Bir ressamın gözüyle adım adım Balkanlar -2

7 Mayıs 2024 - 22:34

1977 İzmir doğumlu çok yönlü sanatçı, Ege Ünv. Ziraat Fak. Toprak Mühendisliği ve A.Ü.Halkla İlişkiler Uzmanlığı , Ege Ünv Eğitim Fakültesi Pedagojik Formasyon Bölümlerinden mezun oldu. İçerisinde Ege Ünv Bilgisayar programcılığı ,Siyaset Okulu dâhil birçok eğitim programını bitirdi . Resmi ve özel kurumlarda resim ve bilgisayar öğretmenliği yaptı. Temel resim eğitimini çok küçük yaşlarda annesi ressam Nüket Bağra’dan aldı . Küçük yaşlarda başlayan resim ve edebiyat çalışmalarında o dönemlere ait ödülleri de bulunmakta olan sanatçı daha sonra Kosova ‘ya giderek sayın Dr.Ethem Baymak atöyesinde Sanat Tarihi , Desen ve Resim Teknikleri üzerine eğitimini geliştirmiştir. Sanatta köklerimizden beslenerek yol alırken özgün olmanın gerekliliğine inanan sanatçı aldığı Toprak Mühendisliği ve Resim eğitimlerinin bir getirisi olarak kendi geliştirdiği kum dokulu karışımı ile kendine has bir teknik yaratmıştır ve KUMSAL YANSIMALARI dizisi ile ‘Kumların Ressamı’ olarak tanınmaktadır. Ayrıca akrilik, yağlıboya, suluboya serilerinden oluşan eserleri bulunmakta ve çocuk kitapları için çizimlerde yapmaktadır. Bugüne dek çoğunluğu yurt dışında olmak üzere on sekiz kişisel,yüz ‘e yakın karma sergi açan sanatçı , yurt içi ve yurt dışında çok sayıda sergi, çalıştay ve uluslararası organizasyonlara katılmıştır .Kendisi de sanat küratörlüğü yapmakta ve kendi tekniği ile ilgili olarak bir çok bienal ve önemli sanat fuarlarından özel davet almaktadır.. Uzmansal çalışmalarını Türkiye, ,Balkan ülkeleri , İtalya, Mısır ,Bahreyn ,Karadağ gibi ülkelerde zaman zaman sürdüren sanatçı; “İtalya Regolad de Arte Vakfı” tarafından 2011 yılında düzenlenen yarışmada dünya üçüncülüğü ödülüne değer görülmüştür. Toplum sorunlarına kayıtsız kalmayan sanatçının birçok Sivil Toplum Kuruluşu’nda kurucu üye ve aktif yönetim kurulu üyeliği bulunmaktadır. Eserleri bir çok resmi ve özel koleksiyonlarda bulunan çok yönlü sanatçının; resim çalışmalarıyla birlikte yürüttüğü edebiyat çalışmaları da bulunmaktadır.Dergi editörlüğü , köşe yazarlığı , eleştiri,deneme,araştırma ve şiir kitapları yazmakta ve bu konularda ki araştırmaları ile bir çok bilimsel toplantılara katılmakta olan sanatçı Sanat çalışmalarını İzmir Karşıyaka’da bulunan atölyesinde sürdürmektedir..

Fatma Elvin Öztürk

Bir ressamın gözüyle adım adım Balkanlar -2

Bir ressamın gözüyle adım adım Balkanlar -2
Son Güncelleme :

02 Nisan 2012 - 22:00

268 okuma
(Last Updated On: 10/02/2014)

