ülke tamamen dağlıktı. Biraz sonra bir akarsu geçtik (Cijevna suyu). Sola havaalanı yolu ayrıldı. Bahçeli evler, düzgün tarlalar, yeşillikler, incir ve servi ağaçları arasından geçerek ovada gidiyorduk. Manzara güzeldi. Kuruya sarıya yer yoktu. Yolumuz demiryolu ile kesişti. Daha ilerde karayolu ve demiryolu birbirine paralel oldu. En sağımızda da Morace ırmağı akıyordu. Üzüm bağları, ayva, nar, incir, dut, karpuz, servi, kavak, söğüt çeşitli meyvalar ve ağaçlar hızla gözümüzün önünden geçip gidiyorlardı. Sonra geniş bir köprü ile Rijeca Moraca’yı geçtik. Bu akarsu İşkodra Gölü’ne dökülüyordu. Çok ilginç ve güzel bir manzara ile karşılaştık. Bir tarafta dağlar ve göl, diğer tarafta düzlükler ve akarsu. Biz gölün kuzeybatı ucundaydık. Buralarda başarılı mühendislik çalışmaları ile geniş bataklıkları ve sulak alanları aşan yollar ve köprüler yapmışlardı. Hem kara ve hem de demiryolu tabiatın bu zorlu engellerini burada aşmıştı. Coğrafya bilimine göre İşkodra Gölü kireçtaşlarının erimesiyle oluşmuş karstik bir göldü. Ova göl çukurluğunun adeta bir devamı gibiydi. Aynı şekilde oluşmuştu. Podgoriçe ovası büyük bir polyedir. Göl Karadağ ile Arnavutluk arasında bölüşülmüştür. Yüzölçümü 370 kilometrekare olan gölün alanı yağışlı mevsimde 530 kilometrekareye kadar genişleyebilmektedir. Suları tatlı olan gölün en derin yeri 44 metre kadardır. Morace suyu gölü besleyen başlıca akarsudur. Çok güzel bir peyzaja sahip olan gölde balıkçılık önemli bir ekonomik faaliyettir. Yol, iki köprü vasıtasıyla burayı aşıyordu. İlk köprü Morace akarsuyu üzerinde olup 80 metre uzunluğa sahipti. Diğeri 940 metre kadardı. Yalnız bunun 750 metresi set dolgu, 190 metresi çelik köprü biçimindeydi. Kara ve demiryolu yanyana ve birbirine paralel gidiyordu. Çelik köprünün altındaki açıklıktan göl, kuzeyindeki koy ile bağlantısını sürdürebiliyordu. Otobüsümüz hızla geçip giderken sağda ada şeklinde yükselen sarp bir tepenin üzerinde bir kale harabesi gözüme çarptı. Sonradan bu kalenin Zabljak (Osmanlıcası Zabyak) kalesi olduğu öğrendim. Burası Karadağ ülkesinin kapısını tutan kalelerden biriydi. Diğer kale eskiden bir adacık üzerinde bulunan Lesandro kalesiydi. Bu kale şimdi dolgu ve köprü ile geçilen boğaz şeklindeki göl geçidini tutuyordu. Bu kadar zorlu kaleleri ve tabiatın çetin şartlarını görünce cedlerimiz Osmanlıların buraları nasıl fethetmiş olduğuna insanın aklı ermiyor. Hatırımda kaldığına göre Fatih Sultan Mehmet Arnavutluğu üç seferde fethedebilmişti. Dağlar, kaleler ve savaşçı bir halk bu deha padişahı çok zorlamıştı. Böyle düşüncelerle dışarıyı seyrederken “Virpazar” levhası gözüme çarptı. Gölün batı yakasına geçmiştik. Burası da bir nevi köprü başı konumunda bir yerleşmeydi. Kıyıdaki Bar şehrine inen ve dağları aşan eski yol buradan başlıyordu. Şimdi de demir ve karayolları burada düğümlenmekte ve tünellerle dağları aşarak kıyıya inmektedir. Virpazarda Crmnica suyu üzerinde üç gözlü taş bir köprü vardı. Stil itibariyle tam bir Osmanlı köprüsü idi. Fakat maalesef hakkında bilgi edinmek mümkün olmadı. Karadağ coğrafyasında Podgoriça ovası ile Kıyı arasında yüksekliği 1500 metreye erişen ve Rumija Dağları adı verilen sarp bir arazi yer alır. Eskiden kıyıdaki Bar limanına ulaşabilmek için bu dağları bin bir zahmetle aşmak gerekiyormuş. Günümüzde bu dağ tünellerle aşılıyor. Otobüsümüz gür bir bitki örtüsüyle örtülü kireçtaşı yapılı sarp dağların eteğine doğru yanaşınca ilk tünele girdik. Bu, adı Bistrica olan 196 metrelik kısa bir tüneldi. Bir müddet gittikten sonra tekrar dağların altına uzun bir tünele daldık. Tabeladan öğrendiğimize göre bu 4 bin 189 metre uzunluğunda Sozina Tüneli imiş. Hizmete birkaç yıl önce açılmış. Tünelin öbür ucundan çıktığımızda birden bire denizi yani Adriyatiği gördük. İnmeye başladık. Kuzeye doğru Petrovac yolu ayrıldı ve Sutomore beldesinde yol kıyıya ulaştı. Buradan biraz daha güneye giderek Bar şehrine geldik. Solumuzda kireçtaşından, gür çalılar ve ağaçlarla örtülü sarp dağlar, sağımızda masmavi bir engin deniz vardı. Hava da açmış günlük güneşlik olmuştu. Adriyatik kıyıları burada her bakımdan farklı bir mekân olarak ortaya çıkıyordu. Bar’a doğru giderken mihmandarımız sağda yüksek bir tepe üzerinde yer alan kaleyi işaret ederek Hal ve Ne Hal Kalesi dedi. İsmi bize biraz garip geldi. Bu Türkçe ifadeyi Karadağlılar nasıl bu şekilde söyleyebiliyorlardı diye düşündüm. Daha sonra biraz araştırma yapınca bu kalenin Karadağlılarca söylenen adının Haj Nehaj olduğunu buldum. Bu sahiller 1912 yıllarına kadar bizim idaremizde kaldığından, belki de kalenin adı o şekilde söyleniyordu. Sonradan Karadağlılar bu adı bu günkü söylenişe çevirmiş olabilirler. Hal ne Hal Kalesi’nin 1542’de inşa edilen bir Osmanlı kalesi olduğu belirtiliyor. Bar’a gelen Kara ve deniz yollarını gözleyen bir kale konumunda. Daha henüz Bar şehrine girmeden solda bir akarsu üzerinde taş bir köprü gözüme çarptı. Muhtemelen Osmanlı yapısıydı. