DOLAR 32,8789 0.07%
EURO 35,2236 -0.22%
ALTIN 2.461,590,17
BITCOIN 20163830.37918%
İzmir
30°

AÇIK

SABAHA KALAN SÜRE

86 okunma

Nato Enerji Politikaları

ABONE OL
21/12/2010 22:00
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Yazar:Y.Temel TATLISU

 

ÖZET

 

 

Nato enerji politikaları günümüzde üye ülkeler için önemlidir.Özellikle soğuk savaş döneminden sonra Rusya ile ilişkiler dahada artmışdır,Rusya enerji arzeden bir ülke olarak Nato üyesi ülkeler için önemi artmışdır,Rusya’nın gaz kesintileri ve artan enerji talebi ülkeleri yeni enerji politikaları izlemeye zorlamaktadır,Lizbon toplantısında alınan kararlarda enerji güvenliğide  ele alınmıştır.

 

Anahtar Kelimeler;Nato,enerji güvenliği,Nato Rusya ilişkileri,enerji politikaları.

 

ABSTRACT

 

The energy policy of NATO is very important for member countries.Especially,after the cold war era,the relations between Nato and Russia is developed.Russia which is a energy supplying country,is more important for members of Nato than past years.The disruption of natural gas from Russia,and more energy demand forced the member of NATO to find new

Energy policy.In lisbon meeting,energy security is talked and they stated a new policy about Energy security.

 

Key words;Nato,energy security,The relations Nato and Russia,Energy policy.

 

 

GİRİŞ

Tüm kalkınmış ekonomiler bol miktarda enerjiye dayanırlar; enerji arzının garanti altında olması ve fiyatlarda istikrar çok önemlidir. 1970’lerde ham petrolün fiyatı dört katına çıktığı zaman enerji arzındaki ani kesintilerin NATO üyesi devletler açısından çok önemli ekonomik sonuçları yanında siyasi sonuçları da olduğunu gördük. Global petrol piyasasındaki sıkışıklık ve son zamanlardaki fiyat artışlarına bir de kritik altyapıya terörist saldırısı gibi tehditler eklenince, enerji güvenliği bir kez daha stratejik önemi olan bir konu haline geliverdi. Son zamanlardaki çeşitli gelişmeler NATO ülkelerini bu alandaki potansiyel hassas noktaları konusunda daha bilinçli hale getirdi.

 

Söz konusu hassas noktalardan bir tanesi iletişim ve ulaşım hatları ile ilgili. Global petrol arzının yüzde kırkı Basra Körfezindeki Hürmüz Boğazından geçmektedir; uzmanlar bu miktarın önümüzdeki 20 yıl içinde yüzde 60’a varacağını söylüyorlar. Dünya piyasalarına petrol ve gaz arzında bazı ülkelerin diğerlerinden çok daha fazla rollerinin olması, bu ülkelerdeki politikaları ve dahili gelişmeleri global ekonomi açısından çok önemli hale getirmektedir. Örneğin, dünyanın gaz kaynaklarının yüzde 60’ı sadece iki ülkede, Rusya ve İran’da bulunmaktadır.

 

Aynı zamanda, artan talebi (özellikle Çin ve Hindistan’ın talepleri) karşılayabilmek için arzı arttırmanın veya yeni enerji kaynakları bulmanın çok zor olduğu konusundaki kanıtlar da giderek artmaktadır. Her yıl toplam üretimin Kuzey Denizi’ne eşit bir miktarını kaybediyoruz. Rusya ve İran yatırımın azlığı ve altyapının eskimesi nedeniyle üretimi arttırmakta zorluklarla karşı karşıyalar. Yakın geçmişte Nijerya Deltasında yaşanan istikrarsızlık bu ülkenin petrol arzını dörtte bir oranında azalttı. Ekonominin birçok diğer alanının aksine, dünya petrol üretimi devlet kontrolündedir. Bugün bilinen petrol rezervlerinin sadece yüzde dördü Exxon, Shell veya BP gibi dünyanın önde gelen çokuluslu şirketlerinin kontrolündedir. Rusya 2000 yılından beri üretiminin üçte birini yeniden ulusallaştırmıştır; Rusya’nın petrol üretiminin son yıllarda global arzdaki artışın yüzde 40’ını oluşturduğu düşünülürse, bu önemli bir miktardır. Toplam petrol varlıklarının yüzde sekseni bugün devlete aittir ve mevcut fiyat artışlarından yararlanan devletlerin üretimlerini arttırmaları için bir nedenleri yoktur. Bu nedenle enerji piyasasındaki yüksek fiyatların ve bugünkü sıkışıklığın yanı sıra hiçbir yedek kapasite olmaması, petrol arzındaki küçük düşüşlerin bile hem Kuzey Amerika hem de Avrupa üzerindeki etkilerini önemli hale getirecektir.

 

Aynı zamanda, hem Kuzey Amerika hem de Avrupa giderek enerji ithaline daha bağımlı hale gelmektedirler. Örneğin, AB bugün kullandığı doğal gazın % 44’ünü ithal etmektedir, ve bu miktarın %50’si sadece Rusya’dan gelmektedir. Tüketimde petrolden doğal gaza geçilmesi bazı bakımlardan belirli ülkelere bağımlılığı arttıracaktır. Örneğin, Rusya dünya petrol rezervlerinin % 6’sına, fakat doğal gaz rezervlerinin % 30’una sahiptir. Piyasadaki mevcut sıkışıklığın biyolojik yakıtlar veya güneş enerjisi gibi alternatif enerji kaynakları ile ilgili tartışmaları yeniden tetiklemiş olması, hatta nükleer enerjinin tekrar gündeme gelmesi pek şaşırtıcı değildir. Ancak biyolojik yakıtlar bugün taşımacılıkta kullanılan yakıtın sadece % 1’ini oluşturmaktadır ve uzmanlar önümüzdeki 20 yıl içinde bu oranın % 5’i aşacağını düşünmemektedirler. Bugün bile Çin ve Hindistan’da enerji tüketiminin üçte ikisi kömürden karşılanırken tüm dünyanın enerji talebinin % 90’ı fosil yakıtlardan karşılanmaktadır. Petrol, ulaşım sektöründeki hakimiyeti dolayısıyla hala global enerjinin % 40’ını oluşturmaktadır. Önümüzdeki yıllarda talebin nasıl katlanarak artacağı tek bir istatistikle görülebilir: Bugün ABD’de her 1000 kişiden 868’inin kendi arabası vardır. AB’de bu rakam her 1000’de 680’dir. Ancak Çin’de bu sayı hala 13’tür. Önümüzdeki 20 yılda Çin’de her 1000 kişide araba sahibi olan insan sayısı AB veya ABD’deki sayıya yaklaşırsa, bunun enerji arzı üzerindeki etkisini düşünebilirsiniz.

 

Orta Doğu mevcut petrol rezervlerinin % 61’ine sahip olması nedeniyle enerji güvenliği açısından önemini koruyacaktır. Uluslararası Enerji Ajansı geçtiğimiz 30 yıl içinde petrol arzının 17 kere kesintiye uğradığını, ve bunun günde yarım milyon varilden fazla petrol anlamına geldiğini bildirmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre bu kesintilerin on dördü Orta Doğu’da olmuştur. Aynı zamanda, Orta Doğu hala en çok gelişmemiş petrol sahasına sahip olan bölgedir. Bu nedenle bu bölgedeki politik istikrar, gerek enerji güvenliği gerekse 21. yüzyılın diğer gerginliklerinin çözüme ulaştırılması açısından önemini sürdürecektir.

 

Global enerji trendleri ile ilgili bu kısa gözden geçirme enerjinin gerçek bir güvenlik konusu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu kadar sıkı bir piyasada, petrol ve doğal gazın bu kadar önem taşıdığı bir ortamda, enerji arzına doğrultulan tehditler çeşitli kaynaklardan gelebilir: terörist saldırılar, doğal afetler, siyasi yıldırma ve şantaj veya bölgesel çatışmalar veya gerginlikler nedeniyle gerçekleşen kesintiler bunlardan sadece bir kaçıdır. Bu durum kesintileri önleyecek stratejilere ve büyük bir uluslararası kriz olduğu takdirde kesintileri önleyecek düzenlemelere ihtiyaç olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca enerji güvenliğinin büyük bir kriz yaratma potansiyeline sahip olduğu, veya en azından enerji arzını garanti altına alma ihtiyacının giderek NATO üyelerinin ve diğer ülkelerin dış politikalarını ve önceliklerini şekillendirebileceği de gayet açıktır.

 

Enerji güvenliği ile ilgili bugünkü endişelerin bir başka özelliği de giderek daha çok sayıda ülkenin tüm bir kıtayı kat eden boru hatlarıyla veya okyanusları aşan tankerlerle çok uzun mesafelerden taşınan enerji arzına dayanmakta olmasıdır. Önümüzdeki on yıl içinde sıvılaştırılmış doğal gaz taşıyan bu süper tankerlerin hem sayıları giderek artacak, hem de ebatları giderek büyüyecektir. Artan talebi karşılamak için yeni boru hattı projeleri veya sıvılaştırılmış doğal gaz terminalleri gibi giderek daha karmaşık ve daha hassas bir altyapı oluşturulmaktadır. Bu durum globalleşmenin bir boyutudur, ve denizde ve karada bir bütün olarak güvenlik gerektiren bir sistem içinde tüketici ve üreticinin de birbirine bağımlı olduğunun altını çizmektedir.

 

Terörizme gelince, geçtiğimiz aylar içinde El Kaide’den enerji tesislerine saldırarak “ekonomik cihat” eylemi gerçekleştireceği yönünde açık tehditler gelmiştir. Basra Körfezinde bir Fransız tankerine ve Suudi Arabistan’ın en büyük petrol rafinerisine karşı terörist saldırılar gerçekleşmiştir. Bu saldırılar başarısız olmuşlarsa da piyasanın istikrarını bozup sigorta primlerinin artmasına yol açabilmişlerdir. Ayrıca yine bu saldırılardan sonra petrol şirketleri güvenliklerini ne dereceye kadar kendilerinin sağlayabileceklerini, veya hükümetlerden ve uluslararası örgütlerden olası durum planları ve bir olay veya kriz durumunda destek konusunda yardım istemenin gerekip gerekmeyeceğini tartışmaya başlamışlardır.

 

NATO için olası bir rol mü?

 

Enerji arzı ve NATO Müttefiklerinin güvenlikleri arasında doğrudan bir bağ olması ve tehditlerin bazılarının niteliklerinden dolayı enerji güvenliğinin NATO içinde de bir tartışma konusu haline gelmiş olması hiç şaşırtıcı değildir. Kuzey Atlantik Konseyi daha şimdiden Ulusal Uzmanlar ile bir toplantı yapmıştır. Müttefikleri ilgilendiren her konuyu tartışmak NATO’nun sorumluluğudur ve bazı müttefikler doğal gaz ithal etmeye diğerlerinden daha çok ihtiyaç duydukları için de bu konuyu NATO organlarında masaya sürmeleri son derece doğaldır.

 

Daha en baştan bu tür tartışmaların ve danışmaların NATO’nun harekete geçeceği, veya NATO’nun enerji güvenliği konusunda baş rolü oynamakta iddialı olduğu anlamına gelmediğini açıkça söylemek gerekir. Kritik altyapının korunması veya askeri kuvvetleri de içeren kriz mukabele seçenekleri, enerji arzının güvenliğini garanti edebilmek için gereken genel girişimler paketinin sadece bir parçasıdır. Örneğin, daha şimdiden G8 ülkeleri, AB, Uluslararası Enerji Ajansı ve diğer grupların enerji güvenliğini arttırmayı amaçlayan çeşitli girişimleri mevcuttur. Bu girişimler Enerji Yasasını tüm dünyada kabul görmesi, piyasaların yabancı yatırımlara açılması ve fosil yakıtlara olan bağımlılığımızın azaltılması üzerinde odaklanmaktadırlar. Örneğin, Başkan Bush geçenlerde Amerika’nın “petrol bağımlılığı”nı azaltmaktan söz etmişti. Özellikle ticari açıdan alternatif kaynaklar yaratarak tümüyle petrole dayanmayan bir nakliye sistemi geliştirmeye ihtiyacımız vardır. Ayrıca LPG terminalleri ve boru hatları ağımıza çeşitlilik getirmeliyiz. Meydana gelebilecek arz kesintilerinin etkilerini minimuma indirmek ve enerji güvenliğini arttırmak için enerji üreten diğer ülkelerle kuvvetli bağlar oluşturmalıyız. Bu gibi iyi ilişkiler tüketici ülkelerin bugün olduğu gibi bir veya iki petrol veya doğal gaz üreticisine bağımlılıklarını azaltacaktır. Orta Doğu’nun önemi göz önüne alınırsa, bu bölgede kalıcı bir barışın artık sadece bir siyasi öncelik değil, aynı zamanda enerji güvenliği açısından da bir öncelik haline geldiği açıktır.