bir_ressamin_gozunden2Kumlarla oynuyorum çocuksu kumdan kale yapma edasında, toprağın dokusunu inceliyor, neyi doğurduğunu gözlediğimi sanıyordum ta ki Lesnova’da toprak anayı bir kez daha yaşayıncaya kadar. Yine bir yolculuk düşüyor bu bedene, sıcak bir sabah hüzün mevsiminde yalnızlığım, ayaklarım geri geri gidiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir gün, evet bir gün “Toprak Ana” özdeyişini iç organlarıma kadar hissedeceğimi, toprak yaşamı doğuruyor kısmını bu kadar doğrulayacağımı hiç bilmezdim. Bazen bu yeteneğim, renklerim için nasıl dua etsem azdır diyorum kendime. Görülmeyeni görmek, belki de hiç aklıma gelmeyecek hiç duraksamayacağım köşelerde yaşamın nefesini ensemde hissetmek olgusunu yaşayamazdım. Kendimce mistik varoluşumu soluklayamazdım, hayret nidalarında bakışlarımı yakalayamazdım aynalarda. Renklerime eş bir gezgin ruhumda olmasa ne yapardım bilinmez odalarda… Toprak ile iç içeyim yıllardır, toprağın kokusunu çekiyorum ciğerlerime her bir tablomda, kumsalları resmediyorum. Bundan kumların ressamı diyorlar bana. Kumlarla oynuyorum çocuksu kumdan kale yapma edasında, toprağın dokusunu inceliyor, neyi doğurduğunu gözlediğimi sanıyordum ta ki Lesnova’da toprak anayı bir kez daha yaşayıncaya kadar. Yine bir yolculuk düşüyor bu bedene, sıcak bir sabah hüzün mevsiminde yalnızlığım, ayaklarım geri geri gidiyor. Bilmiyorum neden bu sefer zor geliyor yolculuk. Zor hazırlıyorum bavulumu zor yola koyuyorum ayaklarımı, uçak bile inilti ile mi kalkıyor ne bu sabah, hayır olsun diyorum kendimce, uçakta eskizlerimi hazırlamak için alıyorum defterimi, kalemimi yok! İki mısra karalayayım belki bir şiir diyorum oda yok! Hostesin güzel gözlerinde çay ister misiniz sesinde irkiliyorum. İyi misiniz diyor usulca. Evet, ama sanki bir bilinmezlikteyim diyemiyorum. Hüznün rengini bile hatırlamıyorum bir an, oysaki birkaç hafta evvel davet edildiğimde Üsküp civarında bir koloniye (ressamlar buluşması) o balkonumdan geçen martının kanadını alıp körfezin semalarında uçan ben değil miydim? Önemli bir koloni benim için otuz yıla yakındır yapılıyormuş. Boyalar, doğa tuvalimin eteklerinde dans edecek yine, sohbetler edilecek valsların uçuşan eteklerine bulanarak renklerle, aşktan bahsedilecek boyanın fırçaya, fırçanın tuvale aşkından, evrensel huzur yayılacak her bir vuruş darbesinde, her bir sanatçının tuvalinde açılacak o derin kapılar, farklı gözler resmedecek dünyayı, evreni, hayali, öteyi işte. Bu değil miydi e-mailimi açtığımda yüreğimde pır pır heyecanlanan, yoksa özümün çağrısı mı, bal gibi kanın içime çektikçe daha aşkla bağlandığım kokusu mu, dağların soğuk esintisine direnen Akdeniz yüreğim mi?

