Aslında yazının başlığı gerçekler ve yalanlar arasında insan kalabilmek olmalıydı. Ama Milletlerin kaliteleri insanlarının kaliteleri ile ölçülür. Sosyolojinin öncülerinden kabul edilen İbn Haldun’a göre, insanların toplanması yani beşeri toplanma alanları, dünyanın bayındırlığı (umran) anlamına gelir. Bu zorunlu bir şeydir. Çünkü, insan dediğimiz varlık bir arada yaşar ve doğası gereği medenidir. Medeniyet ile arapçadaki “Medine” yani şehir kavramları arasında da ciddi bir bağlantı ve aynı kökten geliş vardır tabi. Öyleyse her topluluk bir şehirdir ve bu da insan türünün devamı ve daha doğrusu İnsan olarak devam edebilmesi adına bir zorunluluktur. Peki bizler nasıl yaşıyoruz? İzmit’te, İstanbul’da Pendik’te, Maltepe’de, hatta boğazın hemen ardında Beykoz’da birbiri üzerine inşa edilen evlere bir bakınız. Bunların neresinde medeniyeti gözlemleyebiliriz? Bir ev diğerinin güneşini kapatmayacak şeklinde bir kural ve kıstasla inşa edilen Osmanlı evlerindeki insicam ve estetiğe bakınız bir de şu yaşadığımız şehirlere ve onlar içerisinde büyüyen insan davranışlarına. Güneş kutsal olduğu için değil namaz vakitlerinde kullanıldığı için insanlar güneşi ve gölgeyi görebilmelilerdi eskiden. Öğlen nedir? Kuşluk ne vakit başlar ne vakit biter? Akşam nedir İkindi nedir? Bunların hepsi güneşe göre belirlenirdi. Şimdi namaza verilen önemin değişmesinden mi yoksa kol saatlerine olan rağbetten midir kimsenin derdi değildir bir diğerinin güneşini kapatıp kapatmamak. İmar yasalarında ve kat irtifalarında da ceddimizin belirlediği bu eski kural asla bulundurulmaz. Ama hani bizler yüksek bir medeniyettik? Geçmişimizden gelen hasletleri korumazsak nasıl yükseleceğiz?
Şehirlerimizi ne hale getirdik? Şehir estetiğimiz ne durumdadır? Ne tür şehirler ve mahallelerde büyüyor ve büyütüyoruz neslimizi? Türkiye’de suç oranlarını incelediğiniz vakit en düşük oranlara Safranbolu gibi, Göynük gibi geleneksel mimari estetiğin ve huzurun olduğu şehirlerde rastlanması sizce tesadüfi midir?
En fazla suçun ise varoşlarla kaplı, dar ve sıkışık mahallelerle dolu mekanlarda olması tesadüfi midir? Mutfakta yuvalanan böceklerin tercih ettiği yer neden hep lavabo altıdır? Hücre evlerinin daha çok şehir varoşlarında olması nedendir?
Dar ve sıkışık sahalar insanların kendilerini kaybedeceği yerlerdir çünkü. Hayasızlık kendisini en iyi sosyal yığınlar içerisinde kamufle eder. Her yılbaşı kutlamasında Taksim meydanında kalabalığın ardına saklanarak turist bayanlara olmadık şeyleri yapanlar tesadüfi midir? Sosyal ortam denen sosyal kanalizasyonda insanların yalan şahsiyetler ile kopyala yapıştır cümleleri bir balık oltası misali her göze güzel görünen bayana atmaları tesadüfi midir? Bizler estetik açıdan ne gördük ve çevremize neyi bırakabiliyoruz? En ciddi sıkıntı şehirlerimizde başlıyor, ardından insanlarımızın giyim kuşam estetiğine yansıyor, müzik ve boş zaman kültürlerini deforme ediyor ve sonunda arabesk bir toplum olarak insani sınırlar dışında coşku yaşayan ve yine insani sınırlar dışında bir diğerinin gırtlağını korna çaldığı için sıkmaya hazır bir toplum oluyoruz. Sosyologlar ve şehir planlamacıları dünyada ideal insan davranışları ve fiziki ortam arasında ciddi bir bağlantı olduğundan hareketle çeşitli çalışmalar yapmaktadırlar. Buna göre evlerin birbiri üzerine inşa edildiği ya da daracık sokaklarla dolu şehirlerden, Brezilya’nın çıkmaz sokaklar ve suçla dolu milyonluk varoş mahalleleri, Hindistan’ın kanalizasyonsuz milyonluk varoşlarında büyüyen insanların bu sıkışık ve estetikten yoksun alanda nasıl düzgün bir ruh meydana getirebildikleri sorgulanır. İşte tam bu noktada psikologlar da devreye girer ama biz bunu sosyal açıdan analiz etmeye devam edelim.