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlı buraları çok imar etmiş çok eserler bırakmış. Fakat ülkenin bizden sonraki sakinleri ilk dönemde bunları adeta kökünü kazırcasına yok etmiş. Son yıllarda ise kalanları biraz da isteksizce korumaya çalışıyorlar. Nihayet Bar şehrinin içine girdik. Binalar yine çok yüksek değil. Gözleri tırmalayan yapılar yok. Bar Adriyatik kıyısında Karadağ’ın önemli bir limanı (Nüfusu 42 bin). Hem ticari ve hem de askeri bir liman. Gerisinde yüksek ve ormanlı dağlar var. Küçük bir kıyı ovasına yayılmış. Kıyıda ise oldukça geniş bir koya sahip. Daha sonra bu koyu her türlü denizcilik hizmetini verebilecek modern bir liman haline getirmişler. Buradan Karadağ’ın diğer iskelelerine, Yunanistan kıyılarına ve Adriyatik’in önemli iskelelerine gemi seferleri var. Şehir içindeki bir kavşaktan sola saptık. Otobüsümüz rampaya doğru çıkmaya başladı. Eski Bar (Stari Bar) şehrine gidiyorduk. Biz ilgilendirenler oradaydı. Bu şehir deniz seviyesinden 140 metre kadar yüksekte ve kıyıdan 3,5 kilometre içerde idi. Kalenin surları hala sapa sağlam ayakta duruyordu. Fakat sur içindeki kısım harap olmuş ve terk edilmişti. Kalenin etrafında küçük ve bahçeli evlerden oluşan bir mahalle vardı. Otobüsümüz surların dışında, müzenin önündeki meydanda durdu. Biz buradan itibaren yürüyerek eski Bar şehrinin kalesine gidecek ve orayı dolaşacaktık. Çok heyecanlıydık. Küçük ve şirin bahçeli evler, zeytinlikler, tek tük minareler, arkada yüksek dağlar. Harabe olarak kalmış olsa da bir Osmanlı şehri, aşina olduğumuz bir manzara karşısında imişiz duygusunu uyandırdı. Hepimiz mutluyduk. Yüzümüze bir sevinç ve tebessüm yayılmıştı.
ESKİ BAR ŞEHRİ VE KALESİ
Hava durumu ve coğrafi peyzajın güzelliği de buna eklenince adeta çocuklar gibi bir sevinç içimizi kapladı. Enerjik adımlarla kaldırım döşeli dar bir sokaktan kaleye doğru yürümeye başladık. Sağımızda yüksek ve sağlam kale duvarları ve burçlar solumuzda bir sıra küçük ve nostaljik mekanlarda dükkanlar ve lokantalar vardı. Surların dibi açık bıraktırılmış mekânın özelliği korunmuştu. Yolu yarılamıştık ki şirin bir kahvehanede çay molası verdik. Masanın üzerinde bir yemek listesi de vardı. Bu liste birkaç dilde hazırlanmış bir kitapçıktı. Sol üst köşede “Dorucak” yazısı dikkatimi çekti. Bunun kahvaltı anlamına geldiğini öğrendik. Biraz sonra geniş cam bardaklar içinde çaylarımız geldi. Yanlarında bir de paketçik vardı. Üzerindeki petek resminden bunun bal olduğunu anladık. Paketcik üzerinde “Med” yazıyordu. Karadağ lisanında bal demekti. Ballı çaylarımızı afiyetle içtik. Kahveyi çalıştıranların dükkânında ise tahta bir levhada “Kula” yazısını gördük. Sonradan bu kelimenin kule demek olduğunu hatırladık. Kahvehane sahiplerinin Müslüman olduklarını ve Eski Bar Kalesi içindeki görkemli kuleye izafeten ticarethanelerine bu adı verdiklerini öğrendik. Tabiatıyla bizim Kula beldemizle bir ilgisi yoktu. Ama yine de Kulanın sönmüş volkanlarının kuleler gibi yüksek olduklarını düşünmekten kendimi alamadım. O sırada aşağıya şehre doğru giden tesettürlü bit kız çocuğu gördüm. Alelacele bir fotoğrafını çekebildim. Bu çocuk kuran kursundan veya din dersinden geliyor diye düşündüm. Beklemediğim bir olay ve manzara ile karşı karşıya kalmıştım. Kaybedeli en azından yüz sene olmuş ve bunun 50 senesi de komünizm esareti altında geçmiş bu beldelerde böyle bir duruma şahit olacağıma hiç ihtimal vermiyordum. Daha sonra yaptığım bir küçük araştırmaya göre Bar nüfusunun yüzde 35 kadarı Müslüman’dı. Fakat Podgoriçe’de olduğu gibi bunlar da sindirilmiş olup pek tebayüz etmek istemiyorlardı. Moladan sonra tekrar kaleye doğru yürüdük ve görkemli kale kapısının önüne geldik. Fakat bizim dikkatimizi solumuzda yeralan nostaljik İslâmi bir adacık çekti. Burada