ÜSKÜP’ÜN TEMİZ KOKUSU

bir_ressamin_gozunden1İniyorum uçaktan işte buradayım derin bir nefes çekiyorum temiz kokusunda Üsküp’ün. Araba ile alıyorlar beni işte tam yeri öğreniyorum. Probiştip şehrine doğru yol alıyoruz. Üsküp’ten çok değil elli beş km uzağa. Osogovo dağlarının güneybatı köşesinde bulunan, Romalılardan beri madencilikle geçinen şehre doğru zengin maden ocakları bulunan Kratova bölgesine. Probiştip’te Zletova adını alan çinko ve kurşun çıkaran çıkarılan maden ocakları mevcut. Madencilik geçim kaynaklarının başında geliyor. Bölge tarihe yayılırken bile sadece madencilik acısından önemi ile yayılmakta hatta yazılan edebi eserlerde bile bu konu işlenmektedir. 1282 de sak son madenciler yörenin büyük altın ve gümüş cevherini keşfettiler. Kratova’dan başlayarak Probiştip’ide içine alan madencilik geçmişi de böylece başlamış oluyor. 14.yy Osmanlı imparatorluğu topraklarına katılması ile beraber, sultan 1. Murat’ın Kosova seferinden dönerken bölgenin yatak zenginliğini duyması ile Kratova’da kurulan Osmanlı darphanesinin temelleri atılarak, gidilecek her bölgede Osmanlı izlerinin taşınmasına, hatta ve hatta Lesnova’da manastırın bahçesinde inşa edilen paşa konağının izlerinin bugünlerde bile bizim vizörlerimizde fotoğraf olarak canlanmasına eşlik ediyor..20.yy çatışmaları ile Osmanlı idaresinden çıkan bu bölge, Sırp Hırvat ve Yugoslavya krallığı egemenliğine girmiş ve en son Bağımsız Makedonya Cumhuriyeti içinde bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Ağırlığı Makedon olan bu şehirde en az Türk nüfusunun olduğunu söylüyor arkadaşım, hah diyorum sıkıntım bundanmış. O kadar alışmışım ki her kapıdan sıcak bir gülümsemeye sıcacık bir merhaba tümcesine e kim diyecek bana merhaba, gerçi bir yere giderken bu sıkıntı dürtüsünü de sevmeyi öğrendim vardır bir hayır ekseninde gittiğim yerin başka bir başkalaşım yaşatacağını bana seziyorum kifayetsizce. Türk firmalarının yatırımlarının birinin de burada akümülatör fabrikası olduğunu fısıldıyor arkadaşım rüyadan uyandırarak ve etrafı görmemi istercesine. Dalmışım silkeleniyorum. Dar bir yolda ilerliyoruz otobandan ayrılarak ve varıyoruz Probiştip’e. Kültür müdürü karşılıyor bizi, biraz şehri dolaşıyoruz kalacağımız yere doğru çıkmadan. Bir sessizlik hâkim şehre öğlen saatlerinde, soruyorum herkes nerde şu güzelim kızlar, birbirinden yakışıklı gençler biraz neşem gelsin güzellikleri göreyim diyorum, gençlerin şen kahkahalarında dinleneyim. Durduğumuz yerde kocaman bir Çınar ağacı var dalları, bütün sokağı yalayan güneşten korumak istercesine örtmüş üstünü, gölgelerde nefes aldırıyor sıcağın kavuruşunda, büyü başlıyor sanırım heykellere doğru çekiliyorum. Hemen fotoğraf makinemin gizli ortaklığına başvuruyorum.

SESSİZLİĞİN HÜKMÜNDE TATLI BİR ESİNTİ

Sessizliğin hükmünde tatlı bir esintide dolaşmaya başlıyorum sokakları küçük ama farklı bir kasaba seviyorum burayı daha oturmadan, kahve içmeden keyfini çıkarmadan ön yargısızca, burayı hemen anlatmak istememden belli değil mi zaten. Müdürümüz alıyor beni gideceğimiz yere doğru yola çıkıyoruz. Şehri usul usul bırakıyoruz kendi yalnızlığına, yol bir dağa mı gidiyor ne? Soruyorum evet diyor. Kalacağınız çalışacağınız yer bir dağ köyü bizler için önemli bir köy turist çok gelir buraya çünkü köy hakkında kitaplaşmış bir edebiyat eseri ve onun ötesinde manastır var çok eskilerden kalan ve Ortodokslar için önemli bir manastırmış anladığım kadarı ile. Yol ilerledikçe bütün vadiyi görebiliyorsunuz uçsuz bucaksız. Aman tanrım nasıl bir manzara bu, resim çekmek için duraksıyoruz. Ben ay müthiş aman çok güzel dedikçe duruyor araba, hemen  iniyor fotoğraf çekiyorum. Tekrar biniyorum arabamıza, yarım saatlik yolu iki saatte almışız. Daha sonra yemeğe şehre indiğimiz bir akşam anlıyorum utana sıkıla. Müdürümüz Vlatko o kadar beyefendi bir insan ki bir kere gitmemiz lazım hadi demeden usanmadan duruyor yol boyunca. Bir kasabaya geliyoruz. Bir kaç eski Osmanlı evi varmış onları gösteriyor bana biraz heyecan içinde. Hakkında konuşuyoruz. Yıkılmak üzere olanları da var üzülüyorum. Saat akşamüstü meydan başladı dolmaya kızlar, erkekler cıvıl cıvıl ortalık, mis gibi kokular doğanın elbisesinden sıyrılıp her birinin boynuna dolanmış, leylak, nergis, gül kokuları rüzgârın arkasında benim parfüm hastası burnuma merhabasını eksik etmedi yine. Hava kararmaya başladı tabi arabamızda hızlanmaya. Yol üzerinde manzaranın doruk noktasında minyatür bir manastır heykeli karşılıyor bizi. Büyük manastırın orijinal kopyasıymış ve ileri doğru bakınca dağ kenarından mağaralara paralel ormana doğru giden incecik bir yol. Evet, işte Lesnova’dayız. Magmatik bir oluşum burası her halinden kayalardan renginden, ağırlığından belli. Az sayıda evler var. Ama o kadar güzel ki. İnsanlar güler yüzlü gülerek geçiyorlar arabanın yanından. Köye girer girmez büyük bir manastır girişi tutmuş nöbetçi edasında karşılıyor dimdik, bizse kenarından hafif saklanarak geçiyoruz biraz mahcup sonra gezeceğiz seni hele bir yerleşelim. Şu ciyak ciyak huysuz midemizi susturalım diye iç geçiriyoruz. Benden önce gelenlerde olmuş. Sırbistan’dan iki ressam arkadaş Makedonya’dan yine bir arkadaş. Türkiye ‘den tek ben varım bu sefer, herkes farklı diller konuşuyor, Sırpça, Makedonca, çat pat İngilizce, biraz Arnavutça ve birazda Türkçe.