 

Ancak tüm bunlara rağmen, NATO’nun enerji güvenliğini sağlama amacıyla yürütülen uluslararası çabalara katkıda bulunması ve bazı beklenmedik durumlarla uğraşması olasılığı mevcuttur. NATO’nun işe dört şekilde katılabileceğimi düşünülebilir.

 

Enerji güvenliğinin izlenmesi ve değerlendirilmesi

 

NATO enerji güvenliği ile ilgili gelişmeleri izlemek üzere daimi bir izleme ve değerlendirme mekanizması kurabilir. Bu mekanizma uluslararası uzmanlar ve Uluslararası Askeri Personel tarafından müştereken hazırlanan analizlere ve istihbarat raporlarına dayanan bölgesel politikalar konusunda müttefikler ve ortaklarla yapılacak danışmaları kapsayabilir. Brifingler, sunumlar, ve Uluslararası Enerji Ajansı ve büyük enerji şirketleri gibi uzmanlaşmış toplumla işbirliği bu konuda önemli bir rol oynayabilir. Mevcut bir üst düzeyli NATO komitesi bu konuyu takip etmekle görevlendirilebilir. Bu grup konuyu inceledikten sonra NATO’nun en üst karar organı olan Kuzey Atlantik Konseyi’ne götürür. Ayrıca enerji güvenliği, ekonomi ve piyasa trendleri arasında doğrudan bir bağ olduğu için de, öncelikli olarak ekonomi konularıyla ilgilenen bir başka gruptan da bu girişimi desteklemesi istenebilir.

 

Ayrıca, Kuzey Atlantik Konseyi bir Enerji Güvenliği ve İstihbarat Analiz Hücresi kurabilir. Terörizm konusunda buna benzer bir istihbarat birimi kurulmuş ve başarılı olmuştu. Bir başka alternatif de terörist istihbarat biriminin yetkilerini enerji güvenliği konusundaki istihbarat üzerinde odaklanacak şekilde genişletmek olabilir. Müttefiklerden, Ortaklardan, sanayi ve hükümet kaynaklarından istihbarat toplanabilir. Özel Komite enerji güvenliği konusundaki çeşitli unsurlar arasında istihbarat paylaşımını da kolaylaştırabilir.

 

Müttefikler arasında istihbaratın paylaşılmasının yanı sıra, ulusal varlıklar tarafından gerektiği gibi korunamayan deniz taşımacılığı hatları da NATO deniz operasyonları ile izlenebilir. Bu çalışma sonucunda NATO üyelerinin ve belki de Ortak ülkelerin de kullanabilecekleri bir denizcilik tablosu ortaya çıkabilir. Bu da deniz hatlarını daha güvenli hale getirilmesine ve deniz araçlarının karşısındaki risk ve tehditlerin belirlenmesine yardımcı olur. Bu deniz istihbarat girişimi büyük olasılıkla İstihbarat Grupları Merkezi vasıtasıyla NATO komutanlığının istihbarat ağına bağlı olur.

 

NATO aynı zamanda devletlerden ve BM ve AB gibi diğer uluslararası örgütlerden enerji güvenliği konusundaki faaliyetleri ile ilgili olarak Kuzey Atlantik Konseyine düzenli olarak brifing vermek üzere delegasyonlar davet edebilir. Enerji güvenliği gayrı resmi Kuzey Atlantik Konseyi ile AB Siyasi ve Güvenlik İşleri Komitesinin müşterek oturumlarında tartışma konusu oluşturabilir. Enerji güvenliği aynı zamanda Finlandiyalı AB dönem başkanının öncelikli konusu olması nedeniyle gündemde olan bir konudur. Rusya’nın enerji güvenliği konusunda oynadığı rol göz önüne alınırsa, bu konuyu aynen Ukrayna’daki uzmanlar toplantılarımızda olduğu gibi NATO-Rusya Konseyi ile yapılan görüşmelerde de düzenli olarak tartışılabilir.

 

Ortakların bir çoğu ya önemli petrol ve doğal gaz ihracatçıları, ya da boru hatlarının geçtiği, ve dolayısıyla yeni boru hattı projeleri konusundaki görüşmelerle yakından ilgilenen ülkelerdir. Bu nedenle enerji güvenliği konusu güçlendirilmiş Avrupa Atlantik Ortaklık Konseyi görüşmelerinin (26 NATO üyesi ve 20 Barış İçin Ortaklık ülkesinin katıldığı toplantılar) önde gelen konularındandır. “Akdeniz Diyaloğu” ve İstanbul Girişimi” çerçevesindeki ortaklarımızın bazıları aynı zamanda dünyanın önde gelen petrol ve doğal gaz ihracatçılarıdır. Bu nedenle enerji güvenliği konusunda onlara danışmak mantıklı olur. Bu konuda uzmanlık kazanmak ve gelecekteki sorunlara karşı hazırlıklı olabilmek için Roma’daki NATO Savunma Koleji’nde yaptığımız gibi enerji güvenliğindeki trendler üzerinde odaklanan özel seminerler düzenlenebilir.

 

Müttefiklere güvenlik yardımı

 

NATO’nun ikinci olası rolü de Müttefiklerine güvenlik yardımı sağlamaktır. Bu rol tek bir Müttefike veya bir grup Müttefike, hatta bir NATO operasyonuna güvenlik konusunda yardım sağlamaktan ihtiyaç anında enerji ile ilgili hassas altyapıyı güvence altına almaya kadar çeşitli önlemleri kapsar.

 

NATO Antlaşmasının 4. maddesi gereğince NATO bir veya daha fazla müttefike destek sağlamak için özel olarak oluşturulmuş “Güvenlik Yardım Paketleri”ni konuşlandırmaya hazır hale getirilebilir. Bu da deniz ve hava devriyelerinin kuvvetlendirilmesi, ulusal iletişim ve istihbarat ağlarının kuvvetlendirilmesi ve hatta Sivil Acil Durum Planı ve Avrupa-Atlantik Afet Yardımı Eşgüdüm Merkezi mekanizmalarını kullanarak afet yardımı çalışmalarının desteklenmesini bile içerebilir. Gerekirse aşırı durumlarda enerji varlıklarını korumak için daima hazır durumda bulunan çevik kuvvetler harekete geçirilebilirler.

 

Komuta ve Kontrol düzenlemelerinde NATO’nun Şubat 2003’te Türkiye’ye savunma desteği verdiği zaman uygulanan Display Deterrence operasyonu (Şubat 2003) düzenlemelerinden esinlenilebilir. NATO’nun 2004 Olimpiyatlarında Atina’ya sağladığı destek ve Kasım 2006 Riga Zirvesi ile ilgili güvenlik önlemleri gibi çeşitli güvenlik yardım misyonları da yararlı örnekler olabilir. Bu güvenlik yardım misyonları aynı zamanda sonuçların yönetiminde de kullanılabilir.

 

Deniz gözetleme ve tehditlere mukabele

 

NATO için üçüncü bir olası rol de deniz keşif görevi olabilir. Son zamanlarda Active Endeavour operasyonunda kazanılan başarılar nedeniyle bu alternatif giderek daha büyük bir olasılık olarak görünmektedir. Genellikle kara sularının korunması, ulusların kendi sorumluluğudur; ancak NATO özel bir yetenek olarak deniz iletişim hatlarının güvenlik boyutu konusunu geliştirebilir.

 

Bu bağlamda Active Endeavour Operasyonu (11 Eylül’den sonra Akdeniz’de deniz güvenliğini arttırmak için tasarlanan bir terörle mücadele operasyonu) model olarak kullanılabilir. Petrol veya LPG tankerleri gibi enerji varlıklarına karşı girişilebilecek saldırılara karşı caydırıcı olarak çokuluslu bir deniz Görev Gücü (gerektiğinde Ortakları da kapsayabilir) yaratılabilir. Ancak gerçekte tüm bir okyanusu sürekli olarak korumak mümkün değildir. NATO’nun yapacağı, özellikle büyük bir tehdit veya kriz durumu söz konusu olduğunda hayati önemi olan belirli kesinti noktalarını korumaktır. Bu da mukabelede istihbarat ve tehditlerle güdümlenen bir yaklaşım gerektirir. Ayrıca bu yaklaşım NATO deniz görev güçlerinin yeniden konuşlanmaları için hızla tepki verebilmelerini de gerektirir. NATO’nun bu görevi üstlenmesi için mevcut NATO deniz kuvvetlerinin rollerinin ve konumlarının incelenmesi ve gerektiği gibi değiştirilmesi gerekir.

 

Tecrit operasyonları

 

NATO’nun dördüncü olası alternatif rolü tecrit operasyonlarıdır. Bunlar özellikle bir kriz veya çatışma durumunda petrol veya doğal gaz arzını korumak üzere tasarlanmış askeri operasyonlardır. Bunun bir örneği (NATO operasyonu olmamakla beraber) 1987-88 Iran-Irak savaşı sırasında Kuveyt petrol tankerlerinin korunması için yapılan ve uluslararası toplumun sadece deniz varlıklarını konuşlandırmakla kalmayıp tankerlerinin bayraklarını da değiştirdikleri (saldırılardan korumak için Kuveyt tankerlerinin bayrakları değiştirilmişti) Earnest Will operasyonudur. Bir NATO tecrit operasyonu kısa süreli refakat operasyonları, petrol kuyuları ve terminallerinin korunması, ulusal makamlara limanlarındaki yükleme/boşaltma tesislerini korumakta yardım, ve rafineri ve depo bölgelerinin korunması gibi görevleri içerebilir.

 

Tecrit operasyonlarında NATO’nun rolü genellikle belirli senaryolar ile ilgili ayrıntılı operasyon planlarının yapılması ve çokuluslu deniz kuvvetleri ve diğer ilgili kuvvetler için tatbikatlar planlanmasını gerektirecektir. Zorlu tecrit operasyonlarında hava, deniz ve kara varlıklarını içeren müşterek bir kampanyaya ihtiyaç vardır.

 

NATO’nun enerji güvenliği konusundaki rolünün diğer örgütlerle ve Ortaklarla ilişkiler geliştirmek gibi önemli politik boyutları vardır. Ayrıca “istihbarata dayanan” bir yaklaşım gibi, askeri seçenekler geliştirilmesini gerektirir, ki bunlar ayrı ayrı ele alınırlarsa aralarındaki tutarlılık kaybolur. Bu değişik çalışmaları enerji güvenliği ile ilgili geniş bir politik-askeri kavram çerçevesi içinde birbirine bağlama ihtiyacının nedeni budur. İttifak’ın dört olası rolü bu kavramın özünü oluşturacaktır.

 

 

 

Enerji güvenliği uluslararası gündemin nispeten yeni konularından olmakla beraber, önemli bir konudur ve önümüzdeki yıllarda da önemini koruyacaktır. Dünyanın giderek globalleşmesi ve global enerji talebinin artması nedeniyle arz düzeylerinde herhangi bir düşüş, uluslararası bir krize yol açabilir. Her ne kadar Kasım ayı sonunda yapılacak olan Riga zirvesi öncesinde NATO’nun gündeminde birçok önemli konu varsa da, enerji güvenliği giderek İttifak için stratejik bir endişe haline gelecektir. Ancak NATO’nun hangi rolleri oynayabileceği veya oynaması gerektiğini belirlemek için henüz çok erkendir. NATO’nun rolü ve katkısının belirlenebilmesi için konunun müttefikler arasında görüşülmesi gerekmek

 

 

NATO’NUN KURULUŞU

 

 

KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI…

 

NATO’nun kuruluşuna ilişkin antlaşma

 

4 Nisan 1949

 

Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) kuruluşuna ilişkin antlaşma, 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalandı.