cami, türbe, çeşme, hazire ve halen tedrisatta olan küçük bir dersanecik, ulu birkaç servi ağacı vardı. Hemen fotoğraflarını çekip çeşmeye doğru heyecanla yürüdük. Bu mekân bana göre sadece Eski Bar’ın değil belki de tüm Bar şehrinin en sevimli mekânıydı. Çeşmenin cephesinde pek de özenli olmayan belki de aceleye gelmiş Osmanlıca bir kitabe vardı. Onu okumaya vaktimiz yoktu ama kitabenin altındaki tarihi okuduk; ١۰٥٢yani 1052, miladi tarihe göre de 1642 yıllarına rastgeliyordu. Osmanlı tarihlerinde Bar şehrinin Fatih Sultan Mehmet döneminde 1478 yılında fethedildiği yazılıdır. Daha sonra Venediklilerin şehri geri aldıkları ve Osmanlıların burayı tekrar 1573 te fethettikleri bilinmektedir. Bu bilgiyi Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyye’si doğrulamaktadır. 1525 yılında telif edilen bu eserde Antibarinin bir Venedik kalesi olduğu belirtilmektedir. Eski Bar şehri 1880 yılında Karadağ’a bırakıldı. Caminin adı Karadağ dilinde Omerbasica Dzamija idi. Türkçesi ise Ömerbaşı Camisi anlamına geliyordu. Kaynaklarda caminin inşa tarihi 1642 olarak gösteriliyordu ki çeşmenin kitabesindeki tarihle örtüşüyordu. Caminin yanındaki küçük dershanenin önünde bir kaçı çocuk olan bazı kişiler vardı. Çocuklara yakından baktığımda yüzlerinin gülmediğini fark ettim. Anlaşılıyor ki burada Müslümanlar hâlâ kendilerini rahat hissedemiyorlar. Yanı başındaki hazireyi görmeyi sonraya bırakıp kale kapısına yöneldik. Üstünde taşa oyulmuş bir Venedik aslanı şekli olan kitabe vardı. Aslında kalenin Osmanlıca bir kitabesi olmalıydı. Her halde onu söküp yerine bir yerden buldukları bu kitabeyi yerleştirmiş olmalılar diye düşündüm. Karadağ’daki müzelerde Osmanlılar’dan kalma eserlere pek nadiren rastlanmaktadır. Hâlbuki bu ülke en azından 300 yıl Osmanlı idaresinde yaşamış ve önemli bir Müslüman nüfusu barındırmıştır. Bizim müzelerimiz ise ağzına kadar Yunan Roma ve Bizans kalıntıları ile doludur. Sapasağlam duran kale kapısında içeriye girdik. Hemen bir zeytin sıkma mengenesi dikkatimi çekti. Biraz ilerde de değirmen taşları, daha ilerde çeşmesiz, fakat akan bir musluk. Önce bir mana verememiştim. Kaleyi dolaştıktan sonra bunları bulmacadaki yerlerine yerleştirdim. Kale sıkıntılı zamanlarında yağını ve ununu kendisi imal edebiliyordu. Değirmeni döndüren su kalenin doğusunda bulunan sarp bir derenin suyundan sağlanıyordu. Hatta kale dışında bizim ziyaret etme imkânını bulamadığımız XVI. yüzyıldan kalma muazzam su kemerleri (aquaduct) olduğunu sonradan öğrendik. Osmanlı kalelerinin Ana kapılarının girişlerinde içerde sağda veya solda muhakkak bir çeşme bulunurdu. Bu kalede de solda bir musluktan akan su vardı. Fakat çeşmesi yoktu Demek ki o güzelim çeşmeyi yok etmişlerdi. Şimdi ziyaretçiler suyu zevksiz bir terkos musluğundan içme durumunda kalıyorlardı. Girişte bir de kalenin içinde yapılan kazılarda çıkan seramiklerin sergilendiği bir vitrine bakınca Osmanlılar ait olduğu belli olan birkaç tabak ve fincan gördüm. Fincan Osmanlı kahve kültürünü kanıtlayan gereçlerden biriydi. Balkanlara kahve kültürünü Osmanlılar yaymışlardı. Kahvenin adı bile Karadağ lisanına “Kafa” olarak geçmişti. Kale çok büyük, çeşitli birimlerden oluşan ve tamamen taş kullanılarak inşa edilmiş bir özelliğe sahipti. 140 metre rakımındaki bir tepenin üzerine yerleşmişti. Kuzeydoğuya, kuzeybatıya ve güneybatıya bakan ve sağlam vaziyette olan duvarlarının her birinin uzunluğu 100 metre civarındaydı. Yüksekliği ise 10 metre idi. Kuzeybatı duvarlarının uçlarında iki sağlam ve yüksek burç mevcuttu. Bunlar da 20 metre kadar bir yüksekliğe sahip idiler. Kalenin içinde ilerlemeye devam ediyorduk. Yıkık duvarlar, sonradan kaleye yapılmış birkaç kilise, çeşitli ağaçlar, çalılar ve otlar, gerideki ihtişamlı ve sarp dağlar manzarayı tamamlıyordu. Kale harabelerinin nostaljik havası bozulmasın diye bitkilere bile çok dokunulmamıştı. Kale duvarlarının çatlaklarında açan çeşit çeşit renk renk çiçekler başka bir güzellik veriyordu. Bitkilere eskiden beri meraklı olduğumdan yanına gittim mor renkli güzel çiçeğin. Tanıdık bir sima idi bu bence. Çanciçeği diye mırıldandım kendi kendime. Yani bir campanula çeşidi. Kalenin içinde daha sonra yaşlı serviler, incirler, ıhlamur ve nar ağaçlarına da rastladık. Hatta güneşte keyifle uyuklayan bir karakedi bile gözümüzden kaçmadı. Bir ara yağmur çiselemeye başladı. Büyük