OĞLAK ETİNDEN YAPILMIŞ YEMEKLER

bir_ressamin_gozunden3Bir okul binasını müze yapmışlar ve otel… Hem manastırı gezmek için gelen turistlere kalacak yer olsun diye. Ama odalarda eski sabanlar, yün eğirleri vs, ahşaptan malzemeler çok eski bunlar, eski siyah beyaz fotoğraflar, hayranlıkla bakıyorum. Bizi oteli işleten aile karşılıyor. Ufak tefek esmer güler yüzlü bir kadın vıcır vıcır konuşuyor. Çok güzel bir ses tonu var. Anlatıyor hızlıca ama ben bakıyorum boş boş. Çok az kelimesini anlayabiliyorum çünkü. Tercüme ediyorlar. Bize o yardımcı olacakmış yemeklerimizi elleri ile pişirecekmiş. Karşıyı gösteriyor. Kalacağımız yerin bahçesinin hemen karşısında iki katlı bir bina işte orası restoranıymış köyün. Ailece işletiyorlar. En önemli menüsü ise oğlak etinden yaptıkları yemek. Bütün turistler manastır ziyaretinden sonra hop burada oğlak etinin lezzetine koşuyorlarmış. Odama yerleşmek için müsaade istiyorum. Hem de telefonlarımı etmek için. O ne telefon çekmiyor. Şaşırıyorum hah diyorum işte ufunetimin bir diğer sebebi. Diyorlar telefon yok internet kablosuz yok. Aman Allah’ım teknoloji yok mu? Hem de benim gibi bir teknoloji çılgınına. Ben uyumak için kitap okumayalı çok zaman oldu. E-kitaplar beni aldığından internette araştırılacak birçok konunun merakı tutup saçlarımdan yaka paça silkeleyişinden beri beni. Ah şu ıphone denen meret ile aşkımız başladığından beri saman kâğıttan akan mürekkep kokusunu yatak başıma sindirmeyeli ne çok olmuş. Sanırım Lesnova’da ki bir başkalaşımda bu oldu benim için. Özlediklerimi bulacakmışım. Ne yapacağım şimdi ben? Sorusunda gizlenen işte asıl güzel olan bu kısmıymış meğerse yıllardır böyle dinlenmemişti ruhum. Elektriğin ruhumdan uzaklığı, gün be gün saçım bile farklılaşıyor cildim oksijen mi, dağ havasımı, ruhumun sadece doğa ile temasımı bilmem ama gün geçtikçe daha bir farklı enerjide buluyorum kendimi. İşte buradayım. Eşyaları odama şöyle bir bırakıp bahçeye çıkıyorum. Manzaramı bana âşık beni çekiyor, ben mi manzaraya âşık oldum üşüsem de giremiyorum içeriye, sivrisineklerin akşamüstü saldırısı bile esnetmiyor yerimden. Sivrisinekler de kolordu gibi maşallah. Belli bir savaş planı ile taarruza geçiyorlar. Adaptasyonum henüz olmadı. İzmir kıyafetindeyim. Hazırlanıp yemeğe inerken arkadaşlardan biri bir akrep yakalıyor antrede. Hah şimdi zamanı artık İzmir kızlığına paydos. İçeri gidiliyor ayağımıza botlar, uzun kotlar giyiliyor saçlar topuz kazağıda geçirdin mi üstüne gelsin köy adaptasyonu. Tabi ki balkan köyü, müthiş zevkli bu köyde olmak başlıyorum gülümsemeye yorgunluk bana el sallıyor İzmir’de görüşürüz diye usulca kaybolurken karanlıkta. Yemekteyiz tanışma faslı bittikten sonra on gün boyunca yiyeceğimiz yemeklerin lezzeti ile tanışıp hayranlıkla o küçücük kadına bakıyorum. Yolunuz düşmeli Lesnova’ya