 

“Washington Antlaşması” olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı devletlerin onayları verildikten sonra 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girdi.

Antlaşmayı imzalayan 12 ülke şunlar: ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksenburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya.

Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılımına ilişkin Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü, 22 Ekim 1951’de Londra’da imzalandı. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nı 18 Şubat 1952’de onaylayarak (5886 sayılı yasa) NATO’ya üye oldu. Yunanistan da aynı tarihte Antlaşma’yı onayladı.

NATO’nun üye sayısı, Almanya (6.5.1955), İspanya (30.5.1982), Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın (12.3.1999) katılımıyla 19 oldu.

21-22 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO’nun Prag Zirvesinde, Soğuk Savaş sonrası ikinci genişleme kararı alındı ve Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, İttifak ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edildi. Bu ülkelerle katılım müzakereleri sonucunda hazırlanan Katılım Protokolleri 26 Mart 2003’de Brüksel�de imzalandı.

Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın NATO’ya katılımlarına ilişkin protokollerin onaylanmasına ilişkin yasalar, 5 Kasım 2003’de TBMM’de kabul edildi.

7 eski Doğu bloku ülkesi Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya, 29 Mart 2004’de ABD’nin başkenti Washington’ta düzenlenen törenle NATO’ye resmen üye oldular. Böylece NATO, tarihinin en geniş kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirdi.

NATO’nun üye sayısı, 7 ülkenin katılımıyla 26’ya ulaştı.

1 Nisan 2009 Tarihinde NATO’ya 2 üye daha katıldı. Bu ülkeler;

-Hırvatistan
-Arnavutluk

Ayrıca;

* Makedonya Makedonya ise Yunanistan tarafından veto edilmiştir.
* Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıs, Türkiye tarafından veto edilmiştir.

Bu arada Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO Zirvesinde, Rusya’nın bütün tehditlerine rağmen, Ukrayna ve Gürcistan ‘ın da ileride NATO’ya tam üye olacakları karar altına alınmıştır.

Fransa İttifak üyesi olmakla birlikte entegre askeri yapıya dahil değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI

Washington DC, 4 Nisan 1949

Bu Antlaşma’nın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası’nın amaçları ve ilkelerine olan inançlarını ve bütün halklar ve bütün hükümetlerle barış içinde bir arada yaşama arzularını teyid ederler.

Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar.

Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar.

Toplu savunma ve barış ile güvenliğin korunması için çabalarını birleştirmekte kararlıdırlar.

Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması’nı kabul etmişlerdir:

 

MADDE 1

Taraflar, BM Yasası’nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası ilişkilerinde BM’in amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler.

MADDE 2

Taraflar, özgür kurumlarını güçlendirerek, bu kurumların üzerine kurulu olduğu ilkelerin daha iyi anlaşılmasını sağlayarak ve istikrar ile refah koşullarını geliştirerek barışçıl ve dostça uluslararası ilişkilerin daha da geliştirilmesine katkı yapacaklardır. Uluslararası ekonomi politikalarında çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelecekler ve taraflardan herhangi biri ya da hepsi ile ekonomik işbirliğini teşvik edeceklerdir.

MADDE 3

Bu Antlaşma’nın amaçlarına daha etkin biçimde ulaşabilmek için Taraflar, tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz yardım ve karşılıklı yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini koruyacaklar ve geliştireceklerdir.

MADDE 4

Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır.

MADDE 5

Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası’nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.

Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güven Konseyi’ne bildirilecektir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektifr.

MADDE 6 (1)

Madde 5 açısından, Taraflardan bir ya da daha çoğuna karş silahlı saldın, aşağıdakileri de kapsar:

– Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına Fransa’nın Cezayir Bölgesine (2) Türkiye topraklarına veya Taraflardan herhangi birinin egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi’nin kuzeyinde yer alan adalara yapılan silahlı saldırı;

–  Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan ya da Antlaşma’nın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal kuvvetlerinin üslenrniş bulunduğu herhangi bir Avrupa toprağında veya Akdeniz’de, ya da Yengeç Dönencesi’nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik bölgesinde bulunan Tarafların herhangi birine ait kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı.

MADDE 7

Antlaşma, BM üyesi olan Tarafların BM Yasası uyarınca sahip oldukları hak ve yükümlülüklerini veya Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması konusundaki temel sorumluluğunu herhangi bir şekilde etkilemez ve etkilediği şeklinde yorumlanamaz.

MADDE 8

Her bir Taraf, kendisi ile diğer Taraflar ya da üçüncü bir devlet arasında şu an yürürlükte olan uluslararası süzleşmelerin, bu Antlaşma’nın hükümleri ile çelişmediğini beyan eder ve Antlaşma ile çelişen uluslararası sözleşmelere girmemeyi taahhüt eder.

MADDE 9

Taraflar, bu Antlaşma’nın uygulanması ile ilgili konuları ele almak üzere hepsinin temsil edileceği bir Konsey oluştururlar. Konsey, herhangi bir zamanda acil olarak toplanabilecek şekilde düzenlenecektir. Konsey, gerekli gördüğü ikincil organları oluşturacaktır. Özellikle Madde 3 ve Madde 5’in uygulanmasına ilişkin önlemleri önerecek bir savunma komitesi derhal oluşturulacaktır.

MADDE 10

Taraflar, bu Antlaşma’nın ilkelerini geliştirebilecek ve Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğine katkı yapacak durumda olan herhangi bir Avrupa devletini bu Antlaşma’ya katılmaya oy birliği ile davet edebilirler. Davet edilen Devlet katılım belgesini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’ne vererek bu Antlaşma’ya taraf olabilir. Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti aldığı her bir katılma belgesirıden tüm Tarafları haberdar edecektir.

MADDE 11

Bu Antlaşma Taraflarca kendi anayasal süreçleri uyarınca onaylanacak ve hükümleri uygulanacaktır. Onay belgeleri en kısa zamanda Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine teslim edilecek, bu Hükümet de aldığı her belgeden tüm Tarafları haberdar edecektir. Antlaşma, Belçika, Kanada, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere imzacıların çoğunluğu tarafından onaylanır onaylanmaz, onaylayan Devletler arasında yürürlüğe girecektir; diğer Devletler açısından ise onaylarının verildiği tarihte yürürlüğe girecektir.

MADDE 12

Antlaşma 10 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra, ya da daha sonra herhangi bir tarihte, Taraflar, içlerinden herhangi birinden talep geldiği takdirde, Kuzey Atlantik Bölgesinde barış ve güvenliği etkileyen faktörleri ve BM Yasası uyarınca uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla yapılan evrensel ve bölgesel düzenlemeleri göz önüne alarak, Antlaşmanm gözden geçirilmesi amacıyla görüşmelerde bulunacaklardır.

MADDE 13

Antlaşma 20 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra herhangi bir Taraf, ayrılma bildirimini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’ne vermesinden bir yıl sonra Taraf olmaktan çıkabilir. ABD Hükümeti aldığı her ayrılma bildiriminden tüm Tarafları haberdar edecektir.

MADDE 14

İngilizce ve Fransızca metinleri aynı derecede otantik olan bu Antlaşma, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’nin arşivlerinde saklanacaktır. Onaylı kopyalar, bu hükümet tarafından imzacı diğer hükümetlere iletilecektir.


 

1) Yunanistan ve Türkiye’nin katılımı üzerine Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü’nün  2. Maddesi doğrultusunda değiştirilmiş haliyle.

2) 16 Ocak 1963 tarihinde Konsey, Fransa’nın Cezayir Bölgesi söz konusu olduğunda, bu Antlaşma’nın ilgili hükümlerinin 3 Temmuz 1962 tarihinden itibaren uygulanamaz hale geldiğini kaydetti.

 

 

 

 

 

Başta İsmet Paşa olmak üzere Türk dış politikasını yönetenler savaşın ortasından itibaren, Mihver Devletlerinin savaşı kaybedeceğini ve özellikle Almanya’nın yenilgisinin, Avrupa dengesinde büyük boşluk doğuracağını hesap ettiler. Bu boşluktan da 1939’dan itibaren Türkiye üzerindeki emperyalist emellerini açığa vuran Sovyetler Birliği faydalanacaktı. Yenilmiş olan Fransa ile savaştan bitkin bir halde çıkan İngiltere bu dengeyi kuramazlardı.

Bu durum karşısında Türkiye, kendisine yönelen Sovyet tehdit ve tehlikesine karşı bu ülkeden daha güçlü olarak algıladığı Amerika’ya dayanma yoluna gitti.

“Truman Doktrini” ve “Marshall Planı” Türkiye’nin Sovyetler Birliği karşısındaki endişelerini hafifletmesine rağmen tümüyle ortadan kaldırmadı. Bu nedenledir ki, Türkiye için esas olan Amerika ile bir ittifak yapmaktı. Türkiye’nin ittifak isteği 4 Nisan 1949’da NATO’nun kuruluşuyla yeni bir boyut kazandı. Bu olay Türk Basınında da ilgiyle karşılandı. Cumhuriyet, haberi “Atlantik Paktı Bugün Vaşington’da İmzalanıyor” başlığıyla veriyordu ve “Truman bir nutuk söyleyecek. Genel kanı bu tarihi vesikanın genel bir harbe engel olacağı merkezindedir.” şeklinde devam ediyordu. Türk ordusu İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren seferber halde tutulmaktaydı. Bu durum da devlete ciddi bir mali yük getirmekteydi. Atlântik Paktına katılarak bu yükün hafifleyeceği düşünülmekteydi. Böylece bir saldırı karşısında yalnız kalınmayacak NATO üyesi ülkelerin de yardımı sağlanabilecekti. Üstelik özgür dünyanın bir mensubu olarak demokratik değerlerin de korunmasında onurlu bir görev üstlenilecekti. Özellikle Demokrat Parti bütün varlığıyla bu hedefe yönelecek ve bunu bir prestij sorunu haline getirecekti.

Bu konuyu Demokrat Parti Milletvekili Rıfkı Salim Burçak: “… bütün dünya milletleri arasında toplu emniyet sistemine en fazla ihtiyacı olan devlet Türkiye’dir. Türkiye yıllarca türlü baskı ve tehditler altında bulundurulmuş sinir harbinin çeşitli şekilleri yurdumuz üzerinde devamlı bir surette tecrübe edilmiştir… Türkiye’nin silah kadar, belki de silahtan daha fazla toplu emniyet sistemine ihtiyacı vardı. Türkiye kendisinin de Batı aleminin ihmal edilemeyen bir uzvu olarak görülmesini medeniyet dünyasından haklı olarak istiyor ve bekliyordu.” şeklinde vurgulayacaktı. Demokrat Parti tarafından bu pakt, Amerika’nın demokratik ülkelerin askerî ve ekonomik kalkınmasını gerçekleştirmeye yönelik olarak üstlendiği ulvi bir hizmet olarak algılanmaktaydı. Türkiye Atlantik Paktına davet edildiğinde Dış İşleri Komisyonu Başkanı Firuz Kesim “Birleşik Amerika’nın askeri ve iktisadi kalkınmaya müteveccih bu geniş ve alicenap yardımı ideale bağlı necip bir milletin dünya hürriyeti uğrunda fedakarlığı nerelere kadar götürebileceğinin bâriz bir misali olarak tarihte şükranla yad edilecektir.”  diyecekti. Oysa bu durum Amerika’nın güvenlik ve dünya hakimiyetini Rusya’ya kaptırmama politikalarıyla ilgiliydi. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın birinci derecedeki hedeflerinin başında Amerika’nın güvenliğini sağlamak geliyordu. Temsilciler Meclisine 1949 yılı savunma bütçesini sunarken Genelkurmay Başkanı Bradley yaptığı konuşmada: “Denizaşırı ülkelerde üsler kurmak zorundayız. Düşmanı kendi özgüvenlik sınırlarımızın ötesinde karşılamak ve ilk darbeyi elde edilecek üsler yardımıyla vurmak zorunluluğunu bütün Amerikan yurttaşlarının anlamaları gerekir. Silahlı kuvvetlerimizin ve Amerikan topraklarının yeni bir savaştan en az kayıpla çıkması başka türlü olamaz. Düşmanı can evinden vuracak bu üsler, düşman topraklarına en yakın bölgelerde kurulmalıdır.” diyordu.

