Çok dağınıktılar. Suratlar karmakarışıktı ve çok yabancıydı bizlere. Değişik bakıyorlardı; anlayamıyordum ama emindim, değişik düşünüyorlardı. Yüzleri bize benziyordu ama tavırları farklıydı.
89’da darmadağınık yola çıkmış, televizyonda Özal’dan bizzat dinlediğimiz, adı hala “muhacır” ya da sokak ağzıyla “macır” olan bizim insanlarımızdı gelenler.
İki aileyi bizim evin altındaki dükkanımıza almıştık. Sadece dört duvar olan, yerleri beton, önü cam dükkanımıza. Arada bize gelip banyo yapıyorlardı. Çoğu zaman bilmediğim bir dilde konuşuyorlardı. Bagajlarından bilmediğim aletler ve yiyecekler çıkıyordu. On iki yaşındaki mavi gözlerim, mavi gözlü bu insanlara ilgiyle bakıyordu.
Aynı dönemde Özal, muhacırlardan ve peşmergelerden sonra hayatımıza fabrikaları soktu Trakya’da. Bizler için fabrikalar, sadece kara bacalı binalardı; muhacırlar içinse, içinde bir ömür geçirilecek yeni hayatları. Sigortasız gidip çalıştılar önceleri gece gündüz. En gencinden en yaşlısına kadar herkes kendine uygun, bulabildiği her işte çalıştılar. Yaşlılar genellikle çocuk baktılar, orta ve genç yaştakiler sabah beş buçukta fabrika servislerine koştular. Çocuklar da vatandaşı olmadıkları ve bir süre olamayacakları bir ülkenin okullarına. Bir dönem karne bile alamadılar. Ve biz, izlemeye devam ettik tembel tembel.
Evler çıktılar yavaş yavaş. Önce bir kat, sonra iki, sonra üç. Üstüne bayrak diktiler çatıların. Mahalle oldular kısa zamanda şehirlerin dışında. Ama düzenli, güzel bahçeleri olan, yolları düzgün, araba garajları olan ki kimisinin arabası yoktu; planlansa ancak bu derece düzgün olabilecek mahalleler. Herkes işte ve okuldayken bahçelere baktı, suladı, çiçeklerle bezedi dedeler. Yağmurdan sonra şişelere, su birikintilerinden su doldurup bahçe sulayan yaşlı insanları ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Ama öğrenmiştim ki çok çalışkandı benim insanlarım.
İlk başta hiç iletişim kurmadık; sonra hayatımızın tam içine giriverdiler. Bakkal Sami Amca, milli maçlarda Bulgaristan’ı tutardı; mutlaka memleketten gelen sosis, sucuk ve peyniri yerdi. Memleket neresi mi ? Tabii ki Bulgaristan. Melih’in babası, ilk iş yaptığı evinin çatısına Türk Bayrağı dikti. Geldiği yer hakkında tek kelime etmedi. Varsa yoksa Türklük ve Türkiye oldu hayatında. Bazıları alışamadı yeni hayatlarına. Evlilikler bitti, alkolik oldular kimileri. Birçoğu ise sıkı sıkı tutundular. Çok çalışarak unutturdular kendilerine yeni hayatlarının zorluklarını.
Sonra çocukları ve çocuklarının çocukları doğdu. Son jenerasyon Bulgar pop müziği dinliyor. Facebook profillerinde Bulgarca isimlerini kullanıyor. Türkiye’deki hayattan kopuk, geri Bulgaristan’a dönmeye doğru sıkı adımlar atıyor. Maalesef..!!
Maalesef ki sahip çıkamadı, sahiplenemedi güzel Türkiye’m bizim Bulgaristan’dan zorla göç ettirilen insanlarımızı. Jivkov, son jenerasyonu görse mezarında sevinçten takla atardı.
Artık başka gözlerle bakmak için zaman geldi. Bu çalışkan insanlarımıza gerçek ruhlarını hatırlatmanın, seçeneğin Türkiye olduğunu hatırlatmanın, Türklüğü sevdirmenin, Türk olmakla onur duydurmanın, arada kalan, klasik Batı hayranlığını kopyacılıkla karıştıran bu güzelim, zeki, güzel ve yakışıklı muhacır çocuklarımıza sahip çıkmanın zamanı geldi.
ARAŞTIRMA-İNCELEME
2 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
6 gün önceHABERLER
11 gün önce