ve benim içinde yemelisiniz Vesna’nın yemeklerinden bizim böreklerimizden. Vesna Makedon ama börekte biliyor. İmam bayıldı da baklavada. Eşi Zoran en büyük yardımcısı. Birde kızları var dünyalar güzeli Milena ve onun kendi kadar güzel kız arkadaşları. On gün hep bizi izleyip arada görünüp arada kaybolacak üç güzel. Ve tabi doğa ananın iç titreten keşfine götüren üç meleğim aslında onlar benim. Kız çocukları ile hep bir ruh paylaşımım olmuştur, ben onlara onlar bana hayran hayran bakarken sıcak bir sarılmada duraklarız. Ve dakikalarca kalırız öylece kız çocuklarından yayılan, küçücük yaşlarından bile başlayan anne şefkatini anne sarılışını seviyorum ben, ta yürekten bir yerden geliyor. O enerji sarmalıyor insanı. Biraz Lesnova’dan bahsedelim neden bu küçücük köyün turistlerin akınına uğradığından. En önemli özelliği manastırı büyük yıllara meydan okumuş köyün tam girişinde kurulu , The construction of the church began during the reign of King Volkashin (1346/47) but was painted and completed some 30 years later. Kilisenin inşaatı Kral Volkashin (1346/47) döneminde başlamış ama yaklaşık 30 yıl sonra tamamlanmış. It was dedicated to the martyr St. Demetrius.Şehit Aziz Demetrius adanmış.The church was built on a three-nave base with a vaulted dome of stone. Kilise taş tonozlu bir kubbe ile üç nefli kaide üzerine inşa edilmiş. Unlike many monasteries affected by Ottoman rule, Markov has retained its original structure and form. Osmanlı mimarisinden etkilenen birçok manastır aksine, bu manastır özgün yapısını ve formunu korumuş. Korumuş korumasına da etrafında onu sarmalayan birçok rahibe yuva olan konaklar yine Osmanlı mimarisi değil mi. Paşa konağı eşlik ediyor manastıra bütün heybeti ile. Gizli bir arkadaşlık kurmuşlar ikisi de bakıyor gelen giden her bir insanoğluna el ele. The church has tremendous importance for Byzantine art, as it contains many examples of hiSon derece eşsiz fresklerden birçok örnek içeriyor bu manastır. Bizans sanatı için büyük önem arz ediyormuş. Some seem to have arrived here out of the blue, while others of a known iconographic design.Bazı bilinen bir ikonografik tasarımlar, diğerleri ve mavi renk buradan gelmiş gibi görünüyor. The latter underwent such dramatic stylistic changes that they came to form new iconographic entities in their own right.Kendi içinde yeni ikonografik varlıkları oluşturmak için gelerek böyle dramatik üslup değişikliklerine sahne oluyor. During Byzantine times the Monastery had its own school; many manuscripts were written by monks and prieBizans dönemlerinde Manastır’ın kendi okulu mevcutmuş. Pek çok el yazması, keşiş ve rahipler tarafından yazılmış. Among the most famous ones are the Prologue – a preface written by deacon Nikola in 1370, and a letter written in 1362 by a monk known as Varlam.

 