Türkiye NATO’nun kuruluşuyla birlikte çabalarını yoğunlaştırdı. Kuzey komşusundan gelecek olası saldırılara karşı daha kuvvetli bir şekilde mukavemet edebilmek, güvenlik politikasını güçlendirmek ve -dışa vurulamayan bir istem olan- daha fazla ekonomik yardım alabilmek amacıyla, bu kuruluşa girmek istiyordu.

Şubat 1949’da Türkiye Dış İşleri Bakanı Necmettin Sadak, Londra’da Türkiye’nin oluşturulacak pakta alınması yolunda İngiltere Dış işleri Bakanı Bevin’le o zaman için herhangi bir sonuç vermeyen bir ön görüşme yaptı. Yine Türk Dış İşleri Bakanı, Kuzey Atlantik Paktının imzasından yaklaşık on gün sonra, Washington’a gitti. Burada yaptığı basın toplantısında Türkiye’nin Atlantik Paktına dayanan bir müdaafa sistemine dahil olmak istediğini açıkladı.

Ama Sayın Sadak, -Amerika’dan dönüşünde- 11 Mayıs 1949’da Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada, Atlantik Paktı konusunda fikir teatisinde bulunduğunu dile getirmekle beraber iç politika kaygılarıyla: “Ben Vaşington’a, ne Atlantik Paktına girmek, ne bu hususta bir teklif ve talepte bulunmak ve ne de bir pakt imzalamak için gitmedim… Atlantik Paktına dair Hükümetimizin görüşü ise yüksek malumlarıdır. Bu görüşü Büyük Millet Meclisinde, 16 Mart 1949 tarihindeki beyanatımda şöyle izah etmiştim: Şimali Atlantik Paktı adı verilen ve mahdut bir coğrafya bölgesine inhisar edeceği, kurucuları tarafından bize sarih surette ifade edilmiş olan bu karşılıklı Askeri Yardım Antlaşmasına, Atlantik kıyılarında bulunmayan Türkiye’nin girmesi bahis mevzu değildir.” dedi.

Başbakan Şemsettin Günaltay ise, 30 Nisan 1949’da Tan Gazetesi başyazarı Ali Naci Karacan ile yaptığı söyleşide: Karacan’nın, “Atlantik Paktına girilmedi. Bir Akdeniz Paktının da şimdilik mevzubahis olmadığı anlaşıldı… Amerika ile bağlılığımızın şifahi dostluk sözleri ve yardım malzemesi haricinde herhangi bir maddi teminatı var mıdır? şeklinde yönelttiği soruyu Başbakan: “Atlantik Paktına girme mevzuunda biz bidayetten beri pek hevesli davranmadık. Mutlaka Atlantik Paktına girelim diye bir teşebbüste bulunmadık…” şeklinde yanıtladı.

Bu beyanlar, Türkiye’nin NATO’ya kabul edildiği zaman İktidar Partisi tarafından kullanılacak, Demokrat Parti adına konuşan Rıfkı Salim Burçak, Halk Partisinin böyle bir ittifaka Türkiye’nin alınmasının mümkün olmadığını düşündüğünü ileri sürecek, bu konuda Demokrat Partiye hiçbir miras bırakmadığını iddia ederek, “Yine tekrar ediyorum ki, Dış İşleri Bakanınız ne bir teklifte bulunmaya, ne de bir pakt müzakeresine gitmiştir. Hatta muhtemel bütün tefsirleri önlemek için, ‘Amerika’yı ziyaretimin, Atlantik Paktının imzasından sonraya rastlaması hususunda tarafımızdan hassaten dikkat gösterilmiştir.’ ” dediğini vurgulayacaktı.

Oysa Halk Partisi, Demokrat Parti gibi prestij sorunu yapmasa da partinin o güne kadar uyguladığı prensipler çerçevesinde Batı ittifakı içinde yer almayı istemekteydi. Türkiye’nin Pakt dışında bırakılması da bu çevrelerde ve kamuoyunda sıkıntı yaratmaktaydı. Gerçi 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyine 8 Ağustos 1949’da Yunanistan ve İzlanda’nın yanında Türkiye’nin de davet edilmesi, NATO dışında kalmasının sıkıntısını biraz hafifletti ama ortadan kaldırmadı.

Nitekim Türkiye’nin NATO’ya davet edildiği zaman CHP Meclis Grubu adına konuşan Faik Ahmet Barutçu, “… İdealimize uygun olan bu neticeyi Cumhuriyet Halk Partisi memleketin siyasi emniyetini müşterek ahde bağlayan bir vesika olarak kıymetli saymaktadır…” diyecekti. NATO’ya girme çabalarının olumlu sonuç vermesi, Türkiye bakımından sıkıntılı geçen birkaç yılı aldı. Türkiye bu ittifaka katılmak için ilk müracaatını Halk Parti iktidarı döneminde Mayıs 1950’de yaptı. Bu müracaatı tek destekleyen devlet İtalya oldu. Türkiye’nin NATO’ya katılmasına, İngiltere ve Norveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika gibi küçük devletler karşı çıkmaktaydı. İkinci grubun itirazı Türkiye’nin NATO’ya katılışının bir Sovyetler Birliği saldırısına neden olabileceği savına dayanmaktaydı. Ayrıca NATO’dan aldıkları askeri yardımın azalacağı endişesini de taşıyorlardı. Bunlarla beraber söz konusu ülkelerin bu tutumunda İngiltere’nin de etkin olduğu bilinmekteydi.

İngiltere, 1947’de Doğu Akdeniz’in güvenliğini Amerika’ya devrettikten sonra Ortadoğu’da sömürgecilik faaliyetine yeniden hız vermişti. Bu bölgede Süveyş’teki menfaatlerini koruyacak bir savunma sistemi kurma peşindeydi. Türkiye’yi de NATO’da değil de bu savunma sistemi içinde görmek istiyordu. Oysa Türkiye için esas olan Amerika’nın ittifakıydı. Bunda da ısrarlıydı. Ancak bunu gerçekleştirmek için İngiltere’nin karşıt tutumunun ortadan kalkması gerekmekteydi.

Özellikle 1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin Türkiye’nin NATO’ya girişini bir prestij sorunu yaptığına değinilmişti. Aynı yıl Demokratların bu politikalarını gerçekleştirme yoluna girmesini sağlayacak gelişmeler oldu.

25 Haziran 1950’de Kuzey Kore kuvvetlerinin, 38 nci paraleli aşarak Güney Kore’nin silahları noksan birliklerine karşı ani olarak hücuma geçmeleriyle Kore Savaşı başladı. Komünist kuvvetler Seul’a doğru süratle ilerlemekteydi. 26 Haziranda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Amerika’nın isteği üzerine toplandı ve ateşkes emri verdi. Sekizinci Amerikan filosu Formaza’yı korumakla görevlendirildi. Aynı zamanda ABD Başkanı Truman Çinhindi’ne ve Filipinlere yapılan Amerikan yardımının artacağını açıkladı.

Diğer yandan Türkiye, Kore Savaşı için Birleşmiş Milletlerin üyelerine yaptığı asker gönderme çağrısına Amerika’dan sonra ilk cevap veren devlet oldu ve Kore’de savaşmak üzere Birleşmiş Milletler emrine bir tugayını gönderdi. Bu konuda Amerikan Büyük elçisi McGhee, “… O sıralarda Türkiye henüz batılı güçlerden kendi savunmasıyla ilgili herhangi bir taahhüt alabilmiş değildi… ama kendisi Batıya adanmışlığını kesin biçimde gösterdi. Menderes hükûmeti, muhalefet partisine hiç danışmadan, Yalova’da yapılan bir kabine toplantısında Kore’ye, ABD kuvvetleriyle birlikte savaşmak üzere 4500 kişi göndermeyi kararlaştırdı.” demektedir. Muhalefet partileri Kore’ye asker gönderilmesini, Türkiye’nin buna mecbur olmadığını ileri sürerek istemiyorlardı. Bu durum, iktidar partisi tarafından tenkit edilmekteydi. Diğer taraftan bu savaşta Türk askerinin gösterdiği üstün başarı, Türkiye’nin NATO’ya katılışının yük değil kazanç olacağını ortaya koydu. Bu konuda İngiliz General Robertson, “… Kore’den tanıdığım subaylardan bir çok mektuplar aldım. Hepsi samimi olarak Türk askerlerinden derin bir hayranlıkla bahsetmektedirler… Bir harp olursa Türkiye ve İngiltere’nin beraber olmaları ve ihtimale karşı hazırlıklı bulunmaları emniyet ve gurur verici bir keyfiyettir.”28 diyordu. Kore’de Türk askerinin gösterdiği üstün başarı, Batı kamuoyunda Türklere karşı bir sempati yarattı ve NATO’ya girişte etkin bir rol oynadı. Kore Savaşı’nın diğer bir önemli sonucu da, Amerika’ya elindeki atom üstünlüğü yüzünden o zamana kadar çıkmayacağını düşündüğü bölgesel savaşların çıkabileceğini göstermesi oldu. Sovyet Rusya Uzak Doğu’da bir savaş çıkarmaya cesaret ettiğine göre aynı şeyi Doğu Avrupa’da ve hatta Orta Doğu’da deneyebilirdi. Bütün bu olasılıklar Amerikan yönetiminin etkin çevrelerinde Türkiye’nin Batı savunması için ehemmiyetini arttırdı.

Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne coğrafi yakınlığı önem kazanmıştı. Sovyet saldırısına karşı NATO’nun savunacağı hat, Sovyet Rusya ile ilk temas bölgesinden geçecek, saldırı burada durdurulmaya çalışılacaktı. Bu ise Türkiye’de sahip olunacak üslerle mümkün olabilirdi. Türkiye nezdin de bu yolda girişimde bulunuldu. Türk yöneticileri bu isteği tek bir şartla kabul edeceklerini açıkladılar. O da Türkiye’nin NATO’ya alınmasıydı. En etkin savunma Türk topraklarından yapılabilir yolundaki stratejik saptama Türkiye’nin NATO’ya alınmasında önemli rol oynayacaktı.

Türkiye bu gelişmeler çerçevesinde Ağustos 1950 tarihinde ikinci müracaatını yaptı. Eylül 1950’de verilen cevap yine olumsuzdu. Bu olumsuz yanıtta yine İngiltere’nin tutumu belirleyici oldu. Türk yöneticileri bu duruma tepkiliydi. Bu çerçevede Celal Bayar’ın İngiltere’ye yönelttiği “Bizi Avrupa medeniyetinden sanmıyor musunuz?” sorusuna ancak bir yıl sonra yanıt gelecekti. 23 Şubat 1952’de Celal Bayar ile İngiltere Büyük Elçisi Noel Charles ve İngiltere’nin Orta Doğu Kuvvetleri Baş Komutanı General Sir Brian Robertson görüşmesinde yukarıdaki soruya verilen yanıtta: “… Türkiye’nin Avrupa medeniyetinin bir parçası olduğu belirtiliyor ve İngiltere’nin Türklerin Kuzey Atlantik Paktı’na alınmasına karşı olmadığı açıklanıyordu.”

İngiltere’nin bu noktaya gelmesi Amerika’nın ağırlığını koymasıyla mümkün olmuştu. İngiltere Temmuz 1951’de Orta Doğu Savunma Sistemine katılması şartıyla Türkiye’nin NATO üyeliğini desteklemek zorunda kaldı. Kuzey Atlantik Konseyi, 15-20 Eylül 1951 Ottawa’da Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılmalarının Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğini arttıracağı düşüncesiyle üye hükûmetlere -milli meclislerinin tasdik itirazı koşuluyla- söz konusu devletleri, anlaşmaya davet etmelerini tavsiye etmek hususunda mutabık kalındığını deklare etti. Yardımcılar Konseyi Türkiye ve Yunanistan’ı Kuzey Atlantik Antlaşmasına katılmaya davet eden bir protokolü 22 Ekim 1951’de Londra’da imzaladı.

Türkiye ile Yunanistan hakkında imzalanan Londra Protokolünün birinci maddesi gereğince protokolün yürürlüğe girmesiyle ABD Hükûmeti, bütün taraflar adına Yunan ve Türk hükûmetlerine, bu protokolün 2 maddesiyle tadil edilmiş şeklini alacak olan Kuzey Atlantik Antlaşması’na katılmaları için bir davetiye gönderecekti. Bunu takiben Yunanistan ve Türkiye, ayrı ayrı katılım belgelerini ABD Hükûmetine ulaştırmalarından itibaren, antlaşmanın 10 ncu maddesi36 gereğince Kuzey Atlantik Antlaşmasına taraf olacaklardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Atlantik Anlaşmasına taraf olması  halinde anlaşmanın 6 ncı maddesi Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin katılım belgesini ABD Hükûmetine verdiği tarihten itibaren Londra Protokolünün 2nci maddesi gereğince Türk topraklarına karşı yapılacak saldırı durumunda: “Taraflar içlerinden birine veya birkaçına karşı yapılacak silahlı bir tecavüzün tarafların hepsine karşı yapılmış bir tecavüz telakki edilmesinde mutabıktırlar.

Böyle bir tecavüz vaki olduğu takdirde tarafların her biri, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği yeniden tesis ve temin için silahlı kuvvetlerin kullanılması dahil olmak üzere lüzumlu göreceği hareketlere hemen girişerek tecavüze mâruz kalmış taraf ve taraflara yardım edecektir.” Hükmünü taşıyan 5 nci madde yürürlüğe girecekti.

Türkiye’nin NATO’ya girişiyle ilgili kanun tasarısının tartışmaları sırasında bu konuda Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü: “… Eğer biz, Atlântik Antlaşmasına, bahsettiğim 6 ncı maddede sayılan yerlere topraklarımızın kâffesi ilâve edilmeden iltihaka davet olunsaydık, o zaman Türkiye bütün ülkesiyle Antlaşmaya girmiş olmayacaktı. İşte bundan dolayıdır ki, Antlaşmayı imzalayan devletlerin, dostumuz Yunanistan’la birlikte bizim Anlaşmaya girerken dâvet olunmamız hususunda Eylül 1951’de Ottawa’da toplanan Atlântik Konseyinde prensip kararı almaları üzerine, bahsettiğim eksikliğin tamamlanması için ayrıca bir belge düzenlenmesi gerekli görülmüştür… 6 ncı maddede, nerelere taarruz edilmesi halinde Antlaşma doğrultusunda müşterek harekete geçmeyi gerektireceği… Londra protokolünde ortaya konurken, sayılan ülkeler arasına Türkiye toprakları -kayıtsız ve şartsız olarak ilâve edilmiş bulunmaktadır.” diyordu.

Ama muhalefetin bu konuda bazı endişeleri vardı. 1949 Atlantik Antlaşmasının, ABD Senatosunda tartışmaları yapılırken, iç isyanların dışardan gelen kışkırtma ve ufak ölçüde yardımlarla gerçekleşmiş ve devam etmiş olmasıyla; ilgilinin dahi bir savaş sebebi saymadığı ufak tefek saldırıların, antlaşmanın 5 nci maddesini yürürlüğe sokacak türden bir tecavüz sayılmayacağı yolunda tespitlerde bulunulmuştu.

Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Antlaşmasına dahil edilmeleri konusu ABD Senatosunda görüşülürken birkaç senatör, yukarıdaki durumun bu ülkeler için de geçerli olacağını vurgulamıştı. İşte Amerika Senatosundaki bu tartışmalar muhalefetin endişelenmesine neden olmuştu. Millet Partisi adına konuşan Abdürrahman Boyacıgiller: “Sovyet Rusya bizzat değil de peykleri vasıtasıyla doğrudan doğruya veya çeteler şeklinde Türkiye’ye bir tecavüz yaptırırsa veya Allah göstermesin İran’ı nüfuzu altına alır da İran üzerinden Türkiye’ye saldırışlarda bulundurursa, yardım mekanizması otomatikman işleyecek ve Türkiye’ye yardım yapılacak mıdır?”

“Senatoda cereyan eden müzakere ve münakaşaların bizde bıraktığı intiba yardım edilmeyeceği şeklindedir… Zira Senatörlerin fikir ve mütalaalarına göre, İran veya Sovyet peyki bir devletin bizzat veya çeteler vasıtasıyla Türkiye’ye tecavüzler yapılması takdirinde ve tecavüzün de tespiti halinde, Antlaşmanın 5 nci maddesi hükmü yürütülmeyecektir… ABD Hükûmeti de böyle düşünmekte ise bu taktirde Antlaşmaya biz eşit hak ve vecibelerle girmiyoruz intibaına yol açılır ve bizi endişeye sevk eder…” dedi.

Ancak Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü bu endişelerin son derece yersiz olduğunu düşünmekteydi ve yukarıdaki soruya verdiği yanıtı: “…Müsadenizle deminki maruzatımda onlardan neden bahsetmediğimi açıklamayayım. Çünkü bütün bunlar ciddiyetle telakki edilmeyecek evham ve hayalattan ibarettir ve bir devlet adamı bununla meşgul olamaz arkadaşlar.”şeklinde oldu.

Oysa Kuzey Atlântik Paktı içinde Türkiye’nin durumu stratejik bakımdan bir yalnızlık göstermekteydi. Türkiye Atlântik Paktının en uzak askeri kanadını oluşturuyordu. Bu kanat mümkün olduğu kadar kuvvetlendirilmeliydi.

Bu sebeple askeri görüşmelere önem verilmesi gerekiyordu. NATO’ya Türkiye’nin katılmasıyla teşkilatın askeri kudreti ve önemi artmaktaydı. Bu nedenle Kuzey Atlantik Paktına Türkiye’nin sağlayacağı askeri fayda kadar çıkar da elde edilmesi yolunda gerekli kararlılığın gösterilmesi gerekmekteydi.

Sorun herhangi bir saldırı karşısında Türkiye’ye yardımın ne kadar zaman alacağıydı. Türkiye’nin meşru müdafaası ilk andan itibaren müttefiklerince hava savunmasıyla desteklenmeliydi. Ama asıl hedefin büyük ölçüde Türkiye’nin kendi savunmasını sağlayabilmesi olmalıydı.

Yukarıdaki tartışmalardan bir gün önce Amerika Büyük elçisi McGhee, 17 Şubat sabah saat on buçukta Dış İşleri Bakanını makamında ziyaret ederek Atlantik Paktı Antlaşmasına taraf olan devletler adına hükûmetinden aldığı talimata uygun olarak Türkiye’yi NATO’ya katılmaya resmen davet eden belgeyi Fuat Köprülü’ye takdim etmişti.

Bu olay Türkiye’de büyük bir sevinçle karşılandı. Cumhuriyet “Lizbon Konferansına Resmen Çağırıldık” başlığıyla çıktı. “Pakta eşit haklarla iştirake davet edilmiş bulunuyoruz. Dış İşleri Komisyonu dün tasarıyı ittifakla kabul etti” şeklinde bilgi verildi. Bu sevincin nedeni sadece güvenlikle ilgili değildi aynı zamanda ekonomikti. Söz konusu durum basına da yansıdı. Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Türkiye’ye çok yardım yapılması ileri sürüldü. Bu olay milli zafer havası içinde kutlanıyor.” denilmekteydi. Aynı zamanda gerek muhalefet gerekse iktidar tarafından NATO demokrasinin bir teminatı olarak da görülmekteydi. Diğer yandan bazı politikacıların Kuzey Atlantik Paktına Türkiye’nin eşit koşullarla davet edilmeyeceği yolundaki muhalif tutumu basının eleştirisine neden oldu. Sadece muhalefet yapmak için muhalif davranmanın ülkenin çıkarına olan konularda ciddi sakıncalar doğuracağı vurgulandı. Genel hava bu işten kazançlı olarak çıkan tarafın Türkiye olduğu yolundaydı. Aslında eğer elde edilmiş bir kazanç varsa tek yönlü değildi. İngiliz Bakanlarından Sir Harold Macnillon: “… Eğer bu konuşmalar, sadece dostlarımız Türkler ve Yunanlılarla, kendi menfaatlerinden değil, bizim menfaatlerimizden bahsetmeye imkan vermişse-çünkü hali hazırda onların bize yapacakları yardım bizim onlara yapacağımızdan çok daha fazladır- bu da tabii az şey değildir.” demekteydi.

Gerçekten de özellikle Türkiye’nin Batı güvenliğine katkısı büyük olacaktı. Türkiye Sovyet Rusya’nın Güney-Batı bölgesi boyunca aşılması zor olan bir set konumundaydı. Rusya’nın Ortadoğu’ya, Akdeniz’e, Kuzey Afrika’ya kolaylıkla sızmasına ve doğrudan doğruya müdahale etmesine engel oluşturmaktaydı. Türkiye bu stratejik noktada bulunmamış olsaydı.

Sovyetlerin Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya hakim olması durumunda Batı Avrupa güneyden sarılmış olacak Akdeniz ve Asya ile olan başlıca ulaşım yolları kesilecekti51. Bir savaş durumunda ise, Rusların Akdeniz donanmasının güçlü Karadeniz donanması tarafından hızlı bir şekilde takviye edilmesini ancak Boğazlara hakim olan Türkiye engelleyebilirdi.

Ancak bütün bunlara rağmen iktidar olayı öylesine büyük bir başarı olarak görüyordu ki, Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren komutanların bir kısmının da mebus olarak bulunduğu parlamentoya, -kanun tasarısının tartışmaları sırasında- Demokrat Parti adına konuşan İzmir Milletvekili Cihad Baban “Arkadaşlarım, biraz sonra reylerinizi vereceksiniz, hiçbir hizmetiniz bugünkü tarihi hizmetiniz kadar şerefli ve kıymetli olmayacaktır.”diye hitap edebiliyordu. Bu sözler meclisten tepki alınca sürçü lisan olduğu ileri sürüldü ve “Bu da bütün büyük eserleriniz gibi ve onlardan birisi olacaktır” şeklinde değiştirildi.

Sinan Tekelioğlu görüşmelerin yeterli olmadığını kanun üzerindeki görüşmelere devam edilmesini istedi. Kemal Türkoğlu ise, “On demokrata karşı bir müstakil konuştu bunda haksızlık ettiniz” dedi ama bu itirazlara rağmen yapılan oylamada görüşmelerin yeterli olduğu sonucu çıktı. Türkiye’nin NATO’ya girişiyle ilgili kanun tasarısının oylamasına geçildi. Üye sayısı 487 olan mecliste 410 kişi oylamaya katıldı. 409 evet oyuna karşı 1 çekimser oy çıktı. 74 milletvekili oylamaya katılmamıştı. Açık milletvekilliklerinin sayısı da 3’tü. Böylece tasarı muhalefetin de desteğini alarak kanunlaşmış oldu.

Bunun üzerine Balıkesir Milletvekili Muharrem Tunçay ve Kütahya Milletvekili Ahmet Gürsoy’un meclis başkanlığına verdiği takrirde Meclisin Adnan Menderes Hükûmetine teşekkür etmesi ve Kore şehitleri için iki dakika saygı duruşunda bulunulması istendi. Teklifin ilk kısmı meclisten büyük tepki aldı. Kemal Türkoğlu “Meclis Hükûmete teşekkür etmez” dedi ve söz istedi. Bunun üzerine başka itiraz edenler de oldu.

Meclis bir anda hareketlenmişti. Bu karışık ortamda Başbakan Adnan Menderes söz aldı ve: “… Muhterem arkadaşlar; eser; hiç şüphe yok, Türk milletinindir! Yine hiç şüphe yok ki, Türk milletinin iradesini tıpkı Türk milletinin kendisi gibi, en geniş selahiyetle yürütmekte olan sizlersiniz, binaenaleyh eser sizlerindir. Hükûmete teşekkür, bu itibarla, bahis mevzuu olmamak lazım gelir… Muhterem arkadaşlar; bu Pakta girişimiz hadisesinin, memleketimiz için olduğu kadar dünya için de hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederken heyecanımın daha fazla söz söylemeye müsaade etmediğini görmüş olmanızı tahmin ederek , özür diliyorum ve huzurunuzdan ayrılıyorum.” diyerek ortamı yatıştırdı. Adnan Menderes şiddetli alkışlar arasında kürsüden indi. Kemal Türkoğlu’nun bu açıklamasından dolayı Başbakana teşekkür etmesiyle konu kapandı.

