DOLAR 34,5467 0.18%
EURO 36,0147 -0.62%
ALTIN 3.005,411,48
BITCOIN 3402449-0.75508%
İzmir
20°

HAFİF YAĞMUR

12:55

ÖĞLEYE KALAN SÜRE

215 okunma

Uydurma bir Kitap üzerinden gereksiz bir Nefret

ABONE OL
03/09/2020 00:54
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Olaylar bazen tahminlerin tersine hızlı gelişir. Bazen de beklentilerin aksine oldukça yavaş. Hızlı gelişim sürecinde puzzle’ ın parçalarını görebilmeniz ve bütüne bağlayabilmeniz zorlaşırken, aksi süreçte de parçaları ilişkilendirmeniz güçleşir. İşte Dünya gerçeklerini çözebilmenin sihirli anahtarı da  özü de bu detayda gizlidir. Geçtiğimiz günlerde FYROM yani “eski Yugoslav Cumhuriyeti olan Makedonya” devleti sınırları içerisinde bıraktığımız Resne kentinde çirkin ve bir o kadar da sinir bozucu bir hadise vuku buldu. Sözde festival bahanesi ile birkaç kendini bilmez burka giyerek İslam’a hakarette bulundu. Kendini bilmez birkaç kişi de taşıdıkları pankart ve haykırdıkları sloganlar ile çoğunluğu Müslüman olan Resne şehrindeki inananları tahkir ve tahrike çalıştı. Sonucunda ne oldu dersiniz? Aslında ben iyi biliyorum ki, hiçbir şey olmadı. Çünkü Resne’de sokakta bir Ramazan günü Allah’a küfredecek olsanız size en fazla ayı oynatıyormuşsunuzcasına döner bakarlar. Hepsi bu. Fazlası değil. Karanlıktan birileri bir iki güzel adres seçti. Seçtikleri bu adreslerdeki iki kiliseyi kundakladılar. Oradaki Müslümanların bu tür bir eylemi yapacak eylem tecrübesi ve asabi hafızaları dahi yoktur. Ancak önceden hazır tutulan yafta hemen devreye sokuldu. Yafta, Vahhabilerin kiliseleri kundakladığıydı. Alın size hiç yoktan kriz mimarlığı. Gelin şimdi bu hadisenin gideceği yerlere dair izlerini birlikte sürelim. Ancak öncelikle hafızamızı bir tazeleyelim. 11 Eylül 2001 yılında ikiz kulelere saldırı yapılır. Çarpan uçağın, pilotu tarafından kontrol edilmediği bellidir. Zira bundan aylar evvel ABD, uzaktan insansız uçak uçuşunu başarı ile tamamlamıştı. İçerisinde pilot varsa da yoksa da bu uçaklar uzaktan kontrol edilebiliyordu. Buna dayanarak o uçakları da pilotunun kontrol etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Konuyu daha fazla irdelemek isteyenler “zeitgeist” isimli belgeseli tekrar tekrar izleyebilirler.

Biz gelelim asıl konumuza.

 

11 EYLÜL MİLAT OLDU

 

11 Eylül saldırıları sonucunda, Müslümanlara yönelik bu fitne ile birçok ülkede adeta cadı avı başlatıldı. Olayın müsebbipleri önceden yazılmış senaryo gereği çoktan belliydi bile. Sakallı, cüppeli kim varsa hepsi zan altındaydı. Önce Amerika’dakileri ardından ise Avrupa’dakileri potansiyel terörist ilan ettiler. Sadece sakallılar değil sakalsızlar bile kendilerine bu tip bir unvan yapıştırılmasın diye diken üzerinde uzun süre yaşamak zorunda bırakıldılar.

Arnavutluk! Sene 2000’li yılların başları. Enver Hoca’nın yıktığı 1600 küsur camiinin sadece 450 kadarı zar zor inşa edilebilmiş. Bunun da yaklaşık 300 kadarı Arap vakıflarının mali desteği ile gerçekleşmişti. Ancak bu destek çok mühimdi. Zira camii inşa etmek, onun giderlerini temin etmenin yanında sadece bir detay. Öyle ki hacca gitmeye parası dahi olmayan bu ülkede kalan bir avuç dindar yaşlı o senelerde Arap hükümetleri tarafından ücretsiz hacca kabul ediliyordu. Kısacası ülkede dini yayma konusunda fırsat eşitliği vardı. Müslümanlar da Hıristiyan misyonerler gibi rahatça tebliğ edebiliyorlardı dinlerini. Her gün 20-30 kişi Hıristiyan olurken, 50-100 kadarı da Müslüman oluyordu. Çünkü Arnavut kimliği ve tarihi üzerinde İslami hafıza henüz yok olmamıştı ve İslam, onların alışık oldukları bir şarkının tınıları kadar yakındı.