bir kaleydi burası. Gez gez bitmiyordu. Hâlbuki zamanımız kısıtlıydı. Daha gezeceğimiz çok yer vardı. Bir akademisyen olarak bu beldelerde bilim adamlarımız tarafından yerinde araştırmalar yapılması ve sonuçlarının kitaplar halinde yayınlanması gerektiğini düşünerek biraz üzüldüm doğrusu. Zamanımızda mücadeleler ilimle, sanatla ve kültürle oluyordu. Batı bunu gayet planlı ve sessizce uygulamaya devam ediyordu. Biz ise geç kalmıştık. Mihmandarımız bizi kalenin çeşitli kısımlarına götürerek bazı izahatlar yaparken benim kalenin kuzey ve kuzeydoğusunda yükselen geçilmez dağlar ile çok derin bir vadiye takılmıştı. Kale sırtını geçilmez coğrafyasıyla emniyete almış, diğer kısımlarını ise kuvvetli surlarla tahkim etmişti. Kalenin içindeki cami, temellerine kadar yıkılmış ve hiçbir iz kalmamıştı. Kale hamamını ise kısmen restore edilmişti. Kalenin bazı kesimlerinde de arkeolojik kazılar yapılıyordu. Bulunan seramik parçaları küçük bir vitrinde sergileniyordu. Kalenin doğu tarafındaki yüksek burçta dalgalanan kırmızı zemin üzerine sarı kartal armalı Karadağ bayrağı iki de bir gözüme takılıyor ve onu zaman zaman Türk bayrağı gibi algılıyordum. Daha sonra bu burcun adının Tatarovici Burcu olduğunu öğrendim. Tabiatıyla bunun ilginç hikâyesi hakkında hiçbir bilgimiz yoktu. Kale içindeki en önemli yapılardan biri de saat kulesi idi. Sapasağlam ayakta duruyor ve uzaklardan görünüyordu. Kalenin batı kesiminde olup dışarıdan gelenlerin gözüne çarpan heybetli bir yapıydı. 30 metre civarında bir yüksekliğe sahipti. Binaya iliştirilen bir levhada yapılış tarihi olarak 1752 yazıyordu. Yani Osmanlı idaresi zamanında yapılmış bir eser.
YERALTI TÜNELLERİ
Kaleyi hızla gezmeye devam ederken mihmandarımız bize yeraltı tünellerini gösterdi. Bunlar güç durumlarda kaleden çıkış yolları idi. Labirent gibi olan bu tüneller dışarıya açılıyordu. Vaktimiz olmadığından gezemedik. Zaten bazıları da kapalıydı. Gezimizi bitirip kale kapısından dışarıya çıkınca sağda başka bir cami gözüme çarptı. Burası Karadağlılarca “Skanjevica Dzamija” adı verilen XVIII. Yüzyılda inşa edilmiş Ahmet Bey Skanjeviç Camisi idi. Yakın dönemlere kadar harap vaziyette olan cami restore edilerek 2006 yılında hizmete açılmıştı. Sevimli bir görünüşü vardı. Vakit darlığından gezemedik. Caminin haziresine bakamamıştık. Hemen alelacele oraya da bir göz attık. Türbenin yanı başında Osmanlı döneminden kalma bazı mezar taşları vardı. Bunlardan birinde 1150 tarihini okuduk. Bu milâdi olarak 1737 yıllarına rast geliyordu. Karadağ’ın Adriyatik kıyılarında esas olarak mesleği denizcilik olan insanlar yaşadığı bir yöredir. Osmanlılar bu kıyıları Venediklilerden fethetmişlerdi. Dağ halkı ise kısmen Venedik’e bağlıydı. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Bar hakkında “İskenderiye Sancağı’nda Voyvodalıktır. Ölgün nahiyelerinden olup naipliktir. Kale dizdarı ve silâhlı gazi yiğitleri vardır. Şahbaz Arnavut yiğitleridir ki firkateleri ile daima Polye vilayetlerini, Klore kıyılarını, Asi Venedik kalelerini, Karadağ ve Klemente haydutlarını kırup, avlanıp asla boş dönmezler” demektedir. Eski Bar gezimiz bitmiş hepimiz otobüsümüze geri dönmüştük. Çeşitli düşünceler içindeydik. Kaleyi gezerken bir ara mihmandarımızın Bar şehri çevresinde 100 bin ağaç zeytin var dediğini hatırladım. Karadağ kıyıları Akdeniz ikliminde olmasına rağmen zeytinliklerin pek yaygın olmadığını gördük. Fakat Bar çevresi bir istisna idi. Şehir içinde 2000 yıllık olduğu belirtilen bir zeytin ağacı (Stari Masline) koruma altına alınmıştır. Zeytin daha ilk çağda Doğu Akdeniz’den batıya yayılmıştır. Yaşlı zeytinler bulunmasına rağmen buradaki zeytinciliğin Osmanlı idaresi döneminde yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Fakat Karadağ kültüründe bilhassa iç kesimlerde zeytin yağı ve sofralık zeytin pek yaygın değil. Kaleyi dolaşmaya giderken yolun kenarındaki dükkânlardan birinde hediyelik eşyalar gibi küçük şişelerde zeytinyağı (maslinovog ulja) satıldığını görmüştük. Eski Bar gezimiz sona ermişti. Vakit de daralmıştı. Fakat biz Adriyatik kıyısındaki tarihi bir şehir olan Ulcinj ‘i (Ülgün) ziyaret edecektik. Güney doğru hareket ettik. Daha şehirden ayrılmadan iki minareli ve kubbeli yeni bir yapı gördük. Henüz bitmemişti. Beş sene önce temelinin atıldığı söylediler. Burası Yeni Cami adıyla da bilinen “Bar İslâm Merkezi”ydi (İslamic Center Bar). Bar-Ülgün arası yaklaşık 30 kilometre kadar. Bu mesafeyi hızla kat ederken gür ormanlarla kaplı yamaçları seyrediyordum. Bir ara yeşillikler arasında şirin bir minare ve küçük bir cami gördük. Bar’a bağlı köyler içinde camisi olanların sayısının hiç de az sayıda olmadığı sonra öğrendik. Bu kadar kısa mesafede yine tünellerle karşılaştık. Sanırım coğrafi peyzajı kısmen korumak için böyle yapılmış olabilir. Zeytinlikler, kireçtaşı tepeler ve dağlar, maki, solumuzdaki güzellikleri oluşturuyordu. Sağımız ise dantela gibi kıyılar ve masmavi Adriyatik’ti. Bu ülkede kıyı yağmasına pek rastlanmıyordu. Allahın verdiği güzellikleri herkes çoluk çocuk doya doya nesilden nesile seyrediyor ve faydalanıyordu. Güzellikler kişilerin inhisarında değildi. Bu düşünceler içinde Ülgün’e geldiğimizi fark ettim. Camiler ve saat kulesi bizi karşıladı. Ülgün’de Bar’dan daha çok cami mevcuttur. Müslüman nüfusun oranı da daha fazladır. Ülgün’ün kent olarak nüfusu 10 bin, il olarak 20 bindir. Müslüman nüfus oranı her iki durumda da yüzde 75 oranındadır. Şehir merkezinde de 6-7 kadar cami vardır.
Otobüsümüz doğrudan limana indi ve bir kenara, kale surlarının altına park etti. Küçük fakat şipşirin bir koy, temiz bir deniz beyaz köpüklü dalgalar, ihtişamlı kale, kıyıdaki biblo gibi cami dikkatimizi ilk çekenler oldu. Bir anda kendimizi sanki Türkiye’nin bir Akdeniz kıyı şehrindeymiş gibi hissettik. Hemen fotoğraf makinelerimize sarıldık ve kendimiz göre önem verdiğimiz görüntüleri çekmeye başladık. Ben makinemi kıyıdaki şirin camiye çevirdim. Onun birkaç poz resmini çektim. Bir cami ancak bu kadar şirin olabilir ve kıyıya bu kadar yakışabilir ve onu bu kadar güzelleştirebilirdi. Sonradan bu güzel ve küçük caminin Ülgün’deki adının “Dzamija Marinarve” yani Türkçe karşılığı ile “liman camii” olduğunu öğrendim. XVIII. Yüzyılda yapılmıştı ama son yıllarda restore edilmişti. Ülgün’ü Ülgün yapan eserlerden en başta geleniydi bence. Ülgün şehri küçük fakat doğal liman olabilecek bir koyun kenarında. Esas çekirdeğini kale teşkil ediyor. Daha sonraki yıllarda şehir kale dışına çıkmış ve etrafa doğru biraz yayılmış. Koy güneybatı rüzgârlarına açık diğerlerine kapalı. Geniş bir kumsalı var. Günümüzde plaj olarak işlev görüyor. Fakat koy biraz sığ. Ülgün’ün merkezi kısmı kıyıdan biraz içerde bulunmaktadır. Günümüz Ülgünü kent alanında 9 cami bulunduğu ifade edilmektedir (Agoviç 2001). Vaktimiz kısıtlı olduğundan bunları gezmek mümkün olmadı. Fakat bir grup arkadaşımız liman camiini ziyaret etmek fırsatını buldu. Şehir içindekilerden Ljamina Camii 1689, Pasina Camii 1719, Vrhpazar (Kryepazarit) Camii 1749, Bregut Camii 1783 tarihlidir. Ülgün nüfusunda Müslüman Arnavutlar ağırlıktadır. Bu nedenle camilerin adlarının hem onlar tarafından söyleniş biçimi hem de diğer Karadağ Müslümanlarınca söyleniş ve yazılışları farklıdır. Bazen bu durum cami adlarında karışıklığa sebep olmaktadır. Evliya çelebi seyahatnamesinde Ülgün hakkında şunlar yazmıştır: “Ölgün kalesi, İskenderiye Sancağı Beyinin hası olup halen voyvodalıktır. Yüzelli akçelik kazadır. Venedik körfezinde altıgen şeklinde bir kaledir. Hisar içinde Mehmed Han Camii, bütün nefer evleri, örtülü evciklerdir. Zahire anbarları, cephane hazinesi, su sarnıçları var. Gayet büyük balyemez topları vardır. Kale kapısı önünde Dizdar ağa lonca yerinde oturup yediyüz adet Arnavut ga zileri kale neferiyle muhafazadadırlar. Bu kale deniz kıyısında olmakla yirmi adet firkateleri kale limanında durur. Başka kasabalarda da Arnavut yiğitleri gelüp firkatelere girerek düşman tarafını yakıp yıkar. Hesapsız mal ve esir alarak Ölgüne gelirler ve öşür verirler ve mirlivâya öşür verirler. Hakîr, bu kaleyi seyrederken yedi adet firkate Pulye kâfiristanından ganimet malı ile gelüp…………” Kafilemiz limanda etrafı kısaca seyrettikten sonra dik merdivenlerden tarihi Ülgün Kalesi’ne tırmanmaya başladı. Çıktıkça manzara daha da güzelleşti ve açıldı. Bu kıyılar Bizim Ege ve Akdeniz kıyılarımızı aratmayacak güzellikte kıyılardı. Ülgün kalesi bütün sağlamlığı ile ayaktaydı. Surlar dik bir eğimle denize iniyorlardı. Kalenin uzaktan görünüşünden de muhkem bir kale olduğu anlaşılıyordu. Kale Venedik yapısıdır. 1478’de Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Venedikliler geriye almıştır. 1571 de tekrar kesin olarak Osmanlılara geçmiştir.