İşte 18 Şubat 1952’de kanun tasarısının mecliste oylanıp kabul edilmesiyle Türkiye NATO’ya resmen girmiş oldu. NATO’ya Türkiye Cumhuriyeti’nin katılmasına dair 5886 sayılı söz konusu kanunun birinci maddesinde: Vaşington’da 4 Nisan 1949 tarihinde imza edilen NATO ile buna ek 22 Ekim 1951 tarihli Londra Protokolü kabul edilmiştir; ikinci maddesinde: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer; üçüncü maddesinde: Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür hükümleri yer almaktaydı.

Genelde büyük bir olay olarak karşılanan Türkiye’nin NATO’ya girişi, Türk Amerikan İlişkilerini hiçbir olayla kıyaslanmayacak şekilde etkiledi. NATO’ya girişle birlikte, Türkiye ve Amerika arasında geniş boyutlu siyasi ve askeri ilişkiler kuruldu. Türkiye kraldan çok kralcı kesilerek Batı savunmasını bölgesel paktlarla güçlendirme yolunda hummalı bir dış politika takip etmeye başladı.

Atatürk dönemine damgasını vuran “çok yönlü dış politika” ve Ulu Önderin Türk dış politikasına kazandırdığı “her şeyden önce kendi gücüne dayanma stratejisi”, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren terk edilmeye başlandı. Bu dönemi takip eden süreçte de giderek Batıya endekslendi61. Türkiye Amerika’nın dünya stratejisinin önemli bir unsuru haline geldi. Kuzey Atlantik Paktına girişiyle birlikte toprakları üzerinde bu stratejiye hizmet eden üs ve tesisler kurulmasına izin verilmesi sonucunda kısa sürede NATO’nun ileri karakolu haline geldi.

Sovyet Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı başında sinyallerini verdiği Türk topraklarına yönelik emperyalist politikaları, savaş sonunda Türkiye için en ciddi tehdidi oluşturan yeni bir boyut kazandı. Bu tehlike karşısında Türkiye Rusya ile başa çıkabilecek güçte tek devlet olan Amerika’nın desteğini alma uğraşı içine girdi. Çok da kolay olmayan bir süreç sonunda Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle Amerika’nın desteği sağlandı.

Böylece Türkiye Sovyet tehlikesine karşı kendisini Batı güvenlik çemberi içine almış oluyordu ve o noktada bu olay, dış politikada sağlanan başarılı bir başlangıçtı. Ancak kısa sürede Atatürkçü değerlerden ayrılma yoluna gidildi. Bu durum Türkiye’nin bölge merkezli politikalar takip etme inisiyatifini yitirmesine neden oldu ve büyük ölçüde Amerika merkezli politikaların uygulayıcısı durumuna geldi. Bu ise Türkiye’nin bölgede güvenilirliğini sarsan ve zaman zaman Türk ulusal çıkarları aleyhine sonuçlar doğuran gelişmelere neden oldu.

NATO şemsiyesi altında Doğu ile Batı arasında yapıcı köprüler kuran bir tutum da sergilenemedi. Aksine Batının istemleri doğrultusunda 1950’lerde Demokratların, Balkanlarda üstlendiği rol Balkan ülkeleriyle Türkiye’nin arasını açarak son buldu. Ortadoğu’da üstlenilen rolle de, Sovyet Rusya’nın bölgeye girişine zemin hazırlandı. Tabii ki, bunda İngiltere’nin bölgeye bıraktığı mirasın payı büyüktü. Türk Hükûmetinin, içinde bulunduğu bu etkinliklerden beklentisi daha fazla ekonomik yardım alabilmekti. Çünkü 1953’te Sovyet Rusya önceki politikasından geri adım atmış Türkiye’ye barış eli uzatmıştı. Ama Rusya’nın bu eylemi Türk idarecileri nezdinde inandırıcı olmadı. Türkiye, ödeme gücünün üzerinde borçlanmaya gitti. Mustafa Kemal Atatürk’ün bütünsel bağımsızlık ilkesi gözden uzak tutuldu hatta sonuçlarına baktığımızda en önemli unsur olarak ortaya çıkan ekonomik bağımsızlık göz ardı edildi ve Türk ekonomisi bir krizden diğerine sürüklenen uzun ve sonu gelmeyen bir döneme girdi.

 

 

 

 

Nato’nun Enerji güvenliği politikaları

 

•          Konu Ukrayna krizi sonrasında Şubat 2006’da, bir ‘öncelikli konu ’ olarak (NATO Konseyi) gündemine alınmış,

 

•          Polonya Başbakanı genel sekretere bir ‘enerji güvenliği anlaşması’ önerisi getirmiş, ancak Rusya’ya karşı algılandığı için ilgi görmemiştir,bu konuda Polonya hep öncü konumda olmuşdur.,

 

•          Mart 2006’da ki konsey toplantısında,natonun kuruluşundaki belirlenen hedefler bu konuya uygun olmasından hareketle NATO’nun  muhtemel rolleri belirlendi;

 

– üyelere politik danışmanlık-özel sektör şirketlerinin kurulmasının teşviki

– enerji güvenliğine yönelik tehditlere karşı tedbir almak.

– İlgili kuruluşlar ve ortaklar arasındaki işbirliğinin artarak sürmesi,Ab ve Birleşmiş

Milletler ile işbirliği yapmak.

 

NATO askeri gücünün bu tür bir harekata müdahil olması ve konunun tamamen  ekonomik boyutlu olduğunu ileri süren bazı ülkeler, ciddi çekinceler ortaya koymuştur.

 

•          Nato Avrupa  kuvvetleri komutanı,konsey toplantısına davet  edilmiş  ve askeri operasyon seçeneğininde  değerlendirme dışında tutulmaması konusunda açıkca destek vermişdir.

 

•          Aslında  1998 yılında yayımlanmış MC 401 NATO kuzey Atlantik bölgesi ve kuzeybatı Avrupa bölgesi altyapısının korunması dokümanının varlığı meselenin yeni olmadığını ortaya çıkarmış, ancak günün ihtiyaçlarına cevap veremediği ortaya çıkmıştır.

 

•          Geçmişte  tehdit değerlendirmeleri dışında bir çalışma yapılmamışdır.

 

•          Enerji güvenliği semineri konseyin – 14 Sep 2006’da düzenlenmiş olduğu toplantıda ele alınmış ve mesele tüm boyutları ile incelenmişdir.

 

•          Eylül  2006’da Polonya öncülüğünde NATO’da Ekonomik İşbirliği (Art 2  of NATO Treaty, Economic Collaboration) girişimi başlatılmış, ancak gereken ilgiyi görmemiştir

 

 

29 kasım 2006 Riga toplantısında alınan kararlara göre;üye ülkelere sağlanan enerji kaynaklarının güvenliğinin sağlanması Nato’nun konseptine uygun olarak,enerji altyapılarının güvenliğinin sağlanmasına yönelik çabaların Nato tarafından destekleneceğini,uluslar arası işbirliği çabalarına destek olunacağı ifade edilmektedir.

 

 

Zirve sonrası alt komitelerde yapılan çalışmalar Konsey’e sunulmuştur,fakat Nato konseyinin üyeler arasında altı aya yakın süren çalışmalarından ortak birarar çıkmadı.çünkü olay ekonomik bir hadise olmasına karşın bir askeri müdaheleyide içerecek bir durum sözkonusu idi.

Ana konuları özetleyecek olursak;

-enerji güvenliği ekonomik bir mesele olup,askeri müdahele en son seçenektir.

-askeri sorumluluk tanımlanabilir bir kriz neticesinde ancak başvurulabilir bir Seçenektir.

-enerji arz kaynaklarının tümüyle korunması olanaksızdır.

-enerji güvenliği en önemli ve ulusal nitelikte bir husustur.

-Nato herhangi bir üye ülkenin özel desteğe ihtiyacı durumunda yardıma hazırdır.

-Nato bu konuda öncü rolü oynamak yerine destekleyici rol oynamayı tercih etmektedir.

8 haziran 2007 de Nato konseyinde varılan ortak karara göre;

-Konsey önemli  enerji altyapısına karşı oluşabilecek potansiyel askeri riskleri

Tanımlayacak ve azaltılması konusunda tedbir alacaktır.

-31 ekim 2007’de konsey sonuç raporunu oluşturdu.

-önem arzeden enerji altyapısı ve bu yapı üzerinde oluşabilecek muhtemel Potensiyel riskler tanımlandı.

-buna göre müttefiklerin önem arzeden kritik enerji risklerine karşı alınacak tedbirler kararlaştırıldı.

-Nato bu konuda lider rolü oynamayacak ama diğer ulusalararası örgütler ile İşbirliği yapacaktır.

-Nato sorun üretmek yerine tamamlayıcı ve problem çözücü bir konumda olacaktır.

-temel sorun uluslararası terörizm olarak tanımlandı.

-istikarın planlanması ve işbirliği,kaynakların dağıtımında işbirliği yapılması.

-yalnız Ab değil,diğer ülkelerler ile uluslararası ve bölgesel işbirliği yapılması.

-üye ülkelerin ulusal önem arzeden  enerji altyapılarının korunmasının desteklenmesi.

-süreç yönetiminin desteklenmesi.

-denizlerin korunması ve gözetim altında tutulması,uluslararası sular hariç.

-askeri kapasitenin koruma amaçlı kullanılması,rehberlik amaçlı bir politika izlenmesi.

-üye ülkelerin enerji altyapısının korunması konusunda kendi savunma ve eğitim takımlarının kurulması.

•          Ayrıca Konsey, Enerji Güvenliği ile ilgili konuları yönlendirmesi maksadıyla, 2007 yılında Kıdemli Politik Komite’yi (Senior Political Committee ) kurmuştur.

•          Kıdemli Politik Komite NATO yapısı içinde yer alan Komuta Kademeleri ve Çalışma Grupları başta olmak üzere pek çok kuruluşla yakın ilişki içinde enerji güvenliği çalışmalarını halen sürdürmektedir.

ü  2008 yılında yapılan Bükreş Zirvesi ve yine aynı yılın Nisan ayında yapılan Strazburg-Kehl Devlet Başkanları (HOSG) Zirvelerinde NATO’nun enerji güvenliği ile ilgili prensipler belirlenm ve NATO’nun 5 alanda enerji güvenliğine katkıda bulunabileceği belirtilmiştir:

– Bilgi ve istihbarat paylaşımı

– İstikrarın sağlanması

– Uluslararası  ve bölgesel işbirliği

– Kritik altyapı emniyetine destek

– Enerji Güvenliği yönetimine destek

2008 yılındaki üst düzey toplantıdan sonra Ekim 2009’da Letonya’nın başkenti Vilnius’da Enerji Güvenliği konusunda Üst Düzey bir çalışma (workshop) yapılmış,

2009 yılı Aralık ayında NATO Dışişleri Bakanları toplantısında konu yeniden görüşülmüş,

Bulgaristan ve Romanya’nın talepleri üzerine 2010 yılı Nisan ayında aynı konu EAPC Bakanlar Toplantısında da tartışılmıştır.

ABD Donanmasının küçülmesi tartışmaları ile bağlantılı olarak ABD’nin NATO’nun bu konuya müdahil olması yönündeki ısrarlarının tam başarılı olamadığı,

Bunun yanında bazı Avrupa ülkelerinin (başta Fransa ve Almanya) NATO askeri gücünün bu tür bir harekata müdahil olması konusundaki ciddi çekincelerinin olması,

Enerji güvenliği konusunda halen Siyasi Kanatta bir konsensüs oluşmasına engel olmakta, askeri kanadın ise bu konuya ilgisini sınırlı tutmaktadır.