Şehirlerimizden çıkan insanların asabiyet, ahlak, estetik ve insanlık gibi temel kavramlar hakkında fikri ne olabilir? Sanata dair fikirleri ne olabilir? Çok şey beklemeyin. Fazla müspet şeyler çıkmıyor ortaya. Artık Türk Erkeği eski Türk erkeği değil. Ona eşinizi, kızınızı ve paranızı emanet edemiyorsunuz. Türk Kadını da eski fedakâr Türk kadını olmayabiliyor.Herkes “gibiymiş” gibi davranıyor.
İşte şimdi de insanların “gibi yaptıkları” bir dönemdeyiz. Milliyetçi gibi, muhafazakar gibi, demokrat gibi, namuslu gibi, fedakar gibi, çalışkan gibi, zeki gibi vb. Gibiler asla “aslı gibi” değillerdir. Daima “gibi” olarak kalırlar.
Bizler de en fazla “Osmanlı Gibi” olabiliriz ama ortaya bir Osmanlı asla çıkmayacak görünüşe bakılırsa. Çünkü yaşanan mekanlar çok sıkıntılıdır artık. Ve bu yaraya neşter vurmak en masraflı iştir ve siyasetçilerin hiç de girmeyecekleri bir konudur. Siyasileri bunun gerekliliğine ikna etmek de zordur zira çoğu bu tür mahallelerden çıkmadır ve bu tür mekanlardan oy alırlar. Kimin arazisini istimlak edip kimin evini yıkabilirsiniz? Yıktınız hangi kaynakla yapacaksınız? İnsanlar durduk yere yeni yapılan evlerinin taksitlerini neden ödesin? Zaten evi olan adam bir diğer masrafa neden girecek? Bunların hiç birisini insanlara gerekli gösteremezsiniz. Yaşadıkları mekanların problem ürettiklerini anlatamazsınız artık.
Bu mekanlarda artık Dallas filmlerinden kalan bir çok şey “light” kalmaktadır. Türk halkının ahlaki yapısını ilk bozan filmlerden olduğu için suçlanan Dallas’taki kışkırtıcı kız Lucy, günümüzde Türkiye’deki şehir varoşlarında artık sıklıkla karşılaşılan aile içi uygunsuz ve çarpık ilişkiler yanında zemzemle yıkanmış kadar masum kalabilir. Bunların hepsi tabii ki tüm dünyada da yaşanıyor. Ama Türkiye’de olmamalıydı. Bu derece olmamalıydı. Hani yüksek bir millet olma iddiamız var ya? O yüzden söylüyorum. Yüksek bir medeniyet isek bizde en son olmalıydı bunlar. Sekreterine, çalışanına, öğrencisine, tezgahtarına, akrabasına ve komşusuna kem gözle bakan en son millet olmalıydık. Mesele tüm toplumu kuşatan bir kangrene doğru gitmektedir esasen. Türk erkekleri ve Türk kadınları da bu kangren toplumun iki öğesi olarak bundan doğrudan etkilenen başat aktörler oluyor. Herkes değişti artık. Türk erkeği, Türk kadını, Türk gelenekleri, Türk aile yapısı…. Her şey! Hele ki Türk erkekleri. Babalarımızı ve dedelerimizi oluşturan o Türk erkekleri mi var artık çevremizde. Bu toplumun Televizyonda gördükleri filmlerde en çok etkilendikleri aktriste benzettikleri ilk komşu kızı onların çapkınlık hedefi olabiliyor. Uzaktan takip edilen ve hayranlıkla izlenen estetik, kendisini yakın sahadaki mevcut benzeri ile tatmine itiyor ve kişiler saplantılar ile gerçek hayat arasında çarpık bağlantılar sağlıyorlar. Filmlerdeki ahlaki çöküşü özendiren samimi sahneler de bunun cabası. Ya Türk kadınları? Olmadık konularda parlayabilen, aşırı septik, şüpheci ve sahiplenmeci ve bir o kadar da maddiyat düşkünü kadınlar nasıl türeyebildi bu toplumdan? Ağzını bozan, erkek gibi küfredebilen, erkekle erkek olabilen kadınları, ses yükseltebilen, yüksek sesle olmadık yerde kahkaha atan kadınlar nasıl türedi? Nasıl türedi el değmemiş kızla evlenmek istediği halde herkesi bir güzel elinden geçirmek isteyen delikanlı tipleri? Nasıl türedi? Nasıl izin verebildik? Hayır biz izin vermedik. Kendinden gelişti. Kendinden türeyen yabani otlar gibi yabani bir şekilde gelişti şehirlerimiz, sosyal yapımız ve tabi “Medeniyetimiz” Arapça’da “Deniyet” aşağılık, aşağıda olma durumudur. Başına Mim yani M harfi getirdiğinizde ise Medeniyet olur. Mehmed Akif Ersoy’un mim’siz Medeniyet dediği durumdadır şu anda toplumun hali.