Dar ve kemerli bir kapıdan geçerek kalenin surlarında içeriye girdik. Kafile burada yemek molası verecekti. Yemek çeşitleri Türk mutfağından seçilmiş ve ona göre hazırlanmıştı. Kendi kendimize servis yaptık. Hakikaten çok çeşitli yemekler ve tatlılar yapılmıştı. Sarmalar, kebaplar, çorbalar, sebze yemekleri, börekler..Herkes istediğinden istediği kadar alıyordu. Karadağ’da kaldığımız birkaç gün zarfında yemek kültürlerinin bize çok fazla benzemediğini fark ettim. Sadece “burek” adı verilen bir yiyeceğin bizim böreğimiz olduğunu gördüm. Tatlıları pasta tarzında idi, zeytinyağlı yemekler hemen hemen hiç ortada görünmedi. Et biraz ağırlıklı idi fakat yemek olarak hazırlanma tarzı bizimkinden çok farklıydı. Görüşü bile biraz itici gelmişti. Neşe içinde yemeklerimizi yedik. Herkes kendi arasında şen şakrak sohbet ediyordu. Karadağ dilindeki sözcüklerle Türkçe konuşmalar birbirine karışıyor havada savrulup gidiyordu. Güzel bir atmosferdi. Hava parçalı bulutlu ve ılıktı. Beyaz bulutlar, mavi deniz, parlak güneş, yeşillere bürünmüş yüksek dağlar, dalgalar manzarayı bütünleyen parçalardı. Kale içinde gezilecek yerler çoktu fakat programa göre de vaktimiz azalmıştı. Hep beraber kalktık, hazırlayanlara çok teşekkür ettik. Kaleden ayrılırken bir kara incir, bir zeytin ağacı dikkatimiz çekti. Zeytinler kararmaya başlamıştı. Kele içindeki Osmanlı çeşmesi de ortadan kaldırılmış, rotary clup yerine zevksiz bir çeşme yaptırmıştı. Kalenin dik merdivenlerinden aşağı inerek limanda bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Artık Kotor’a gidecektik. Vakit de epeyce ilerlemiş ikindi olmuştu. Artık yolumuz kuzeye doğruydu. Önce Bar şehrinden geçtik. Sonra Sutomore (Sütliman deniz) kavşağına geldik. Burada Petrovac yoluna saptık. Hep kuzeye gidersek bu yol bizi Kotor’a götürecekti. Solumuzda deniz ve kıyıyı sağımızda dağları seyrederek ilerliyorduk. Girintili çıkıntılı, dantela gibi yağmalanmamış güzel kıyılar. Sık orman ve çalılıklarla kaplı yüksek ve yeşil dağlar. Ruha rahatlık veren manzaraları seyredip giderken Petrovaca yaklaşmıştık. Sol ilerimizde denizde iki adacık gözümüze çarptı. Bunlar Petrovac önlerinde bulunan Katic ve Sveti Nedelja adacığı idi. İkincisinin üzerinde küçücük bir kilise mevcuttu. Karadağda kilise yapılarının çokluğu dikkatimizi çekti. Cemaatini pek göremedik fakat kiliseleri için elinden gelenleri hiç esirgemediklerini fark ettik. Ülkenin her yanını ulaşabildikleri her köşesini kiliselerle donatmışlardı. Kiliselerine sıkı sarılıp bağlanmışlardı. Otobüsümüz Petrovacı da geriye bırakarak kuzeye doğru yoluna devam etti. Budva’ya doğru yaklaşırken güneş de deniz ufkuna doğru inmeye başlamıştı. Manzara bir kat daha güzelleşmişti. Yolcuların hiçbirinin bu güzel kıyılardan hızla geçilip gidilmesine gönlü razı olmuyordu. Şoförümüzden fotoğraf çekmek için biraz durmasını rica ettiler. Yol tek şeritli ve virajlı olmasına rağmen müsait bir kenarda durdu. Manzara eşsiz güzellikte fakat ışığın geliş yönü çekime hiç uygun olmamasına rağmen yine de deklanşöre basmaktan kendimizi alamadık. Piri Reis de Kitab-ı Bahriyesi’nde bu güzel manzarayı “Hȗb yirdür vesselâm” diyerek övmüştür. Kısaca Budva Koyu (veya körfezi) adı verilen bu kıyılarda, koycuklar, yarımadacıklar, adacıklar, temiz mavi ve berrak bir deniz, kumsallar, beyaz kireçtaşlarında oluşmuş falezler, ormanlı dağlar ve şirin köyler yeralır. Bunlar arasında Sveti Stefan tombolusu adı verieln yarımadacık ile Sveti Nikola adı verilen ada çok ünlüdür. Tombolo coğrafi bir terim olup bir ada veya adacığın dalgaların sürükleyip yığdığı kum birikintileriyle anakaraya bağlanmasını ifade eder. Aslında ada ve kara arasındaki bağlantıyı sağlayan birikim şekline tombolo denirken. Daha sonra yeni oluşan şeklin tümünü ifade eden bir anlam kazanmıştır. Budva koyu kıyısındaki tombolo da böyle bir kıyı şeklidir. Bağlanan adacığın üzerindeki yerleşme asliyeti pek bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. Budva