11 Eylül saldırıları bahane edilerek ülkede “Müslümanlara karşı bir art niyetimiz yok biz sadece Vahhabileri, teröristleri topluyoruz” adı altında tüm Müslüman vakıflar kapatılarak üyeleri sınır dışı edildi. Arnavutluk bir kez daha misyonerlere teslimdi. Bu kez camii giderlerini, imam maaşlarını dahi ödeyemeyen bir Arnavut İslam toplumu ile karşı karşıya kalındı. Takriben 40 bin kadar anası babası Müslüman Arnavut Hıristiyan oldu. İtalya’ya giden ve orada bir İtalyan ile evlenerek çocuklarını vaftiz eden yüz binler ise bu sayının dışında. Arnavutluğa gittiğinizde domuz eti yenmeyen bir cadde göremezsiniz. Aslında Tiran sokaklarında yiyeceğiniz ortalama bir sosis, salam ve et mutlaka domuz içerir. Ama sadece bir tek caddedeki dükkânlar hariçtir. Rruga Kavaje yani Kavaye Caddesi. Hallal yazan dükkânlar, kasaplar, pizzacılar ile burası Müslüman’ım diyen insanların alarm veren mideleri ile sığınabilecekleri tek güvenli limandır. Kavaye Caddesi mi? Hayır efendim olmaz! O da ne? Bizim Türkler bu caddede pek dolaşmıyorlar nedense. Sebebi?

 

SELEFİ DİĞER ADIYLA VAHHABİ

 

Çünkü bu helalci dükkânların tamamı selefi. Yani bizim deyimimizle Vahhabi.

Hani şu seneler önce okumuş olduğumuz kitap ile öğrendiğimiz insanlar.

“Bir İngiliz casusunun itirafları” M. Sıddık Gümüş imzalı bu kitabın yazarı ise gerçekte Hüseyin Hilmi Işık’ın ta kendisi idi. Cemaatini Selefiliğe (vahhabiliğe) karşı bilinçlendirmek için yazdığı bu kitap ile çocukluk yıllarımda yakaladığım her Suudi Arabistanlı’ya size Necidli Muhammed denen sahtekârın iç yüzünü anlatayım diyordum. Onlar da neye uğradıklarını anlamadan muhatap kaldıkları bu diyalog ile meseleyi çözmeye çalışıyorlardı. Kimisi cevap dahi vermiyor kimisi ise gülümseyip geçiyordu. Zaman geçtiğinde ve bilimsel araştırmanın ne demek olduğunu anladığımda her yazının kaynağını araştırmanın önemini kavradım. Kaynağına doğru takip ettiğinizde elinizde bir hiç var ise işte o vakit inandıklarınız ve doğru bildikleriniz aslında uydurma şeyler çıkabiliyor.

bu kitap da bundan farklı değildi. Baştan sona uydurma ve kaynaksız. İçerisinde anlatılanlar ise her şeyden önce çocuk kurgusu ile yazılmış yığınla palavra.

İngilizler’in 1700’lü yıllarda Arap yarımadasında bu mezhebi yaymalarından bahsediliyor. Ancak İngilizler ile o tarihte bırakın düşmanlığı diplomatik ilişkimiz var mıydı? diye de soruyor insan kitabı okurken. Hele hele beni en çok etkileyen kısmı ise İngiltere’de müstemlekeler yani sömürgeler bakanlığında oluşturulan kozmik oda kısmı idi. O kısmı kaçırmadan okumanızı öneririm. Çok eğlenceli bulacaksınız. Buna bir zamanlar inanarak okuduk işin komik tarafı esas eğlenceli olanı buydu. Güleriz ağlanacak halimize deriz ya. Yani İngiliz casusu ne casus ise, hem ülkesine sadık olarak ölüyor, hem gavur gidiyor ve hem de devlet sırrı falan da bırakmıyor bu itiraflarla. Dahası bu itirafları kime yapmış, neye yapmış? Hangi kitabı neşretmiş, kime bir belge bırakmış? Bu bilgi de yok. Hempher adında bu bölgede herhangi bir İngiliz casusu da yok tarihte. İşin enteresan tarafı Hempher bir isim de değil. Soy isim. Jonathan Hempher mı? Alex Hempher mı? Bernard Hempher mı? Yok bu kitapta Hempher denen kahraman bir isim sadece. O yıllarda kullanılan İngiliz isimleri içerisinde böyle bir isim de yok. Yani örnek verecek olursak Anıl, Berke, Orkun gibi isimleri nasıl Osmanlı döneminde, İstanbul’un fetih günlerinde duymanız saçma geliyorsa ve ne kadar imkansız ise işte bu ismi de İngiliz literatüründe, hele hele o günlerde bulmanız o kadar imkansızdı. Dedik ya bu zaten isim de değil.