Başından atılmış Mim belki de “Millet” olabilmekti. Millet milli kimliğine dönüşü başlatmadığı sürece bir şekilde böyle kalacağı da aşikar görünüyor. Şu anda bunun üzerine ne koysanız marka değeri düşüktür. Milliyetçilik, dindarlık, demokratlık hiçbir şey bu estetiksiz ortam ve estetiksiz toplum üzerinde iyi durmayacak. Şehirlerimize şehir demeye bin şahit isterken insanlarımızı o şehirlere kurban vermeye başladık. Bedenlerin ölmesini kastetmiyorum. Beden bir şekilde geriden geliyor nasılsa ama onlar ruhen ölüyorlar. Şehirlerin ruhları kalmıyor. Tek hikayesi kafe barlardaki hayatı ve avm gibi mekanları ile birkaç panayır ve etkinliği olan şehirler çıkacak ortaya.
Oysa insan yaratılalı beri insanın aklına Allah tarafından kodlanmıştır cennet.
Cennet arzusu insanın DNA’sında bir gizli kodmuşçasına aklında ve ruhunda bir estetik açlıktır. Estetiksiz şehirlerde büyüyen herkes işte o cenneti bir şekilde yakındaki imkânlarla oluşturma çabasındadır. Evinin penceresine konserve tenekeleri ve salça kutuları ile çiçekli bir ortam meydana getirmek isteyen kadın ile hapishane duvarına gökyüzünü çizen insandaki dürtü buradan kaynaklanır.
Ama gerçek şehirlerde yaşayan insanların refleksleri çok ama çok daha farklıdır. Estetikle inşa edilmiş mahallelerde yaşayan, bir gelinlik kız gibi nakışlı binalarla dolu şehir meydanlarında alışveriş yapan insanların dinginliği, sağlıklı iletişimi gibisi yoktur. İşte maalesef bu hasletleri artık bulamıyoruz ülkemizde. Avrupa’yı çok ve gereksiz yere küçümsedik senelerdir ve bu küçümseyiş bizim onların üstünde bir medeniyet kurgusu oluşturmamızın da engeli oldu.
Üstünlük sendromu yaşıyoruz milletçe.
Üstün milletiz ama varoşlarda yaşıyoruz
Üstünüz ama kitap okumuyoruz
Üstünüz ama üstte değiliz ve bizden yukarıda gördüğümüz toplumlara hala “adamlar yapmış” gözüyle bakıyoruz.
Bir Türk dünyaya bedeldir
Ama bir Euro dört Türk lirası etmektedir.
Körün cennet tasvirini dinlemek çok enteresandır oysa. Renkleri bilmeyen birinin cennet tasvirini dinleyin derim. Çok farklı şeyler duyacaksınız. Küçümsediğimiz Avrupa’nın çok da ileri durumda olmayan ve işsizlik açısından çok problemli bir ülkesi olan İspanya’da bile daha yaşanılır bir atmosfer görürsünüz. Trafikte asabi insanlar yoktur çünkü Trafik yoktur. Trafik yoktur çünkü önce şehirlerin altyapısı tamamlanmış sonra ise yerleşilmiştir. Altyapı tamamlanırken siyasiler 10 kat ruhsatı vermemiş ormanları iskâna açmamış ve insanların ruhen rahatlayacakları ortamları korumuşlardır. Yaşadığım şehirdeki mimarlar odası binası ve mimarlık fakültesinin şehrin içerisindeki adeta odun gibi yükselen abidevi estetiksizliği belli ki kimseyi rahatsız etmiyor olması da bu sebeptendir. Mimari zevki olmayan mimarları yetiştirmek de kendi kendine devam eden bir sistemin sonucudur.
Meydanlar şehirlerin sosyal akciğerleridir. İnsanlar buralarda nefes alır, rekreasyonel ortam bulur ve buralarda şehri hissederler. Yaşanılan ortam da insanın tüm davranışlarına, estetik duygusuna, üretkenliğine, sevgi ve nefret hislerinin gelişimine etki eder.
Tek sosyal hayatı mangal yapmak olan ve bunun için şehir refüjlerinde pijama ile mangal yelleyenleri de gördü bu ülke. Eleştirdiğimiz vakit mutlak birilerini ve bir makamı suçlamak zorunda değiliz. Bazen gidişatın kendisini eleştirmekle makamlara ve idarecilere sonuna dek gitmeleri için cesaret verirsiniz. Şimdi eleştiri zamanıdır belki de. Zira daha da kötüye gitmekte ülkedeki sosyal doku. Oturacak değiliz elbette. Eleştireceğiz. Neyini eleştirmeyelim ki? Eleştirmenin nesi kötüdür?
Sizi sadece düşmanınız eleştirmez. Çünkü o gidişattan sonuna kadar memnundur. Şehirlerimizi kurtarmak, insanımızı kurtarmak, sosyal yapımızı kurtarmak,
Bir medeniyet inşa etmek için zorunluluktur.
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önce