önlerindeki diğer doğal oluşum Sveti Nikola adasıdır. Bu bir kenarı yüksek diğer kenarı alçak doğuya doğru eğimlenmiş üzeri gür bir ağaç topluluğu tarafından örtülmüş bir adadır. Körfeze ayrı bir güzellik katmakta ve doğal bir liman oluşturmaktadır. Karadağ’da kıyılara ve diğer doğal güzelliklere ve değerlere zarar vermemek için bilinçli bir şekilde azami dikkat gösterildiğini fark ettik. Aklımıza bizim ülkemizde bu konuda çıkmış olan fakat uygulanamayan kıyı kanunu, orman kanunu, tarihi eserler kanunu, av kanunu, çevre kanunu, yeraltı suları kanunu, milli parklar kanunu gibi pek çok kanun geldi. Tüm bunlara rağmen ülkemizde müthiş bir tahribat hüküm sürüyordu. Neden bu durumda olduğumuzu uzun uzun düşündüm. Budva tarihi kaynaklarda bir Venedik kalesi olarak geçmektedir. Buranın Osmanlılarca fethedilmiş olduğuna dair bir belge yoktur. Kıyıda tarihi bir kalesi mevcuttur. Nüfusu halen 10 bin kadardır. Bir turizm merkezidir. Budva’da cami mevcut değildir. Müslüman nüfus oranının yüzde 1 kadar olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Vaktimiz daraldığı için Budva’dan transit geçerek Kotor’a doğru ilerledik. Tivat Kavşağı’na geldik. Biz sağa doğru yolumuza devam ettik. Yine yüksek ve gür ormanlı yerleri geçtik. Önümüze gelen bir dağı 2 kilometrelik bir tünelle geçtikten sonra Kotor koyunu ve Kotor şehrini karşımızda gördük. Kotor kuzey güney doğrultulu dar ve uzun bir tali körfezin veya koyun güney ucunda yer alan tarihi bir liman kenti. Denizciliği çok meşhurdur. Yüzyıllarca Venedik’e ait olmuştu. Osmanlılar burayı fethetmemişler fakat Kotor’u vergiye bağlamışlardı. Çünkü ana körfez olan Kotor körfezinin çıkışını tutan Castelnova (HercegNovi) Osmanlıların elindeydi. Kotor manzara olarak güzel bir şehir, doğal bir limandır. İki tarafında dik yamaçlı yüksek, kayalık (kireçtaşından) dağlar yer alır. Otobüsümüz Kotor Kalesi’nin yanına park etti. Surlar sapasağlam duruyordu. Vakit akşamdı. Bu tarihi kenti uzun uzun dolaşmaya pek vaktimiz olmadı. Kotorun iki kalesi olduğu dikkatimi çekti. Biri kıyıdaki aşağı kale diğeri de doğusundaki dağların yamacına kurulmuş yukarı kale. Biz aşağı kaleyi kısaca gezebildik. Bu eski Venedik şehri tamamen sit alanı idi. İçerisinde sadece yayalar dolaşabiliyordu. Kent dokusu ve binaları XVII. yüzyılın özelliği aynen korunmuştu. Hepside muntazam yapılı taş binalardı. Sokaklar dar, taş döşeli ve pırıl pırıldı. Bir saat kulesi, bazı güzel yapılar ve kiliseler gözüme çarptı. Burasını sadece Karadağ değil bütün Avrupa koruyor ve gözbebeği gibi bakıyordu. Şehrin kuzey ve güneybatı surları çok sağlam yapılmıştı. Kuzey surları yanından Skurda akarsuyu geçiyordu. Mümkün olabildiğince fotoğraf çekmeye çalıştık. En çok dikkatimi çeken Piri Reisin Kitab ı Bahriyesi’nde belirttiği gibi şehrin üzerinde bir semer gibi yükselen dağ ile dağın dik yamaçlarına belirli bir açı ile gelen akşam güneşinin ışıkları idi. Piri Reis Kotoru şöyle anlatıyordu: “Kotor, 18 mil uzunluğunda bir körfezin içindedir. Venedike tâbi olan bu kale deniz kenarındadır. Kalenin üzerinde yüksek bir dağ vardır ki, yazın öğleden sonra dağın harareti kaleye vurur ve çok sıcak olur. Çünkü güneşe karşı bir yerdir. Dağın iki tarafından iki su akar ve denize dökülür. Bu dağ iyi bir nişandır (kerteriz). Çünkü uzaktan at eğeri gibi görünür. İyi bir limandır. Kale önüne büyük gemiler gelebilirler”. Şehir içindeki kısa turumuzu tamamlarken gayet sanatkârane yapılmış gösterişli bir kilisenin açık kapısından içeriye baktım. Kilisenin bütün duvarları resimlerle ve heykellerle doldurulmuştu. İçi gayet tezyinatlıydı. Fakat birkaç kişiden başka kimse yoktu. Binanın dışında da duvarda kabartma halinde 809 rakamını okudum. Sonradan bu görkemli kilisenin Andrija Katedrali olduğunu öğrendi. O tarihte yapılmış olan bir Katolik kilisesi. Kotor’da Katolik nüfus baskın. Fakat kilisenin puthaneye dönmüş iç kısmını görünce aklıma Baki’nin yazdığı “Kanuni Mersiyesi”nin şu beyti aklıma geldi.