Enerji Güvenliği kavramının sadece boru hatlarının korunması ile sınırlı kalmayacağı, bunun ötesine doğru her geçen gün yöneleceği, alınması gereken tedbirler kapsamında ekonomik yaklaşımların yanında stratejik yaklaşımında sergilenmesi gerektiği açıktır.

 

•          Dolayısıyla petrol ithal eden ülkelerin enerji bağımlılığı hassasiyetini, enerji üreticisi ülkelerin enerji akışını kısma/kesme şeklinde istismar edebileceği ve bunu bir siyasi malzeme olarak kullanabileceği (2006 Ukrayna krizi gibi),

 

•          Enerji güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak çok geniş yelpazede değerlendirmeler yapıldığı ve etkenlerin önce ekonomik, sonra ciddi siyasi krizlere, hatta çatışmalara neden olabileceği,

 

•          Bunun yanında teröristlerin kritik enerji noktalarına sabotaj düzenleme imkan ve kabiliyetlerinin artacağı ve bu hedeflere daha fazla yönelebilecekleri, enerjinin kısmi akışına engel olabilecekleri,

 

•          Sıralanan bu risk ve tehditleri bertaraf için, fiziki güvenliğin proaktif olarak tesisi, petrol yollarının kontrolü ve askerin bu alanda mobilize edilmesi girişimlerinin her geçen gün artacağı,

 

•          Sıralanan bu nedenlerden dolayı sonuçta, enerji güvenliği konusunda güvenlik güçlerinin ve özellikle silahlı kuvvetlerin gelecekte bu alanda daha fazla rol alacağı kıymetlendirilmektedir.

 

•          Ancak bu kadar geniş kapsamlı bir konuda askerlerin rolünün nereye kadar uzanacağı konusu müphemdir.

•          Hangi altyapı tesislerinin kritik olduğu ve askeri güvenliğe ihtiyaç duyduğunun belirlenmesi zordur. (Hangi enerji tesislerinin fiziki güvenliği sağlanmalı, Petrol kuyusu?)

•          Kilometrelerce uzayan boru hatlarının tam olarak güvenliğini sağlamak mümkün değildir.

•          Denizden taşımacılığın güvenliğini sağlamak ciddi bir sorundur. (Uluslararası suların kontrol altına alınması?)

•          “Enerji kaynağını elinde bulunduran ülkelerin tavırları ne olacaktır?” sorusunun cevabı

•                        NATO yada ulusal ihtiyaçlar nedeni ile Silahlı Kuvvetlerin enerji güvenliği konusundaki gelecekteki muhtemel rolünün;

 

•          denizden ulaşımın kontrolü,

•          ulaşım hatlarının emniyeti,

•          belirlenecek bazı kritik tesislerin savunması,

•          muhtemel terörist saldırılar sonrası kriz yönetimi olacağı kuvvetle muhtemeldir.

 

•          Yakın vadede Deniz Kuvvetlerinin bu alanda yeni görevler alması kaçınılmazdır.

 

•          Fiziki kontrolü mümkün olmayan çok uzun ulaşım hatlarının uzaydan izleme imkanları araştırılmaktadır.

 

•          Bir enerji krizinde ilk şoku atlatacak ciddi boyutta petrol rezervine ihtiyaç vardır.

 

 

Bu arada “Lisbon Summit Declaration” ile The NATO’s new Strategic Concept” nede
göz atarsak  yeni gelişmeleri ve ilginç konulara değinildiğini görüyoruz.

1- Missile Defence’in amaçları ile ilgili 3 unsur dikkat çekiyor. “…to protect
all European populations, territory and forces.” ABD ile Avrupa ülkeleri arasında geçmişte sıkışan mekanizmayı aşmak için kullanılan bir trade-off gibi gözüküyor.   Ayrıca  bunun için yetenek geliştirilmesinin “collective defence” içinde değerlendirilmiş olması da, hem yeni bir konu, hemde  oldukça ilginç bir durumdur.

2- “UN Women, Peace and Security” konusunda NATO’nun bir “action plan” yapması dikkat çekici yeni bir gelişmedir..

3- ISAF/Afganistan’dan “exit strategy” nin 2011’in başından başlayıp 2014’de
sonlanması öngörülüyor.

4- Kriz Yönetimi konusunda daha etkin olmak için yeni bir “sivil yetenek”
geliştirmeye başlanmasına karar verilmiş, bu durum yeni bir yapılanmaya işaret
ediyor.

5- Makedonya’nın asıl üyeliğe kabülünde bu defada yeni bir gelişme yok, isim
konusu hala engel.

6- Gürcistan ile de, Ukrayna gibi ayrcalıklı bir ilişkiye girilmiş olması ve
Komisyon kurulması dikkat çekici, ayrıca Tiflis’te bir “Liasion Office” teşkil
edilmiş.

7- Rusya ile ilişkilerde gelişme kaydedilmemiş gibi görünüyor, kilit bir başka
bahara açılacak sanıyorum.

8- Yeni Konseptte NATO kuvvetleri 3 gruba ayrılmış: “conventional”, “nuclear” ve
“missile defence”. Sonuncusu yeni bir kuvvet…

9- Energy Security ile ilgili de yetenek geliştirilmesine karar verilmiş. Bu
konu da eğer sonuca ulaşılırsa, atılmış önemli bir adım olur.

10-Çevresel sorunların (health risks, climate change, water scarcity and
increasing energy needs etc.) Konseptte yer alması yeni bir konudur.

11- Deklarasyondan “Eşit sorumluluk alma ve yükün eşit paylaşımı” konusunda
kriterlerin belirlendiği ve karara varıldığı anlaşılıyor.

12- EU ile özellikle 3 alanda (countering improvised explosive devices,
providing medical support and heavy-lift helicopters) işbirliğini artırmaya
karar verilmiş.

13- Uzun süredir tartışma konusu olan Command Structure’da %35’lik bir indirime
(yaklaşık 5000 kişi) kesin karar verilerek, yeni Askeri karargahlarının yapısı
ve coğrafi mevkilerine kararın Haziran 2011’deki Bakanlar Toplantısında alınması
kararlaştırılmış.

14- Konsept’in başlığındaki yeni ifade, İttifakın hem “defence” hem de
“security” için oluşturulduğunu göstermektedir. Bu durum, yıllardır bünyesinde
yapılan “biz savunma örgütüyüz” veya “biz güvenlik örgütüyüz” tartışmalarını
sonlandırmış olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici. Ayrıca ilk paragraf
başlığındaki “active engagement, modern defence” anlayışıda dikkat çekicidir ve
“tehdidin vuku bulmasını beklemek yerine, gidip onu yerinde tesbit etme” gibi
USA’in tartışmalı “Preemtive Strike” doktrinini andıran ucu açık bir konudur.

15- Article 5’dan (collective defence)’den vazgeçilmemesi  ülkemiz
için son derece önemlidir. Bunun yanında Kriz Yönetiminde,”Krizleri Önleme”,
vuku bulursa “Yönetme” ve sonrasındaki “stabilize etme” konusunu
belirginleştirmişler.

16- “More political engagement” ve “strategical distance” kararları da, “Dünya
Jandarmalığına aday olunmasını” andırmakta ve dikkat çekicidir.

17- Her ne kadar “nihai hedefin, nükleer silahı olmayan bir dünya” olarak
belirtilmiş olmasına ve bir tehdit ortaya konmamış olmasına rağmen, NATO’nun
USA, UK ve FR imkanları ile nükleer kabiliyetine devam kararı hem
önemli hemde hayli tartışmaya açık bir konudur.

18- “Keep the door to NATO open to all European democrasies” ifadesi, coğrafya
sınırlarının ötesinde gibi bir ifade… Ancak başka bir yerde “nihai hedefin
Avrupa kıtasındaki tüm ülkelerin entegrasyonu” olduğu ifade edilmiştir, demekki
tartışmalar sonucunda her iki tarafın da görüşüne yer verilmesi kararlaştırılmış
gibi görünüyor.

19- 1999 Stratejik Konseptinde yer alan Temel görevler 3’e çıkarılmış ve
“Collective Defence” ile “Crisis Management” görevine “Collective Security” ana
görevi de eklenmiştir.

20- Transatlantic bağa yeniden vurgu yapılarak, konvansiyonel tehditin düşük
olduğu, fakat hiç olmayacakmış gibi beklenmemesi gerektiği vurgulanmıştır.
İstikrarsızlığın NATO sınırları dışında bile olsa İttifakı etkileyeceği, radikal
hareketler ile illegal yapılanmaların özellikle Terörizmi beslediği ve
terörizmin NATO için direkt bir tehdit olduğu ifade edilmiştir.

21- İttfifakın dünyadaki hiç bir ülkeyi şu an için hasım yada düşman olarak
görmediği, ancak “caydırma” kabiliyetine sahip olunması için yeteneklerin
geliştirileceği belirtilmiştir.

22- NATO askeri kuvvetlerinin stratejik mesafelere kadar uzanan seferi
(expeditionary) kabiliyete sahip olacağı, “cyber tehlikelere” karşı tedbirler
alınacağı, terörizmle mücadelede sadece olay vukuunda karşı koyma değil, onun
tespitine de gayretlerin yoğunlaştırılacağı vurgulanmıştır.

23- Kriz Yönetimine tüm askeri/sivil/politik unsurlar ve uluslararası örgütlerle
beraber “kapsamlı yaklaşım” sergileneceği ve bunun için geçmişte olduğu gibi
sadece askeri yetenekler değil, politik ve sivil yeteneklerinde tesis edileceği
ifade edilmiştir, ki bu konu kanaatimce NATO’nun yeniden yapılanmasında dikkate
alınacak önemli bir konudur.

24- NATO’nun kendi güvenliğini mümkün olan en az kuvvetle sağlamak için yetenek
geliştirileceği belirtilerek, silahsızlanma çabalarına azami desteğin verileceği
de belirtilmektedir.

25- Barış için Ortaklık çabalarına (PfP) dünya çapında ülke ve uluslararası
organizasyonlarla devam edileceği vurgulanarak, sınırlar zorlanmaktadır.

26- AB’nin “yegane ve önemli bir stratejik partner” olduğu söylenen Konseptte,
karşılıklı şeffaflık, otonomilerine saygının önemi vurgulanmıştır.

27- NATO’nun Rusya’dan bir tehdit beklemediği özellikle ifade edilmiş ve belgede
Rusya’ya stratejik ortaklık önerilmektedir.

28- Akdeniz Diyaloğu ile İstanbul İşbirliği Girişimi çabalarının genişletileceği
belirtilen Konseptte, “Contact Countries” ifadesi yer almamış, Ukrayna ile
geçmişte kurulan özel ilişki gibi Gürcistan ile de özel bir Komisyon kurulduğu
belirtilmiştir. Gürcistan RF’a karşı koruma altına alınmıştır.

29- Konsetin sonunda, NATO’nun bir güvenlik örgütü olduğu vurgulanarak; bireysel
özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü kavramlarına hizmet için
varolduğu, bunu gerçekleştirmek için “sürekli bir reform ve transformasyon” (her
ne kadar 1999 Konseptinde sıkça bahsedilen “Transformasyon” terimi bu defa fazla
zikredilmemiş olsa da) sürecini takip edeceği ifade edilmektedir.

 

Daha önceki konseptlere nazaran daha kısa (az ve öz) olan (11 sayfa) Konseptin, yazım sürecinin yaklaşık 3 yıldan fazla bir zaman alması, ülkemizden de Büyükelçi düzeyinde temsil edildiği Ad Hoc oluşturulan bir Akil Adamlar Grubunun (liderliğini eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın yaptığı) sorumluluğunda kaleme alınan Konseptin, çok fazla bir yenilik getirmese bile gelecek 10 yıl için örgüte yön verecek bir düşünceler dizgesi olduğu ve RF ile olan ilişkiler bir kenara konursa bir başarı olarak değerlendirilebileceği düşünülebilir.

Lizbon Zirvesi’ni bu kadar önemli kılan şüphesiz, Müttefiklerin yeni bir stratejik konsept belirlemesinin yanı sıra füze kalkanı olarak adlandırılan füze savunma sistemi konusundaki belirsizlikler ve üyelerin bu husustaki tutumlarıdır.