PAPAZ NİKOLAS

bir_ressamin_gozunden41370 yılında Papaz Nikolas tarafından yazılmış bir önsöz ve Varlam olarak bilinen bir keşiş tarafından 1362 yılında yazılmış bir mektup – en ünlü olanlar arasında bulunuyormuş. The monastic complex today includes dormitories, a dining room richly decorated with frescoes, bell tower, an old mill, a wishing well full of cold spring water and storeroManastır kompleksinde bugün yurt, zengin freskler, çan kulesi, eski bir değirmen, soğuk kaynak suyu ve deposu iyi dilekler ile süslenmiş bir yemek salonunu içermektedir. The monastery still has an operating oven and a special stove for making rakija (a traditional Macedonian brandy). Manastırda hala rakija (geleneksel bir Makedon brendi) yapmak için bir işletim fırını ve özel bir sobada bulunmaktaymış. İşte bu kadar eski ve farklı olması özel kılıyor onu bu bölge için ve bence bu bölgenin kendine has mistik havası. Sabah erken uyanıyorum ilk ötüşlerinde horozların, uzakta bir çoban koyunları yola koymuş, nasıl bir kaval sesi hiç duymadım daha önce, şehirde olsa virtüöz olurdu diyorum içimden kendimce notalarla dans etmeye başlıyorum, sağ sol bir adım daha şimdi fa ile reverans yapıyorum balkan ezgilerinde. Kapı çalıyor. Vesna kahvaltı diyor. İşte restorandayız. Mis gibi pişi kokuları, taze peynir, ee aman tanrım çay, çay yok Vesna’dan rica ediyorum çay diye. Çay yok diyor yani sizin bildiğiniz çay ama ben sana getireceğim bekle. Elinde bir demlik ve açık sarı bir sıvı bulunan kavanoz. Bardağıma boşaltıyor rengi yok. Ama mis gibi kokuyor, orijinal kekik çayı, o dağların kekiği sabah toplamış daha, elindeki altınla yarışacak kadar sarı sıvı ise bal. Nasıl bir lezzet bu. Mmmmm bir bal hastası olarak ben hemen saldırıyorum kavanoza. Yok diyor yemek için değil çaya şeker yerine eklemek için. İçimden hiç olur mu çayın yerini tutar mı derken demliğe yapışmış buluyorum kendimi. On gün boyunca detoksa girdiğimin şimdi farkına varıyorum. Hem ruhumun hem bedenimin, arada kaybolmak lazım böylesine kuytu ama böylesine engin mezralarda. Kahvaltı sonrası tembelliğinden sonra alabildiğine bir manzaraya dayanmış malzemelerimi dizerken o üç meleğin sesini duyuyorum gezmek vakti diyorlar. Haydi kalkın. Bütün ressamlar huşuda, manzara ile ayrılmış dünyadan. Silkinip ayılıyoruz. Kızlar ısrarcı hadi hadi giyinin bot giyin, kot giyin çünkü çalılar ayaklarınızı çizebilir. Nereye diyorum. Ormana size bir şey göstereceğiz diyorlar. Ve yola koyuluyoruz. Rehberlerimiz üç güzel kızçe, ben, Boyana ve Michalea. Diğerleri araba ile gitmek istiyorlar. Bizse üç maceracı orman yolundan patikalardan. Aman Allah’ım zormuş. Patika düzlük dere ağaçlar derken tam uçurumun kenarında tahta direklerin bariyer olduğu ince bir yoldan bir mağaraya doğru ilerliyoruz tek sıra. Milena, Vesna’nın güzeller güzeli kızı dikkat edin diye uyarıyor. Bir yarıktayız dağ yarığı ve bu yarığın ilerisi ovaya bakan manzara gerisi ise köyümüz. Aşağıda şırıl şırıl dere akıyor ama göremiyoruz sadece sesleniyor bize. Karşı kayalarda da var aynı yollar ahşaptan. İşte geliyoruz mağaraya kızlar çok heyecanlı buradan gireceğiz içeriye diyorlar ve dikkatlice yüzümüze bakıyorlar. O ifadeyi yakalamak istiyorlar sonradan anlıyorum. Etrafıma bakıyorum. İşte burada duraklıyorum toprak ananın doğurganlığı sardı her yanımı. Bu mağara doğuruyor. Gerçekten doğuruyor. Değirmen taşları bir bir doğuyor olgunlaşıyor işlenmişçesine yere düşüyor ve insanlar gelip alıp değirmenlerine götürüyorlar. Bir kayanın üzerine çöküyorum inanamıyorum. Duvarda yeni oluşan bir tane var yerde ise olgunlaşmışı ortasında deliği bile hazır. Soruyorum Milena’ya bu şekilde mi oluyor değirmen taşı. Evet diyor. Bizde nasıl bilmiyorum ama işlendiğini duymuştum. Hiç doğuran bir mağara duyduğumu hatırlamıyorum. Lesnova’nın değirmen taşının ünlü olduğundan bahsetmişlerdi dün akşam, hatta Slavko Yanevski 1969 yılında yazdığı “inatçılar” romanından bahsetmiştik.1835/36 yıllarında Üsküp eteklerinde bulunan Makedon Kukulino Köyü’nden geçen Daviditsa Deresi üzerinde yapılan değirmenler Olayını işler. Aslında romanda Makedon köylülerinin değirmenlerinYapılması gereken taşların alınması için Lesnova’ya yaptıkları yolculuk ve dolayısıyla sessiz tepkileri ve isyanlarının anlatıldığı romanda. Yazarın Osmanlı anılıları ile ilgili olumsuz düşüncelerini yazarken edebi kurallara uygun davranmasından ve Türkçe kelimeleri romanın içinde kullanmasından, değirmen taşı almak için çıkılan Lesnova yolculuğu esnasında insan psikolojisinin nasıl yıprandığının, yaşanan hastalıklar, kavgalar, açlıklar ve yorgunluklar, psikolojik bunalmalar eşlik edişinden 43 kişi ile çıkılan yoldan sadece 13 kişinin değirmen taşları ile eve dönmesini anlatışından. Daha dün gece bahsetmiştik oysaki. Ama bu sohbet esnasından alınan değirmen taşlarını işlenecek kayalar sanmıştım ben. Ben bilemezdim böyle bir doğa olayına şahit olacağımı.