“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin
Nâkus yerlerinde okuttun ezânları”
Artık akşam olmuş etrafa alaca karanlık çökmüştü. Hemen toparlanıp otobüsümüze bindik. İstikamet Karadağ’ın eski başşehri Çetine idi. Geldiğimiz yoldan Budva’ya döndük ve oradan Çetine yönüne gittik. Hava karardığı için dışarıdaki manzarayı görmek mümkün değildi. Gözlem notlarını yazdığım defterimi kapattım. Bir ara yan koltukta oturan arkadaşım, ışıl ışıl parlayan bir sahayı işaret ederek Budva dedi. Otobüsümüzün sürekli yükseldiğini hissediyorduk. Bu zorlu dağları karayolu ile aşmak kolay değildi. Otobüsümüz 900 metre rakımına kadar yükselmişti. Nihayet 658 metre rakımındaki Çetine’ye gelmiştik. Fakat iyice gece olmuştu. Otobüsle şehrin içinde bir tur attık. Mihmandarımız bize açıklamalarda bulundu. Işıklara rağmen gece gözüyle pek bir şey seçilemiyordu. Sadece caddelerin düzgünlüğünü şehrin sakinliğini ve bulvarların çokluğunu fark edebildim. Bir ara güzel bir mimariye sahip bir kilisenin önünde durduk. Yakınlarında bir de tunçtan heykel vardı. Burayı başkente benzetmek için Karadağ kralları çok çaba sarf etmişti. Durduğumuz kilisenin etrafı demir parmaklıklarla çevrilmişti. Mihmandarımız bu parmaklıkların 1877–78 Türk Rus Savaşı’nda şehit düşen Türk askerlerinin tüfek namlularından yapıldığını açıkladı. Hepimiz önce inanamadık. Fakat elimizle yoklayınca namlu arpacıklarının olduğunu fark ederek donup kaldık. Karadağlılarda güçlü bir Hıristiyan fanatizmi mevcuttu. Halen de bu duygu ve düşünceleri üzerlerinden atmış değiller. Parmaklıların önüne bir yüksek beton ayak üzerine metalden bir kitabe yerleştirmişlerdi. Burada kilisenin yapılış sebebi yazıyordu. Bunu fotoğrafladım. Bu kilisenin Vlaska kilisesi (Vlaska crkva) olduğunu söylediler. Çetine’yi gündüz gözüyle göremediğimize hakikaten üzüldük. Bizler için ibret ve ders alınacak daha çok şeyler olduğunu sonradan öğrendik. Yirmi dakika kadar süren bu kısa gezimizden sonra otobüsümüze bindik ve yeni başkent Podgoriçe’nin yolunu tuttuk. Sürekli alçalarak nihayet Podgoriçe’ye geldik. Saat 22.00 olmuştu. Yorgun fakat mutlu idik. Karadağ gezisinin bize öğrettiği çok şey olmuştu. Bizler ne Karadağ ne de İslamiyet’in oradaki durumu hakkında bilgi sahibi değildik. Bu dinin 1878’den beri o diyarlarda her türlü baskı altında yalnız kimsesiz ve yardımsız bu güne kadar gelebilmesi bir mucize sayılırdı. Karadağ Müslümanları’nın sessiz fakat şuurlu ve azimli insanlar oldukları anlaşılıyordu. Karadağlılar da kendi açılarından öyleydi. Bize vatandaşlık vatanseverlik ve medeniyet dersi verdiler. Vatanlarını çok seviyorlar ve değerlerine şuurlu bir şekilde sahip çıkıyorlardı. Karadağ’da en görkemli en güzel en gösterişli en bakımlı eserler Kiliselerdi. Kiliselerini yaldız yaldız süslemişler ve uzaktan pırıl pırıl pırıldayan binalar haline getirmişlerdi. Herkes kendi işini bir vatanseverlik duygusu içinde tam yapıyordu. Senelerce Osmanlılarla kıyasıya bağımsızlık savaşı vermelerine ve eskiden fanatizm derecesinde düşmanlık duygularına sahip olmalarına rağmen küçücük vatanlarına dört elle sarılmaları, her bir taşına toprağına ayrı ayrı değer vermeleri ve korumaları beni hayranlığa varan bir gıpta içinde bırakmıştı. Artık bizim Karadağ ile ortak bir sınırımız yok. İki devletin arasında yüzlerce kilometre mesafe var. Tarihin sayfalarındaki acılar ve kinleri bir tarafa bırakılarak bu günlere bakılmalıdır. Oradaki Müslümanların serbest demokratik ortamlarda devletleri için daha yararlı vatandaşlar olacağına şüphe yoktur. Karadağ devleti de henüz yeni adım attığı demokratik ortamda Türkiye’nin kendisine daima dost elini uzatacağından emin olmalıdır.
***
KAYNAKLAR
Agovic, B.; (2001), “Dzamije U Crnoj Gori”, Almanah, Podgorica.
Andreasyan,H.D.; İnciciyan,P.L.;(1974), “Osmanlı Rumelisi Tarih ve Coğrafyası”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi sayı :2-3, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul.
Andreasyan,H.D.; İnciciyan,P.L.;(1976), “Osmanlı Rumelisi Tarih ve Coğrafyası”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi sayı :4-5, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul.
Anonim, (1954-1963), Mufassal Osmanlı Tarihi cilt I-VI, İskit ve Güven Yayınevi, İstanbul.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi cild: 5-6 (1978), Üçdal Neşriyat, İstanbul.
İzbırak, R. (1964), Coğrafya Terimleri Sözlüğü, Doğuş Matbaacılık ve Ticaret Limited Şirketi Matbaası. Ankara
Pepiç, A.(1960), Podgoriçanın Kısa Bir Tarihçesi (The Short History of Podgorica), OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, sayı:18, sayı 1, Ankara.
Piri Reis, Kitabı Bahriyye cild 1, cild 2 (1973, )sadeleştiren Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
HABERLER
3 gün önceHABERLER
3 gün önceKÖŞE YAZARLARI
6 gün önceKÖŞE YAZARLARI
11 gün önceKÖŞE YAZARLARI
17 gün önce