 

Füze kalkanının topraklarına yerleştirilme talebi, Türkiye’yi bu zirvenin merkez oyuncusu konumuna getirmiştir. Dolayısıyla Zirve öncesinde Türkiye’nin bu konudaki tavrının ne olacağı, füze kalkanını veto edip etmeyeceği ve NATO’dan taleplerinin neler olacağı merak konusuydu. Türkiye’nin onayı zirvede olası bir kriz yaşanmasını engellemiş olmakla birlikte, Zirve sonrasında gerek bazı basın organları gerekse siyasiler tarafından yapılan Türkiye’nin NATO toplantısında büyük bir zaferle çıktığı değerlendirmeleri biraz abartılıdır.

Zira Türkiye son dönemde dış politikada izlediği komşularla sıfır sorun politikası nedeniyle Doğu ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmiş, özellikle İran nükleer programı kapsamında diplomasi yolunun izlenmesi gerektiğini savunmuştur.  Takas Antlaşması’nın imzalanmasına ön ayak olan Türkiye’nin bu politikaları Batılılarca eksen kayması olarak yorumlanmış ve Türkiye’nin Batı’ya sırt çevirerek Doğu’nun siyasi ve ideolojik yapısına yönelebileceğine ilişkin endişelerin oluşmasına yol açmıştır. Ancak bunu her fırsatta reddeden ve dış politikasının sadece çok yönlü hale geldiğini ve Batı’dan hiçbir zaman kopulmadığını vurgulayan Türkiye için NATO Zirvesi bunu kanıtlama fırsatı haline gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin vetosu ister istemez daha az olası hale gelmiştir.

Bununla birlikte Türkiye’nin NATO’dan üç temel isteği olmuştur: füze sistemi hiçbir ülkeye karşı olmaması ve kararlarda ülke adı geçmemesi; savunma sisteminin tüm NATO üyelerini kapsaması ve maliyetin paylaşılması.(1)

Bu talepleri dikkate aldığımızda Türkiye’nin tüm taleplerinin, en azından söylem düzeyinde yerine getirildiğini söylemek mümkündür. Kararlarda hiçbir devlet düşman olarak tanımlanmamış ve diğer talepler de haklı bulunmuştur. Ancak her ne kadar strateji belgesinde İran’dan açık bir şekilde tehdit olarak söz edilmemişse de sistemin büyük ölçüde İran kaynaklı tehdit algısı dikkate alınarak tasarlandığı bilinmektedir. Ayrıca komutanın kimde olacağı, nereye hangi tür radar ve füzelerin yerleştirileceği türünden tartışmaların zaten bu zirvede yapılması beklenmediğinden ve tartışmalar ilke bazında olduğundan üyeler arasında ciddi bir görüş ayrılığı oluşmamıştır. Bu nedenle Türkiye’nin zirveden mutlak bir zaferle çıktığını söylemek için bundan sonraki süreçte füze kalkanı konusunda Türkiye’nin nasıl bir yol izleyeceğini ve istediklerini ne ölçüde alabileceğini görmek gerekecektir.

Öte yandan şüphesiz yeni stratejik konseptin Türkiye açısından olumlu sonuçları bulunmaktadır. Öncelikle İttifak’ın sorumluluğunda olan ve üstlenmeye devam edeceği üç temel göreve işaret edilmiştir: ortak savunma, kriz yönetimi ve işbirlikçi güvenlik ki bunlar Türkiye’nin de NATO ile ilişkilerinde her zaman ön planda tuttuğu hususlardır. Transit yolların ve enerji güvenliğinin sağlanmasına yapılan vurgu da topraklarından geçen petrol ve doğalgaz boru hatları (ki terör örgütü tarafından Bakü-Ceyhan-Tiflis Boru hattı daha önce de sabote edilmiştir) itibariyle Türkiye açısından önem taşımaktadır.

 

Ayrıca belgede NATO-AB işbirliğinin ilerletilmesi ve ‘stratejik ortaklık’ için AB’nin Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi istenmektedir. AB üyesi olmayan Avrupalı NATO müttefiklerinin (Türkiye, Norveç ve İzlanda) AB misyonlarına önemli katkı yaptığı vurgulanarak, ”NATO ve AB arasında stratejik ortaklık için AB üyesi olmayan Avrupalı NATO müttefiklerinin bu çabalara bütünüyle katılımı elzemdir” denilmektedir.(2)

Diplomatik kaynaklar, Türkiye’nin ısrarlı talebiyle metne giren bu ifadenin, Türkiye’nin Avrupa Savunma Ajansı’na ortak üyeliği, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na dahil olması ve operasyonlarda karar mekanizmasına katılım beklentilerini yansıttığını kaydetmektedir.(3)

Bir diğer olumlu husus gelişen NATO-Rusya ilişkileridir. NATO ile Rusya arasında, “Füze Kalkanı” konusunda işbirliği kurulmuş, böylece Rusya, NATO’nun anti-balistik füze savunma sistemine destek vermeyi ve kendi sistemini bu sistemle ilişkilendirmeyi kabul etmiştir. Rusya ile NATO arasındaki bu işbirliği ve sürdürülen iyi ilişkiler şüphesiz Türkiye için büyük önem taşımaktadır, zira olası bir husumet veya rekabet durumunda arada kalacak; Karadeniz, Orta Asya ve Balkanlar’daki çıkarları tehlikeye girecek olan ülke Türkiye’dir. Ayrıca nükleer silahtan arındırılmış bir bölge amacındaki Türkiye için Rusya ile bu konuda ilerletilecek işbirliği ileride olumlu sonuçlar doğurabilecektir.(4)

Sonuç olarak Türkiye açısından büyük bir zafer söz konusu olmasa da Lizbon Zirvesi’nde Türkiye’nin Batı için ne kadar önemi olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Ayrıca Türkiye Batı ülkelerine eksen kayması yok mesajını vermiştir. Türkiye’nin gerçek başarısı yeni stratejik konsept ile kabul edilen ilkelerin pratiğe dökülmesi aşamasında ortaya çıkacaktır. Bu aşamada Türk hükümetinin karşılaşacağı tek zorluk Müttefikler arasındaki görüş ayrılıkları olmayacak, Türk toplumunun yükselen NATO karşıtı eğilimi de mevzu bahis hale gelecektir. Zira 2004’te NATO’yu güvenlikleri açısından önemli gören Türklerin sayısı yüzde 53 iken 2010’da bu sayı yüzde 30’a gerilemiştir.(5) Özetle, Türkiye’yi asıl bundan sonra zorlu bir süreç beklemektedir.

 

 

Dipnotlar:

1 Füze Kalkanı’nda uzlaşma: Türkiye’nin 3 talebi kabul edildi, Bkz. www.euractiv.com.tr/ab– ve-turkiye/article/fze-kalkannda-uzlasma-turkiyenin-3-talebi-kabul-edildi-013410  (erişim 28 Kasım 2010)

2 “Strategic Concept For the Defence and Security of The Members of the North Atlantic Treaty Organisation”, Lisbon Summit, November 2010, Bkz. www.nato.int/lisbon2010/strategic-concept-2010-eng.pdf

3 Lizbon’da Tarihi Uzlaşma, Bkz. www.aa.com.tr/tr/tarihi-nato-zirvesi-yarin-basliyor.html

4 Ian LESSER, “Turkey, the NATO Summit, and After”, The German Marshall Fund, 23 November 2010

5 Zsolt Nyiri ,Turkey’s future in NATO: Let shared concerns take center stage in Lisbon, German Marshall Fund of the United States, 18 November 2010

 

Sonuç

NATO’ya üye devletlerin her biri uygun bir enerji güvenliği çerçevesi yaratmalıdır. Enerji güvenliği daha geniş çaplı güvenlik ve jeopolitik konularda Avrupa ve Kuzey Amerika için önemli bir rol oynayabilir, ve bu nedenle NATO için bir öncelik olabilir.

 

Enerji kaynakları sayesinde ekonomik bir gelişme yaşayan Rusya’nın enerji politikası giderek saldırgan bir tutuma bürünmüştür. Rusya’nın enerji kaynaklarını kullanarak (örneğin, kara kışta eski Sovyet cumhuriyetlerine giden doğal gazı kapatması gibi) komşularına isteklerini kabul ettirmeye çalışmasından dolayı birçok Avrupalının duyduğu endişeye katılmamak mümkün değil.

Başkan Putin’in Yukos’u devre dışı bırakarak kaynakları ulusallaştırmak yürüttüğü politik manevralar kanunsuzdur. Kaynakları ulusallaştırma, enerji zengini ülkelerde giderek benimsenen bir tutum haline gelmiştir.

Rusya, yüksek enerji fiyatlarının kısa vadede kazandırdığı güvenin uzun vadede enerji ve güvenlik çıkarlarına uymayacağını ve geleceğinin Avrupa ve ABD ile saygı ve işbirliğine dayalı ilişkilere bağlı olduğunu anlayacaktır.

 

NATO’nun 2001 yılından beri Afganistan’da yürüttüğü çalışmalar Amerikalılar ve Avrupalıların Avrupa dışında zorlu operasyonlar yürütmeye kararlı olduklarını gösteriyor. Nitekim, bugün NATO’nun karşısındaki en önemli sorun ve aynı zamanda anlamlı ve etkili eylem için en büyük fırsat Afganistan misyonudur.

Sorun NATO’nun 1949’da kuruluşundan beri en iddialı misyonu olan Afganistan misyonunun başarısız olup olmayacağı değildir. Sorun, misyonun başarısız olmasını Amerikanın tek başına mı yoksa tüm NATO üyeleriyle birlikte mi önleyeceğidir.

NATO ülkelerinden gelen insanlar Afganistan’da çarpışır ve ölürken, birçok ülke operasyona katılan askerleri ile ilgili şartlar koşmakta veya bu misyonun başarısının Avrupa ve ABD için son derece önemli olduğu bu durumda misyona faal olarak katılmamaktadır.

Her ne kadar Hollandalı, İngiliz, Danimarkalı ve Kanadalı askerler tehlikeli çarpışmalara faal olarak katılıyorlarsa da, bu misyonun diğer Avrupalı askerlerin daha fazla desteğine ihtiyacı vardır.

 

NATO ve üye devletlerinin, Avrupa’nın göreceli olarak güvenli sınırları dışındaki askeri çatışmalarda İttifak’ın üstlenebileceği veya üstlenmeye istekli olduğu rolü tanımlamaları giderek önem kazanmıştır. Bu devletlerin artık “işgal edilmiş” deyiminin anlamının giderek genişlediğini ve dolayısıyla terör gruplarının bir orduya ihtiyaç duymadan da bir ülkeyi işgal edebileceklerini anlamaları gerekir.

Ayrıca, nükleer teknoloji ve kitle imha silahları üreten ve bunları başka devletlerin hizmetine sunan tehlikeli devletlerin coğrafi sınırlarının giderek genişlediğini de kabul etmelidirler.

 

NATO Amerikan emperyalizminin en güçlü bekçilerinden biridir.Yalnız tek bekçiside değildir.Amerikan anakarasındaki sistem birçok ilke,örgüt ve antlaşmalar toplamıdır.

 

Francis BACON’a göre, bir uludun kendini savunabilmesi,”maddi varlıklarından” ziyade, “halkın ruhuna”,”altın stoklarından” daha fazla,siyasal yapıdaki “çelik kararlılığına”bağlıdır.

Son olarak ATATÜRK’ün söylediği gibi:

İstiklali tam denildiği zaman,bittabi,siyasi,mali,iktisadi,adli,harsi ve ilah her hususda İstiklali tam ve serbestisi tam demektir.

Türkiye enerji politikalarında öncelikle kendi çıkarlarını düşünmelidir.

 

Kaynaklar

 

-Erdoğdu H. (2004),Avrupanın geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve Nato ittifakı,İstanbul:IQ Kültür yayınları.

 

-Ataöv T. (2006) Amerika Nato ve Türkiye,İstanbul:İleri yayınları.

 

http://kutuphane.uludag.edu.tr/Univder/PDF/ataturk/2002-1(1)/

 

http://www.nato.int/

 

 

 

    En az 10 karakter gerekli