RÜZGAR VE SU EROZYONU

 

Rüzgâr ve su erozyonu ile yumuşak kayaların şekil alması farklı formlara bürünmesi normal ya peki bu taşın doğum anında bağlı olduğu kayadan ayrılırken göbek bağının tam simetrik olarak yuvarlak biçimde kopması. Aman Allah’ım 1300’ler 1800’ler rakamlar dönüyor beynimde. Acaba bu mağaradan sonra mı örnek alındı. Değirmen taşı yapımının formu. İster istemez başlıyor insan sorgulamaya. Allah tarafından doğada her objenin bizim kullanımımız için bu kadar sunulduğunu gördükçe bir iç yolculuğa çıkmamak. Uyanmamak mümkün mü? Huzursuzluğum bundanmış. Çünkü arkası bir huzur bir mutluluk bir enerji tufanıymış. Mağaradan ayrılsak ta ben o enerjide hapsolmuş duruyorum. Birkaç küçük mağara daha geziyoruz eğilerek girdiğim küçük bir mağara daha şaşırtıyor beni küçücük bir açıklıktan giriyoruz ve büyük bir alana ulaşıyoruz salon kadar oluyor. Taştan yataklar koltuklar var sanki. Sanki dizayn edilmiş özel olarak. Milena doğal bir oluşum olduğunu insan yapımı olmadığını söylüyor. İleriye baktığımda mum sönükleri görüyorum. Burayı keşfeden rahibin mekânı olmuş bu doğal salon, derin uykusuna bu mağarada uzanmış aziz rahip ve herkes ziyaretini bu mağaraya yapıyormuş onun için. Yıllarca bu köydeki manastırı ziyaret ettikçe buraya da uğruyorlarmış. Benim aklım değirmen taşlarımda. Yaşamın varlığını hissediyorum iliklerime kadar. Madenlerin farklı enerjisi akıyor üstümden dalga dalga hissedebiliyorum. Sessizleşiyor iç aşkımı aramam gerektiğini hissediyorum. Kaldığımız yere dönüyoruz. Yemek vakti diye bir ses ve hemen yemeğe. Mm yine müthiş eline sağlık Vesna. On gün geçiriyorum bu enerji dağında. Her gün artıyor bütün ressamların sükûneti, sessizlik hâkim oluyor çalışma mekânına herkes daha bir içine dönüyor belli ki. O kadar çok eser üretiliyor ki. Bir daha bir daha bir daha tuvaller yetmiyor. En güzel eserlerimi yapıyorum sanırım bu dağda. Eşimin doğum günü ona hediye yapmalıyım derken bilemezdim başyapıtımı bu dağda doğuracağımı. Anne diyorum dağa ayrılırken, doğurgan bir enerji var sende. İşte bundandır yıllardır senin zirvende buluşuyor sanatçılar, sen mağaralarında doğurdukça, ressamlar tablolarında, şairler mısralarında dökülüyorlar.

Anne diyorum sessizce yine geleceğim bu enerjiyi yüreğime doldurmaya…

 

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.