M.Sıddık Gümüş Hakikat Kitabevi 1993. İşte milyonlarca insan ile alay eden bir kitap. Entellektüalite ile ilim ile, bilimsel dayanak ile ve gerçeklerle alay edercesine yazılmış bir kitap. Tarihi açıdan ve coğrafi açıdan baktığımızda ise kitap’ta 100’den fazla mantık hatasına rastlıyoruz. Kurgu da hayli bozuk. İnandık mı? Ziyadesiyle hem de efendim. Tadından da yenmiyordu üstelik. O zamanlar televizyonu, bankası ve holdingi olan ünlü bir cemaatin sağa sola pazarladığı bir kitaptı. Şimdilerde ne bankasını ve  ne de televizyonunu görmüyorum onların.

Belki de attıkları iftiradır batışlarına sebep olan. Çünkü bu kitabın hiçbir delili yoktu ve tamamı uydurma olan bir kitabı milletin hafızasına bu kadar kolay yerleştirebildiler. Bazen “hırsızı tutun” diyen hırsızları görmekten uzaktır millet.

Bazen esas casusluk bu şekilde yapılır. Bir takım insanları bilmeden okumadan onlar hakkındaki ilk bilgiyi hiçbir delile dayanmayan ve arkasında hiçbir bibliyografyası olmayan bir kitaptan okursanız geleceğimiz nokta da farklı olamaz. Vahhabilik mi? Ben de sizin kadar yabancısıyım. Ama cadı avı ile onları düşman ilan etmek yerine haklarını da vermek gerekir bu insanların. Vahhabilik ne İngilizler tarafından kuruldu ne de İslam’a zararları var. Hizmetleri olduğuna da inanıyorum. Para için din değiştirme örneklerinin görüldüğü Filipinler’in, Bangladeş’in, Endonezya’nın ormanlık, çamurlu ücra köylerinde insanlar temiz sıcacık bir mescidde din eğitimi almış imamların ardında saf tutabiliyorlarsa bu büyük bir şeydir. Daha modern bir örnek vermek gerekirse ABD’de ve Avrupa’da İslamı kabul eden Joshua Evans örneği gibi onlarca eğitimli ve hitabetli ünlü figüre sahipler ve kendi çapında hizmet etmeye çalışıyorlar. Ben dahi eğer Tiran’da bu insanlar sayesinde karnımı doyurabilecek üç beş yer bulabiliyorsam, “Sezar’ın hakkını Sezar’a verecek”  kadar da adaletli olmak durumundayız. Onlardan olmasak dahi onlardan olmayışımızın delili palavralarla dolu bir uydurma fasikül olmamalı. Ben, Türk İslam düşüncesi ile hayatına tat katan bir insanım. Selefilik, en başta kültürel olarak bana, dağlar kadar uzak bir kavram. O kılık ve kıyafet ve o sakal, o prototip ortam bana uymuyor. Tamamen estetik bir düşünce benimkisi. En azından ben açıklamamı kendimce ve dürüstçe yapabiliyorum. Şimdi fotoğrafa tekrar bakın.

Dünyada kritik hangi bölge varsa orada Müslüman cemaatler birbirine yabancı ve virüs gözüyle bakıyorlar. Mısır’da Müslüman Kardeşler Partisi ve Selefi Partisi mecliste birbirlerine girmek üzreler. Sancak’ta Müslümanlar birleşmeye başladığında Muammer Zukorliç Efendi’yi Vahhabileri ülkeye sokmakla itham ettiler. Bosna’da ise sözde “Vahhabiler içerisindeki terörist potansiyelli uyuyan hücreleri sınır dışı ediyoruz” bahanesi ile orada savaşmış ve o topraklarda evlilik yapmış onca insanı sürdüler ve sınır dışı ettiler. FYROM denen ülkede, Resne’de ise bu menfur gösteriyi düzenleyip bir karanlık el ile kiliseleri ateşe verdiler. Belki de sebebi geçtiğimiz sene içerisinde Resne gibi küçük bir yerleşmede Müslüman olan kızlı erkekli yirmi yedi Makedon gençtir.

Şimdi ne yapalım? Düşman mı olalım kardeş bildiklerimize? Haydi av mevsimi.

Ya uydurma kitapları, ya da kendilerince elinden gelen hizmeti yapmakta olan selefi kardeşlerimizi çöpe atacağız. Milyonlarca insan çöpe kolay girmiyor ama dengeli bir bakış ile bakmanın zamanıdır derim. Selefilik tarihi ve geleneksel yaşantımıza uymuyor ve bir parça ters gelebilir. Ama “Yalancılık” ise bütün değerlerimize ters. Bir doğruyu yalan ile savunamayız. Bu millet tarihinin hiçbir döneminde yalandan ikbal ummadı. İsterse bir cemaat önderliği yapmış olsun, hiçbir amatör yazarın yazdığı bir iki mesnetsiz satır ile doğrularımızı komik hale getirmesine de prim vermemeliyiz. Bunları birilerinin söylemesi gerekiyordu.

Saygılar, sevgiler.

 

 

    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP